Ana Sayfa Blog Sayfa 2646

Munzur’daki tüm HES ve baraj projeleri ‘üstün kamu yararı’ gözetilerek iptal edildi

Munzur Milli Parkı’nda planlanan tüm baraj ve HES projeleri ‘üstün kamu yararı’ gözetilerek iptal edildi. Türkiye’de bir ilk olan karar, emsal niteliği taşıyor. 2003 yılında işletmeye alınan Mercan HES Projesi  de iptal edildi.

Yapımı planlanan baraj projelerinin iptali istemiyle Danıştay’a dava açılmıştı.

Ankara 3’üncü İdare Mahkemesi’nce yeniden yapılan yargılamada “üstün kamu yararı” kararı ile yapımı planlanan baraj ve HES projelerinin iptal edildiğini bildirildi.

Munzur Özgür Aksın Meclisi tarafından  konuya dair bir açıklamada yapıldı. Munzur kıyısında yapılan açıklamada konuşan avukat Barış Yıldırım, iptal kararının gerekçesindeki kimi bölümleri aktardı.

Kararda “Herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının bulunduğu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu tartışmasızdır” ifadesi yer alıyor.

Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir kararı alınmadıkça projelerle ilgili onay ve izin verilmediği de kararda hatırlatılıyor.

Avukat Yıldırım, kararın Milli Parklar ve Planlama Mevzuatı bakımından emsal niteliğinde olduğunu belirtti.

“Zira, Milli Parklar Kanunu’nun 14’üncü maddesi çerçevesinde bir Millî Parkta kamu yararı açısından tesis inşasına izin verilebilmesi için öncelikle Çevresel Etki Değerlendirmesi süreci işletilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca, Munzur Vadisi Millî Parkı’na projelendirilmiş Baraj ve HES’lere izin verilebilmesi için ayrı ayrı proje bazında değil tüm projeler için toptan bir ÇED süreci işletilmesi gerekliliği belirtmektedir. Karar bu yönüyle ilk niteliktedir.”

Karar ile birlikte Munzur Vadisi Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı’nın da hükümsüz hale geldiğine işaret eden Yıldırım, “Karar halihazırda faaliyette bulunan Mercan HES Projesi için de bağlayıcıdır” dedi.

Yıldırım, Türkiye tarihinde ilk defa “Üstün Kamu Yararı” kararı ile projelerin bir mahkemece iptal edildiğini de vurguladı.

.

(Gazete Karınca)

Kim haklı: Dansçı politikacılar mı, fizikçiler mi? – Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

24. İklim Zirvesi (COP 24) bir hayhuyun ardından sona erdi. Anadolu Ajansı, sonuçtan memnun görünüyordu. Delegelerin, 2015’te imzalanan Paris İklim anlaşmasının ana hususlarının hayata geçirilmesi hususunda anlaştığı belirtiliyor. Cumhuriyet, “İklim Dansı” başlığıyla verdiği aa haberinde anlaşmayı işler hale getirecek kurallar üzerinde anlaşmaya varıldığını yazıyordu. (Cumhuriyet)

Hürriyet gazetesi de aynı pespembe iyimserlik havası içinde görünüyordu. “12 Yılımız Kaldı Uyarısından Sonra…İklimin Kitabı Yazıldı” gibi iddialı bir başlıktan sonra “gösteri toplumunun” seçkin bir örneğini sergileyen konferans başkanının, zirve sonunda tokmağı vurup sevinçle platforma atladığını ve “Kendimizle gurur duymalıyız”diyerek dans ettiğini yazıyordu. (Hürriyet)

Her şey müthiş bir başarı hikâyesiydi yani.

Peki ama o zaman, Guardian gazetesinde Jonathan Watts imzalı bir makalede dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden peşpeşe alıntılanan şu üç açıklama ne demek oluyordu?

‘Küresel Isınma yerine Küresel Isıtma’

Birleşik Krallık Meteoroji profesörü ve ünlü iklim bilimci Richard Betts:

“Küresel ısınma yerine küresel ısıtma terimini kullanmalıyız artık. Çünkü, gezegenin enerji dengesindeki değişimden bahsediyoruz. Belirsizlik yerine tehlikelerden söz etmeliyiz… Yükselen hararetler rahatlık alanını çoktan geçti, insanlığa yeni ve artan tehditler getiriyor.”

‘Küresel Isınma yerine Sera Dünya’

Teorik fizik profesörü ve Almanya’da Potsdam İklim Etkileri Araştırma Enstitüsü kurucusu Hans Joachim Schelnnhuber: “Küresel Isınma terimi yıkımın boyutlarını anlatmakta yetersiz. Sera Dünya demek daha uygun olur. Paris Anlaşması bir yangın duvarıydı. Ama, dünyayı şimdiki halinde tutmak için değil. O yangın kalkanı fırsatını kaçırdık bile. Bu, iklim kaosuna karşı bir yangın duvarı.”

‘İklim Sisteminde Dost yerine Düşmana Dönüşen Çatlaklar..’

Dünyanın önde gelen fizikçilerinden, Stockholm Direnç Merkezi adlı kuruluşun yöneticisi Johan Rockström de onlara katıldı ve şöyle dedi:

“İklim Sisteminde ‘çatlaklar’ belirdi ve bu çatlaklar, doğayı karbon diyoksit emen bir dost iken, karbondioksit salan bir düşmana dönüştürdü.”

Kim haklı? Fizikçiler mi, dans eden politikacılar mı?

Soru şu: Kim haklı? İklim Konferansı başkanı politikacı Michal Kurtika mı, yoksa bilim insanları mı? Bir de Greta var tabii – Grevci Greta.

Hazır mıyız ey okur? Haydi platforma sıçrayıp dans edelim.

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

.

Ömer Madra

Brexit oylaması Ocak ayının üçüncü haftasında

İngiltere Başbakanı Theresa May İngiliz Parlamentosu’nun Avam Kamarası’nda Brexit sürecinin geldiği noktaya ilişkin önemli bir konuşma yaptı.

Brexit anlaşmasına ilişkin nihai oylama için Noel ve yılbaşı tatili sonrası 7 Ocak’ta yeniden beş günlük tartışma yapılacağını ve bir sonraki hafta içerisinde de oylamaye geçileceğini açıkladı. Oylamanın tam olarak hangi tarihte yapılacağını belirtmeyen May’e parlamentoda muhalif kanat ve kendi partisi içerisindeki muhaliflerden tepki geldi.

Çok sayıda vekil oylamanın Aralık ayında en kısa süre içinde yapılmasını talep ediyor ve May’i zamana oynayarak anlaşmasız ayrılık olasılığına karşı parlamenterlerin elini kendi anlaşmasını onaylamaya zorlamakla suçluyor.

May’in kendi partisinde anlaşmaya muhalif olan vekiller ise Brexit’i mümkün kılan AB Antlaşması’nın 50. maddesi üzerinde uzatma talep edilmesini ve daha fazla tartışabilmek için zaman oluşturulmasını talep ediyor.

.

(Euronews)

Ankara’daki tren kazasında üç TCDD görevlisi tutuklandı

Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren ile ray hattındaki kılavuz trenin çarpışmasıyla meydana gelen kazada gözaltına alınan üç TCDD personeli tutuklandı.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryollarına (TCDD) ait bir Yüksek Hızlı Tren’in (YHT) geçen hafta Perşembe günü Ankara-Konya seferi sırasında bir kılavuz trenle çarpışması sonrası gözaltına alınan üç TCDD personeli tutuklandı.

Hareket memuru S.Y., makasçı O.Y. ve kontrolör E.E.E. kazada kusurlu bulundukları gerekçesi ile aynı gün gözaltına alındıktan sonra Ankara Adliyesi’nde soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’na ifade verdi.

Ankara’nın Yenimahalle ilçesindeki Marşandiz istasyonunda meydana gelen kazandan sorumlu tutulan şüpheliler, ifade işlemi sonrasında tutuklama talebiyle nöbetçi Sulh Ceza Halimliğine sevk edildi.

206 yolcu vardı

Perşembe günü sabah erken saatlerde Ankara’dan Konya yönünde yola çıkan YHT’de 206 yolcu bulunuyordu. Hayatını kaybeden dokuz kişiden üçünün makinist olmasının yanı sıra, ölen yolcular arasında bir de Alman vatandaşı bulunuyor.

Türkiye’de en son ölümlü tren kazası bu yılın Temmuz ayında meydana gelmişti. Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde yaşanan kazada 24 kişi yaşamını yitirmiş, 300’den fazla kişi de yaralanmıştı.

.

(DW Türkçe)

Yemen’in Hudeyda kentindeki ateşkes ‘dakikalar sürdü’

Birleşmiş Milletler’in (BM) öncülüğünde Yemen’in liman kenti Hudeyda’da ilan edilen ateşkesin ‘dakikalar içinde’ bozulduğu bildirildi. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteklediği hükümet güçleri, İran destekli Husiler’in kentin doğusunda topçu ateşi açtığını öne sürdü.

Fransız haber ajansı AFP, hükümet güçleri ve Husiler arasındaki çatışmaların halen sürdüğünü aktardı. Geçtiğimiz hafta İsveç’in başkenti Stockholm’de Yemen’deki savaşın tarafları milyonlarca sivile insani yardım için kritik bir bölge olan Hudeyda’da ateşkes sağlanması konusunda anlaşmıştı.

Ateşkesin bugün yerel saatle gece yarısı yürürlüğe girmesi gerekiyordu. 

Hudeyda’da 150 bine yakın sivilin mahsur kaldığı biliniyor. Binlerce kişinin öldüğü, milyonlarca kişinin de açlıkla ve kıtlıkla mücadele ettiği Yemen’de son yılların en büyük insani krizinin yaşandığı belirtiliyor.

.

(BBC Türkçe)

Eylül ayında işsizlik arttı: Yüzde 11,4

Eylül ayı işsizlik verilerine göre işsizlik oranı yüzde 11,4 seviyesinde gerçekleşti ve son 1,5 yılın en yüksek seviyesine çıktı.

İşsizlik oranı eylül ayında geçen yılın aynı ayına göre 0,8 puan artarak yüzde 11,4 oldu ve son 1,5 yılın en yüksek seviyesine çıktı. İşsiz sayısı 330 bin kişi artışla 3 milyon 749 bin kişiye ulaştı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Eylül 2018 işsizlik rakamlarını açıkladı. Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2018 yılı Eylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 330 bin kişi artarak 3 milyon 749 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 0,8 puanlık artış ile yüzde 11,4 seviyesinde gerçekleşti. Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı 0,7 puanlık artış ile yüzde 13,5 olarak tahmin edildi. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 1,6 puanlık artış ile yüzde 21,6 olurken,15-64 yaş grubunda bu oran 0,9 puanlık artış ile yüzde 11,7 olarak gerçekleşti.

İşgücü 2018 yılı Eylül döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 598 bin kişi artarak 32 milyon 813 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,4 puan artarak yüzde 54 olarak gerçekleşti. Aynı dönemler için yapılan kıyaslamalara göre; erkeklerde işgücüne katılma oranı 0,4 puanlık artışla yüzde 73,5, kadınlarda da 0,4 puanlık artışla yüzde 34,9 olarak gerçekleşti.

Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam bir önceki döneme göre 81 bin kişi azalarak 28 milyon 797 bin kişi olarak tahmin edildi. İstihdam oranı 0,1 puan azalarak yüzde 47,4 oldu.

Mevsim etkisinden arındırılmış işsiz sayısı bir önceki döneme göre 45 bin kişi artarak 3 milyon 676 bin kişi olarak gerçekleşti. İşsizlik oranı 0,1 puan artarak yüzde 11,3 oldu.

.

(Evrensel)

Macaristan kalkı “Köle Yasasına” karşı sokaklarda

Macaristan’da yıllık fazla mesai saatlerini artıran yasal düzenlemeye karşı binlerce kişi protesto gösterisi düzenledi.

Macaristan’da geçtiğimiz hafta muhalefetin “köle yasası” olarak adlandırdığı düzenleme yasalaştı. Yıllık fazla mesai saatlerini artıran ve ödemelerin daha fazla ertelenmesine neden olan yasa, tüm ülkede protesto ediliyor.

Dün düzenlenen gösteri, yasanın kabul edilmesinin ardından düzenlenen dördüncü protesto eylemi oldu. Pazar günü 15 bin kişinin katıldığı eylemlerde polis sık sık biber gazıyla göstericilere saldırdı.

Parlamentoya ve resmi devlet televizyon binasına yürüyen göstericiler, televizyon ve radyoları bağımsız yayın yapmadıkları için protesto etti. “Televizyonlar yalan söylüyor” sloganı atan eylemciler, olayların televizyonlara doğru bir şekilde yansıtılmasını talep etti. 

Protestolar kapsamında 10’dan fazla milletvekili devlet televizyonu MTV binasına girerek bir bildiri okumak istedi. Gazeteci Benjamin Nowak, bağımsız milletvekilleri Bernadett Szel ve Akos Hadhazy’nin zorla dışarı çıkarıldığı görüntüleri sosyal medyada paylaştı.

Orban hükümeti başa geçtiğinden beri yaklaşık 500 gazete, televizyon, radyo kanalı ve web sitesi tek bir holding çatısı altında birleştirilmişti.

.

(Bianet)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, gazeteci Portakal’ı hedef gösterdi: Patlatırlar enseni

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, Konya’da toplu açılış töreninde konuştu. Ankara’daki tren faciasına değinen Erdoğan, “Kazayla ilgili adli ve idari soruşturma sürüyor. Kazada sorumluluğu bulunanların tamamından yasalar içinde hesap sorulacağından emin olunuz. Bir daha benzer sıkıntıların yaşanmaması için gereken her türlü tedbir alınacaktır” dedi. Konuşmasının devamında gazeteci Fatih Portakal’ı da hedef tahtasına oturtan Erdoğan, “Haddini bil haddini. Bilmezsen haddini, bu millet patlatır enseni.” ifadelerini kullandı.

FOX Haber anchormani Fatih Portakal ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini hedef gösteren sözlerine yanıt vermeyeceğini söyledi.

Erdoğan, “Birileri çıkmış portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir sokağa çağırıyor. Haddini bil haddini. Bilmezsen haddini, bu millet patlatır enseni.” ifadelerini kullanmıştı.

Portakal’ın açıklamaları şöyle:

“Şunu merak edebilirsiniz; acaba ne diyecek Fatih? Veya acaba kendisiyle ilgili söyleneceklere cevap vermeyi düşünüyor mu? Hayır kesinlikle. Eğer öyle bir şey duymak için ekran başına oturduysanız; ne bugün duyarsınız ne de yarın duyacaksınız.

Sadece ve sadece biz burada Türkiye’nin gerçek haberlerini paylaşıyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntıları anlatan ve yetkililerin önlem alabilmesi için harekete geçmelerini sağlayabilecek haberleri paylaşıyoruz sizinle. Gerçek haberleri paylaşıyoruz. Çünkü gerçekten büyük sorunlarımız var.

İçeride büyük sorunlarımız var. Hemen sınırın dibinde sorunlarımız var. Bütünlük oluşturmak, sağ duyu ile yaklaşmak, milli birlikten bahsetmek gereken bu günlerde biz Türkiye’nin hem içindeki hem ekonomindeki sıkıntıları sizinle paylaşmak istiyoruz.”

.

(Cumhuriyet, Birgün)

Suriye siyaseti değişirken ”ana akım” medya uykuda mı? – Murat Yetkin

Bu yazı Murat Yetkin’in kişisel blogundan alındı

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 16 Aralık günü Türkiye’nin Suriye siyasetinde 2011’den bu yana en önemli değişikliğin işaretini verdi.

Hükümetin, Suriye’de demokratik bir seçimin yapılması halinde Beşar Esad ilke de çalışmayı düşünebileceğini söyledi.

Bunun anlamı, Türkiye’nin Şimdiye dek izlediği, Esad’ın geçiş döneminde dahi yönetimde bulunamayacağı, geçiş döneminden çıkışta aday dahi olmaması gerektiği yolundaki tutumunu değiştirme işareti vermesidir. “Esed ile asla” katılığında ifade edilen çizginin yerine, artık Suriye’de ne kadar demokratik olacaksa yapılacak bir seçimi kazanması durumunda Esad’ın yeniden komşu ülke devlet başkanı olarak tanınabileceği ihtimalini müzakere masasına sürmektir.

Gerçekten önemli bir gelişmedir.

Bu aslında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Astana sürecindeki ortağı Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin öteden beri izlediği çizgi doğrultusunda bir adımdır. Ama öte yandan ABD’nin ve İsrail’i de rahatsız etmeyecek bir adımdır; daha da zayıflamış ve radikal İslamcı hareketlere kapalı bir Esad Suriye’si gerek ABD Başkanı Donald Trump, gerekse Israil Cumhurbaşkanı Binyamin Netanyahu tarafından kötünün iyisi olarak tercih edilebilir bir seçenektir.

Türkiye’nin Cenevre barış görüşmeleri öncesi böyle bir çizgi değişikliğine kapı aralaması, Suriye’nin geleceği üzerine müzakere masasındaki yerini sağlamlaştırıcı bir gelişme olarak da görülebilir. Keza ABD’nin PYD/PKK ile irtibatına karşı duruşunda elini güçlendirebilir. ABD Münbiç’teki PYD’lileri boşaltmadığı takdirde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Fırat’ın Doğusuna da girebileceği ihtimali artarken önemlidir.

Ve ayrıca Türkiye’nin 2011 sonbaharından itibaren devam eden siyasi çizgisinde kısmi bir özeleştiri anlamına geldiği için de önemlidir.

Nitekim uluslararası basın Çavuşoğlu’nun sözlerini bu açıdan değerlendirdi. Türk okuruysa, Anadolu Ajansı tarafından da duyurulan bu haberi t24 gibi, Duvar, Diken gibi internet sitelerinden, Birgün,Yeniçağ, Aydınlık, Evrensel gibi gazetelerde öne çıkarılmış olarak okuyabildi; ana akım niyetine de Posta’da.

“Ana akım”da ise Çavuşoğlu’nun Fethullah Gülen ve şebekesinin ABD’den ısrarla istenmekte olduğu haberinin alt bölümlerinde’ iç sayfalarda.

Aslında 16 Aralık akşamı Meclis’te Bütçe görüşmeleri sürerken önemli bir AK Parti isminin “Ben Reis’in ağzından öyle bir şey duymadım” demesinden kuşkulanmalıydım; Reis diyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kast ediyordu. AK Parti grubunda, Türkiye’nin dış politikasına dair önemli bir değişiklik sinyalinin Dışişleri Bakanı tarafından uluslararası ve kamuya açıl bir toplantıda dile getirilmesi dahi yeterli olmuyor muydu?

17 Aralık gazetelerine baktığımda kaynağımın ne demek istediğini daha iyi anladım. “Ana akım” Türk gazeteleri, Dışişleri Bakanının Suriye siyasetine dair sözlerini öne çıkarmayı uygun bulmamışlardı. Bu gazetelerin artık iç siyasete pek girmeden Suriye yazmayı güvenli gören yorumcularının çoğu da öyle.

Siyaseten riskli görülen haberlerin gözden kaçırılma, önemsenmeme, ya da görmezden gelinme çabasının artık muhalefet liderlerinin sözlerinin de ötesinde Dışişleri Bakanının sözlerine uzanmaya başladığını görmek düşündürücü.

Bunun bir örneğini de Ankara’da 9 kişinin öldüğü, 43 kişinin yaralandığı tren kazasında gördük. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan’ın Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin (TMMOB) sinyalizasyon yoktu iddiasını doğrulayarak “Gerekli değildir” sözleri “ana akım” medyada yine sadece Posta’da yer aldı. Madem gerekli değildi, kurulmamış sinyalizasyon sistemine neden milyonlar ödendi diye bu akımdan biri çıkar sorar mı dersiniz bir gün?

Sonra neden gazeteler satmıyor, televizyonlar izlenmiyor, internet sitelerimiz okur yitiriyor diye düşünüp duruyor bu alındaki meslektaşlarımız.

Acaba haber ve yorumları “ana akımda” değil başka yerlerde bulacaklarına inandıkları için olabilir mi?

Neyse, biz işimize bakalım. Özet: Suriye siyaseti ciddi değişiklik işaretleri veriyor.

Gelişmelerin devamını yorum ve tahminleriyle bu siteyi izleyerek bulabilirsiniz.

Bu yazı Murat Yetkin’in kişisel blogundan alındı

Şehirde dayanışma ve demokrasi


17 Ekim 2018’de Green European Journal‘da Lech Mergler imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sema Alpan Atamer’ın çevirisi ile paylaşıyoruz. 

***

Özel bir vaka olmaktan uzak, –yandaşları tarafından ‘iyi değişim’ olarak lanse edilen- Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) siyaseti, yaygın küresel eğilimler nedeniyle Dünya çapında birçok yerde bulunuyor. PiS siyasetteki bu değişim talebini kanalize ederek, Polonya’da çok sayıda seçim kazandı. Polonya’nın dışında bu olay, Victor Orban’ın Macaristan’daki hakimiyetinde, Britanya’daki Brexit’e, ABD’de Trump’ın başkan olarak seçilmesinde, Türkiye’de Erdoğan’ın gücünü pekiştiren referandumlarda görülebiliyor. Bu türden siyasi davranışlar, daha önce tahayyül edemeyeceğimiz Avusturya, Fransa ve Hollanda’ya da yayıldı.

Bu olay, toplumun aldatılmış ve statükodan bıkmış büyük kesiminin değişiklik arzusu ile bağlantılı. Demokrasinin durumuna dair bu güçsüzlük hissi ve hayal kırıklığının temelinde “politikacılarımızı seçebiliriz; ama artık politikaları seçemeyiz” duygusu yatıyor. TINA’da (There Is No Alternative=Başka Seçenek Yok) (Britanya’nın muhafazakar başbakanı Margaret Thacher tarafından piyasa ekonomisinin çalışan tek sistem olduğunu iddia etmek ve bu konudaki tartışmalara son vermek için kullanılan slogan) aynı hissi dile getiriyor: her şey olduğu gibi kalmalı. Umutsuzluk kritik bir büyüklüğe erişince, genel yanıt sistemin ve onun elitlerinin körlemesine reddi biçiminde oluyor: bırakalım dibe vursun, böylece sonunda bir değişiklik görebiliriz, ne tür olduğunu boş ver! Polonya’nın kuzeybatısında yer alan Slupsk şehrinin Belediye Başkanı Robert Biedroń, bu duyguyu şu cümlesiyle yakalıyor: “Daha önceki temsilcilerden o kadar bıkmıştı ki, homofobik olmasına rağmen Słupsk halkı, aynılarıyla daha fazla uğraşmaktansa benim gibi bir homoseksüeli seçmeyi tercih etti”. İronik biçimde, Biedroń’un benzerlerinin başarısı, otoriter popülizmin yükselişini açıklayan aynı umutsuzluk duygusundan ateşleniyor.

Eşitsizlik ve güvensizlik, bu politik sapmanın can alıcı kaynakları. Gençlerin işsizliği, değersiz işler, sosyal güvenlik ağlarının olmaması, körüklenmiş ama kavrulup kalmış özlemler, kredi kartı borçları, geleceği görememek: hepsi cesaretsizlik duygusunu besliyor. Ama ayrıca toplumdaki ve kimlikteki çöküşle, devletin halkı terk etmesiyle, anlamlı iletişimsel anlatıların ortadan kalkmasıyla, yalnızlaştırma ve aşağılamayla görülen insan haysiyetinin varoluşsal biçimde hüsrana ve tecavüze uğratılması da var. Bütün bunlar, serbest piyasanın ormanında, yabancı ve düşman dünyanın kaosunda ve küreselleşmenin içinde yer alıyor. 

Küresel çağın açık ve akışkan postmodernizmi, direnç ve itiraz sonucunu getiriyor; çünkü maliyetini yüklenmiş pek çok insan, bu düzen içinde kendi geleceğini göremiyor. Bunun sonucunda, güvenli, uysal, kontrol altında, düzenli ve öngörülebilir görünen bir geçmişin özlemini duyuyor. “Ya bizim yolumuza ya da akışa!” diye bağırıyorlar. Bu, modası geçmiş, aşina ama artık yaşanması mümkün olmayan toplumsal yaşam biçimlerine geri dönüş. Politik terimlerle, genişliği korku ve endişe aşılayan eski bariyerlerin ve sınırların yeniden konması ve kamusal alanda özgürlüklerin kısıtlanması anlamına geliyor. Çoğunlukla eşit bir şekilde dağıtılmayan açıklık ve özgürlükle ilgili hayal kırıklığı,açıklık ve serbestliğe dair gerçek fikirlere karşı düşmanlığa dönüşüyor. Ne de olsa, açıklık ve özgürlük dalgasının, limandaki tüm tekneleri yüzdürmesi gerekiyordu. Ancak günün sonunda, bir kaçı yüzebildi ve pek çoğu geride kaldı.

Kent nedir?

Tarihsel olarak Batı medeniyetlerinde kent, sadece mallar ve hizmetler için değil; aynı zamanda enformasyon, bilgi ve fikirler için bir toplanma ve ticaret yeriydi. Kabaca 8. yüzyıldan itibaren feodalizm denizinde kentler kendilerini otonom adacıklar olarak ilan etmeye başladılar. Orta Çağın meşhur ‘Stadtluft macht frei’ (kent havası özgürleştirir) kuralı, bir kişi, bir kentte bir yıl bir gün geçiriyorsa, feodal sahibinin boyunduruğundan çıkabileceği anlamına geliyordu. Bağımsız şehirler, iç meselelerini halletmedeki karmaşık demokratik yönetişim sistemlerinde, lonca ve şirket bağlantılarında, siyasi temsiliyet ve yurttaşlık konularında otonomdular. Kentler, Avrupa medeniyetinin ve küresel kapitalizmin temelini teşkil ettiler. Ancak sonraları, 18. ve 19.yüzyıllarda ulus devletlerin ve milliyetçiliğin icadı ile birlikte kentlerin etkisi zayıflamaya başladı.

Avrupa şehirlerine ilişkin garip bir paradoks, şehirdeki yaşamın pek çok bakımdan–esas olarak da mekansal bakımdan- sınırlı olması ama bununla birlikte maksimum özgürlüğü sağlamasıdır. Bir kent esasen, yapay biçimde inşa edilmiş ve kısıtlı bir mekanda, sayısız ihtiyaçları ve sahip olduklarıyla yaşamak durumunda olan pek çok insandan ibarettir. Bu yoğunlukta ve bu hareketlilikte, kentlilerin birbirleriyle çarpışma ihtimali yüksektir. Bu nedenle kentlerde mekanın yönetimi, ulaşımdan gürültüye, reklamlara ve binalara kadar çok fazla düzenlemeye tabidir. Kent sakinlerinin her birinin rahatı, diğerlerinin rahatının sınırına kadar genişleyebilir. Diğerlerinin çokluğu, mekanının kısıtlılığı göz önüne alınırsa, rahatlığın kapsamı da sınırlıdır.

Bu katı kısıtlar altında birlikte var olabilmek ancak düşüncelerin özgür olması ve onlara tolerans gösterilmesi, din, kültür, adetler ve dünya görüşü gibi erdemlerle mümkündür. Yüzyıllar boyu eğitilmişcesine, sıkışık mekanlarda başkalarına saygı gösterme ve düşüncelilik, kültürel ortamdaki hareketi de etkiledi. Bu özgürlük; farklılığın, yabancılığın ve çeşitliliğin tehdit olmadığı Avrupa kentinin gerçek ‘doğa’sının ve geleneklerinin ürünüdür. Buna mukabil, bunlar aynı zamanda potansiyelini ve şartlarını geliştiren faktörlerdir ki geniş çaplı kabul görmüş şu misyonunu yerine getirebilsin: ticaret ve ürünlerin, fikirlerin ve insanların akışı.

Siyasi Değişim ve Kentler

Politik değişimin mevcut dalgası, Avrupa kentinin temelinde yatan değerler ile çatışıyor; hatta onları tehdit ediyor. Polonya’da yaygın ve siyaset tarafından körüklenen yabancı karşıtlığı; yüksek öğretim, kültür ve küresel iş dünyasında yayılan yabancılara yönelik antipati ve nefreti üretiyor. Bu da yabancıları hoş karşılamayan bir ülke imajı yaratıyor. Eğer yabancılar, hoş karşılanmadıklarını hissederlerse, turist, işçi ya da öğrenci olarak gelmeyecekler ve Polonya şehirleriyle iş ilişkisine girmek istemeyecekler.

Dünya’nın hiçbir yerinde büyük şehirlerin bu büyük değişimi destekleyemeyeceği olgusu hayret edilesi bir şey değil. Ne Ankara ne de Istanbul, Recep Tayyip Erdoğan’ı referandumda desteklemedi. Paris, seçimlerde Marie Le Pen’e sadece çok az bir oy verdi. Budapeşte, Victor Orban’a ilişkin hayal kırıklığı yaşıyor. Londra, Brexit’i desteklemedi (ve şimdi de Müslüman bir belediye başkanı kenti yönetiyor) ve Avusturya ve Hollanda’nın büyük şehirlerinde yabancı karşıtı partiler, az bir genişleme sağlayabildiler. ABD’nin metropolitan alanlarında da durum aynı. Polonya’ya gelince, büyük şehirler hala muhalefetin tahkim mevki.

Bununla birlikte, Avrupalı muadilleriyle karşılaştırıldığında medeni,sosyal ve kültürel gelişim bakımından çok daha çürük temellere oturan Polonya şehirlerinin durumu daha da güç hale geldi. Orta sınıfın getirdiği kent-karşıtı ekonomik politikalar nedeniyle, Polonya kentinin 300 yıllık yıpranmışlığı son bir kaç on yılda, -hatta belki sadece son 10 yılda- tersine dönmeye başladı. Ayrıca, neoliberalizmin getirdiği çarpık ve ticari ‘ilerleme’, kentsel toplulukların oluşmasını, kentlerin kendi kimliklerini veya ortak kent sevgisini (hemşehrilik ruhunu) geliştirmelerini engelledi -hala da engellemeye devam ediyor- ve kentsel demokrasinin cesaretini kırdı.

Küçük şehirler avucunu yalasın?

Ünlü şair Andrzej Bursa’nın “küçük şehirler avucunu yalasın” sözü, Polonya’daki bölgesel kalkınma tartışmalarında yakıcı bir şekilde hatırlatılır. Bu ibarenin dile getirilmesinin anlamı, sorunun daha derin katmanlarına dikkat çekmektir. Eğer, büyük şehirlere rağmen, siyasi değişim feryadı gerçekten önemli bir daralma yaşıyorsa, o halde büyük şehirler, siyaseten durumla alakalarını kaybediyor, sesleri duyulmuyor ve toplumun geri kalanı ile bağlantıları kopuyor demektir. Bu ayrıca şehirlerin, orta ve küçük ölçekli kasabaları sürükleyip götüren toplumsal eğilimlere muhalif konumda durduğu anlamına gelir. Polonya’da ve diğerlerinde, metropollerle küçük şehirler arasında geniş bir sosyal fay hattı oluşuyor. Buradaki soru, hangisinin çoğunlukta olduğundan ziyade –ki eğer bu sorunun yanıtına bakılırsa genellikle aradaki fark çok az- hemen her yerde potansiyel olarak tehlikeli siyasi eğilimlerin ortaya çıkışını görüyor olmamız. Bu eğilimler büyümeye devam edecek mi?

Bursa’nın sözleri, daha önceki Sivil Platform liderliğinde kurulan hükümetin ‘ilerleme’ politikası için doğrudan kısa bir slogan olabilirdi. Oysa, [politikalarına] ‘kutuplaştırma ve dağılma kalkınması’ ünvanını kazandırdılar. Politikaları,‘yeterince kalkınıldığında; refahın yavaş yavaş kentlerden kırsala doğru akacağı’ varsayımına dayandığından, kaynakları kentsel alanlarda yoğunlaştırmayı öneriyordu. Uygulamada ise, polis karakolları, postaneler, otobüs ve tren güzergahları, sağlık ocakları ve devlet daireleri gibi zaten fakirleşmiş lüksler topluluklarına son verilmesi anlamına geldi. Vaad edilen ilerleme dalgası açıkça taşradakileri geride bırakarak başka bir yerlere geldiğinden, kırsaldakiler değişim isteklerini dile getirmeye başladılar.

Teknelerden kaçı bu dalga ile yerinden kaldırıldı; kaçı geride bırakıldı?Polonya’da en büyük 20 şehir, 8,5 milyon insanı barındırıyor; geri kalan 900 küçük şehir ve kasaba ise 15,5 milyon nüfusa ev sahipliği ediyor. Yani, tüm Polonyalıların neredeyse yarısı, orta, küçük ve çok küçük ölçekli yerleşim yerlerinde yaşıyor; ki bu da siyasi potansiyelin metropoller ile kent çeperleri arasındaki dağılımı hakkında bir fikir veriyor. Bu gerçekleri bu kadar kötü bir şekilde göz ardı eden herhangi bir politika kabul edilemez. Bunu dikkate alınca, böylesine vahim bir adaletsizlik için şimdiye kadar ödenmekte olan siyasi bedelin o kadar da ağır olmadığını söylemek mantıksız olmayacaktır.

Şehirlerin dayanışması ve demokrasi

Zengin şehirlerinde kendi hinterlandları var. Durumu iyi mahallelerin ötesinde statükoya karşı kızgınlık ve düşmanlık potansiyeli barındıran ihmal edilmiş alanlar yatıyor. Şayet kentsel alanlardaki eşitsizlik ve adaletsizlik; marjinalleştirme ve aşağılamadan kaynaklanan sorunlar halledilmezse, buralarda yaşayanlar parça parça ‘karanlık tarafa’ doğru kayacaklar. Metropolitan alanların ‘iyi değişim’i şu an için desteklemediği gerçeği, eninde sonunda bunu yapma potansiyelinin kentlerde olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin hala muhalefetin kalesi olan Poznan’da, PiS Partisinin temsilcilerinin Kent Meclisindeki sandalye sayısı 2014 seçimlerini takiben (her ne kadar hala azınlıktalarsa da) iki katına çıktı.

Büyük kentler hala sadece orta-sınıf rahatlığına sahip kesimlerin yaşadığı yerlermiş gibi, onlara has ihtiyaçlar, sayıları onlardan çok daha fazla olan basit şehir halkınınkilerden daha önemliymiş gibi yönetiliyorlar. Söylemlerdeki aldatan değişimler, kurulu düzen tarafından uygulanan polkitikaların gerçek amaçları hakkında bilgi toplamayı daha güç hale getirdi. Eşitlik ve gelişmeyi kutsayan bu yeni dil, çoğu kez, modası geçmiş neoliberal politikaları bulanıklaştırma amacını taşıyan parlak bir bir cila. Yerel seçimlere katılım oranı yaklaşık yüzde 35-40 civarında. Diğer bir deyişle, oy vermeyenler,seçmenlerin hemen hemen üçte ikisine yaklaşıyor. Bu da şu soruyu akla getiriyor: Bu belirsiz ve sessiz çoğunluk ne istiyor?Bir gün seçim sandığına giderse, neyi ve kimi destekleyecek? Bunun sonucunda ne türden bir değişim ihtimali var?

‘Şehirlerin demokrasisi’, anlamı sadece kentsel alanların içsel süreçlerini- hemşehrilerin sorumlu olduğu kendi kendini yönetme kuralları ve prosedürleri- değil, aynı zamanda ülkenin bütünündeki demokratik sistemde şehirlerin yerini de kapsayan bir slogan. Bu sistem ne kadar demokratik olursa, şehirler o denli özgür, öznel ve otonom. Şehirlerin demokrasisini korumanın ve güçlendirmenin şartı ise dayanışma –hem şehirler arasında hem de şehrin kendi içinde. İfade özgürlüğü sadece, farklı düşünen ve konuşanların ifadelerini koruduğu için şimdiye kadar değer taşıdı. Aynı şekilde, dayanışma da sosyo-ekonomik ayrımları aşmalı; aksi taktirde samimiyetsizliğin önündeki bir duman perdesinden başka bir şey olamaz.

Dayanışma, daha küçük şehirlerin de oturabilmesi için büyük şehirlerin masada yer açması anlamına geliyor. Şehirlerin birbirleriyle yarıştığını görmek isteyen neoliberal dogmaların yerini eş güdüm ve dengenin alması ve bunlarla nötürleştirilmesi gerekiyor. Bu konudaki bir başarısızlık; özgürlük, hoşgörü ve çeşitlilik kaleleri olarak şehirlerin konumlarını zayıflatacak ve onları toplumsal hüsrana ve siyasi entrikalara maruz hale getirecek. Her şeyi tersine çevirmek, şehirler arasındaki dayanışma ve eş güdüm, Avrupa kentinin değerlerini, neoliberalizm ve otoriter popülizmin ötesinde korumak ve geliştirmek için bir yol sunuyor. Bu, şehirlerin demokrasisinin ve özgürlüğünün korunması ve güçlendirilmesi için gereken, karşı-ağırlık.

Kentsel inisiyatiflerin değeri

Çıkarılacak sonuç şu olabilir: Demokrasi ve dayanışma temelinde işlev gören şehirler, pek de ilerici olmayan neoliberal politikalar ile milliyetçi popülizm arasındaki dikotomiyi kırmada önemli bir rol oynayabilir. Kentsel inisiyatifler, yerel siyasi bölünmeleri aşabilecek bir evrensel kentleşmeyi beslemeye odaklanacak bir politik strateji benimsemeli. Yerel kentler seviyesinde özlenen demokrasi, tarihte olduğu gibi, ulusal düzeydeki demokrasi için prototip olarak hizmet verebilir.

Burada, Polonya’daki potansiyel halk hareketleri oldukça önem taşıyor. Bununla birlikte, bu türden inisiyatifler çoğu kez; gayri estetik, ahlaksız ve utanç verici –tek kelimeyle iğrenç- buldukları parti siyasetine ve genelde siyasete tiksinti duyma özelliğini taşıyor.Bu süreçte gerekli öge, ‘yeni şehirli halk’ın temel ihtiyaçlarını kapsayan modern bir anlatı. Yetkilerini iktidardan değil; örgütlü ve dinamik bir hemşehrilik dayanışmasından esinlenerek, hem kent içindeki hem de kentler arasındaki dayanışmanın ilerletilmesinden alan kentsel inisiyatifler tarafından önemli bir rol oynanacak.

Muhtemelen mevcut krizin kökünde yatan siyasi ikileme ve zorlu duruma şehirler çözüm getirecek. Yenilenmiş bir demokrasi için umutlar belki de şehirlerde mevcut.

*

Makalenin İngilizce Orijinali

Yeşil Gazete için çeviren: Sema Alpan Atamer

(Yeşil Gazete, Green European Journal)