PİLOT, 16 Şubat – 23 Mart 2019 tarihleri arasında Gözde Mimiko Türkkan ve Pınar Yoldaş‘ın “Beau Ideal” sergisine ev sahipliği yapıyor.
Gözde Mimiko Türkkan ve Pınar Yoldaş inşa edilmiş bir güzellik anlayışı üzerine düşünen, toplumsal cinsiyet politikalarını inceleyen konulara farklı bakış açılarıyla yaklaşıyor ve “kolektif arzu” kavramını gündeme getiriyor.
Gözde Mimiko Türkkan, fotoğraf serileri, sanatçı kitapları, videolar üreten ve metin bazlı çalışan bir sanatçıdır. Eserleri, öznel bir bakış açısı ve belgeselci tavır ile insanın en derin dürtülerine, arzularına ve korkularına ışık tutmaya çalışırken, toplumsal cinsiyet rollerini, sosyal olarak inşa edilmiş kimlikleri inceler. Türkkan’ın eserleri izleyiciyi cinsiyet klişelerini, ön kabulleri, toplumsal roller, güç ilişkilerini ve bunların nasıl manipüle edildiğini sorgulatır.
Sanatçının, sergideki eserleri, diğerinin bedenini tanımak ve tanımamak arasındaki sınırı kaldıran erotik bir samimiyeti teşvik ediyor. Türkkan, samimiyeti toplumsal sorular sormak için bir araç haline getiriyor, “öteki ben” ile yüzleştiriyor ve dışarıda olanı içeriye davet ediyor. Öz-değerin ölçülmesi Türkkan’ın yöntem ve araçlarının, klişe cinsiyet roller de politikasının temelinin oluşturuyor. “Beau Ideal” ile sanatçı bu temele yeni bir katman daha ekliyor ve ırk ile toplumsal cinsiyetin kesiştiği noktayı irdelemeye başlıyor. Bu, Türkkan için yeni bir yol.
Gözde Türkkan ve Pınar Yoldaş önyargılarla, ana akımla ve imtiyazlı olanlarla yüzleşiyor. Hangi el, kalıba uyum sağlayacak? Hangi bebek mükemmel olacak?
“Aklı başında bir insan evladı çöpe atılmış işe yarar eşyaları toplamanın Hitler’i durduracağını düşünür müydü, ya da kompost yapmanın köleliğe son vereceğini,” diyerek başlıyor Derrick Jensen, “Daha kısa duşları unutun gitsin” adlı yazısına (1). Kapitalist zihniyetin çevresel sorunlara karşı bireysel çözümleri önererek bizi asıl çözümden, yani toplumsal politik direnişten uzaklaştırdığını iddia ediyor. Üretene ses çıkarmayan, bütün sorumluluğu tüketene atan bu bireyselci zihniyet, tüketimini azalt diyerek bizi kandırıyor, sorunu yaratan asıl çarklar dönmeye devam ederken buna engel olabilecek toplumsal direniş hareketini pasifize etmiş oluyor böylece diyor kısacası.
Elbette
sorunu üreten çarkları görmezden gelmek olmaz ama bireysel çabanın toplumsal
aktivizme dinamo olduğunu ve zemin oluşturduğunu gözden kaçırmak, hatta onu bir
pasivizm şekli olarak tanımlamak da affedilemez.
Jensen’e
ilk olarak şunu sormak lazım: Çevresel sorunları yaratan sisteme karşı durup onu
değiştirmek için eyleme geçecek kişilerin bu çevresel hassasiyete hangi yolla
ulaşmış olmalarını beklemeliyiz? Kişilerin sadece bilgi edinerek böyle topyekün
bir harekete geçecek hassasiyete ulaşacağına inanmak fazla naif bir düşünce
şekli değil mi?
Sorun
şu ki Hitler ve kölelik birçok kişinin derdiydi ama çevre birçok kişinin derdi
değil. Dert derken problem olarak görmeyi kastetmiyorum elbette, yoksa
neredeyse herkes problem olarak görüyor çevre sorununu. Dert derken gerçek
anlamda dert etmeyi, bunun sıkıntısını çekmeyi kastediyorum. Birçok kişi bu
anlamda dert etmiyor meseleyi. Ne yazık ki dert etmeyince derman da çıkmıyor.
Ve dert de salt bilgiyle değil eylemle kazınıyor kişinin kalbine.
Bilgi bombardımanına tutulduğumuz çağımızda çoğu bilgi bir kulağımızdan girip diğerinden çıkar. Bilgiyi iki kulak arasındaki bu yolundan çekip onu beyne ileterek idrak etmemizi sağlayan süzgecin kendisi zaten hassasiyet dediğimiz şeydir. Öncelikle belli bir hassasiyetin içimizdeki varlığı alınan bilgiyi idrake çevirir. Bunun yanında idrakin de hassasiyeti artıran bir yanı vardır elbet ama bu makasın bir bıçağı olabilir sadece. Diğer bıçak, yani eylem olmadan, idrake dönüşmüş bilgi hassasiyet yaratma konusunda yetersiz kalır ve gitgide sönümlenir.
Mesela
plastiğin çevreye ve hayvanlara verdiği zararla ilgili bir haber ya da belgesel
izlemiş olabilirim. Midesinden onlarca kapak çıkan kuşlar, torbalara dolanıp
ölmüş balıklar içimi acıtabilir. Değerli olan bu acıdır. Burada seçilebilecek
yollardan biri bu sistemsel bir sorun, benim küçük tasarruflarımla, pratiklerimle
düzelecek bir mevzu değil diyerek acıyı içimizden uzaklaştıracak psikolojik bir
ağrı kesici almaktır. Diğer yol ise her alışverişimizde ürettiğimiz atıkları
gördükçe o başlangıçtaki acının içimize daha da yayılmasına izin vermek; artan
iç huzursuzluğumuz neticesinde de ürettiğimiz atıkları azaltmak adına
pratiklerimizde değişikliğe gitmektir. İlki acıyı unutma yöntemidir, ikincisi
ise canlı tutma. İdrakin acısını eylemle harmanlamadan içinde tutmayı kim
başarabilmiş? Ve hangi acıdan arındırılmış bilgi bir şeyleri değiştirmek
yönünde insanları harekete geçirebilmiş? Oysa dünyayı değiştirenler dert edinmekten
kaçmayıp onla yaşayanlar, ondan derman çıkaranlar değil midir?
Hassasiyet
bilginin idrakini sağlar. İdrak eylemsel değişimle canlı kalır. Eylemsel değişim
ve idrak de hassasiyeti daha da derinleştirerek döngüyü tamamlar. Çevre ya da
herhangi başka bir konu olsun, kanımca sistemsel dönüşümü gerçekleştirecek
toplumsal iradenin yapı taşları, içinde bu döngüyü canlı tutan bireylerdir. Demirel
“Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz” derken toplumsal sorunların
çözümü hakkında ne kadar yanlış bir tavsiyede bulunuyorsa da bireysel rahatlama
açısından o kadar haklı bir tavsiye veriyordu aslında. Meseleleri kendilerine
dert etmekten kaçanlar için meseleler bir noktada kendileri için artık mesele
olmaktan çıkar ve bu bireyler toplumsal sorunu topyekün çözme güçlerini
yitirirler. Oysa toplumsal sıkıntıyı çözme gücünü elinde tutmayı, meseleleri
önce kendilerine dert edinmekten kaçmayan ve içselleştirdikleri bu derde bireysel
bazı adımlar atarak önce kendinde derman arayan kişiler başarabilir. O yüzden
Jensen’e kanıp “daha kısa duşları” unutmamak lazım. Çünkü bugün daha kısa
duşlar almayı unutan kuvvetle muhtemeldir ki yarın su sorununu toptan unutacaktır.
Hatta soruna yönelik daha toplumsal bir çözüm üretecek mevkiye, imkana ya da
bilgiye ulaştığında bu konuda yeterli hassasiyeti geliştirmediği için elindeki
bu fırsatı önemsemeyecek ya da görmeyecektir bile. Mesela keşke Trump daha az
sera gazı üretmek için mümkün olduğu kadar toplu taşıma kullanmayı ya da
hayvansal yerine bitkisel beslenmeyi hayatında pratik eden biri olsaydı. Bugün
Amerika da Paris İklim Anlaşmasından çekilmemiş olurdu böylece.
Elbette
toplumsal dönüşüm, hassasiyete ve güce sahip kişilerin tepeden etkileriyle olur
sadece demiyorum. Toplumsal direniş ve aktivizmle yataydan da toplumsal işleyiş
değişebilir. Tam bu noktada da Jensen’e ikinci sorumuz geliyor: Çevresel
sorunları yaratan sisteme karşı durup onu değiştirmek için eyleme geçecek
kişilerin hangi yolla bir araya gelmiş olmalarını beklemeliyiz? Bu noktada da
bireylerin eylemsel dönüşümü bu bir araya gelişin en büyük kaynağı gibi duruyor.
Ürettiğimiz atıkların çevreye verdiği zararı bilip kendi pratiklerinde bunu
azaltmaya çalışan muhtemeldir ki benzer hassasiyetleri olanları bulacak, onlara
pratikte ne yapabileceğini danışacaktır. Ya da etrafına örnek olarak çevresinde
de benzer hassasiyetlerin oluşmasına sebebiyet verecektir. Bireysel eylem bu anlamda hem belli bir
konuda hassasiyeti olanları bir araya getirerek mıknatıs görevi görür hem de
hassasiyeti çevremize yayma konusunda etkileşim zemini oluşturur.
Mesela
hayvan özgürleşmesi aktivizmini ele alalım. Sokağa dökülüp (tüm) hayvanların
özgürleşmesi adına eylem yapanları bir araya getiren ve tanışıklıklarını
sağlayan mıknatıs direk aktivizmden önce bu kişilerin ilk olarak kendi
hayatlarından hayvan sömürüsünü çıkarma çabası oluyor. Kendimden örnek verecek
olursam ben sokakta hayvan özgürleşmesi aktivizmi yaptığım arkadaşlarımı vegan
pikniklerde ya da sosyal medyada, öncelikle hayvan sömürüsünü hayatından
çıkarmaya çalışan kendim gibi insanları bulmaya çalışırken tanımışımdır. Ve bu
aktivizmlere katılanlar arasında ilişkileri önceye dayanan ve biri diğerinin
pratiğinden etkilenerek benzer hassasiyet geliştirmiş anne-oğul, abla-kardeş,
karı-koca ya da yakın arkadaş çiftleri çoktur.
Özetle bireysel dönüşüm ileride kitlesel harekete geçecek bireyleri bir
araya getirme ve yenilerini yaratma açısından da elzemdir.
Son
olarak temel bir sorum daha var. Ama bu soru Jensen’e değil sadece, hepimize:
Bireysel eylemlerimizle çevreyi ya da hayvanları topyekün kurtaramayacağız,
çabamız çölde bir kum zerresi olarak kalacak diyip neden o birkaç ağacı, birkaç
hayvanı da kurtarmaktan imtina ediyoruz ki? Biraz fazla mı idealistiz? Madem
Demirel’le başladık İnönü ile bitirelim: Bir oy bir oy değil midir? Sonuçta
tasarruf ettiğimiz su bir bitkinin kurumasına engel olacak belki, hava bir
hayvanın ciğerlerine dolacak. Tüketmediğimiz plastik torba bir balığa da
takılmayacak, midemize sokmadığımız her beden bir can taşımaya devam edecek. Varsın
denizde damla çölde kum zerresi olsun, sonuçta o zerreler canlalara denk
geliyor. Bir can bir can değil midir?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki Kültür AŞ ve Cervantes Enstitüsü işbirliği ile 22-23 Şubat 2019 tarihlerinde Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, Modern Avrupa’nın ilk romanı olarak kabul edilen Don Kişot’un yazarı Cervantes ile ilgili bir dizi etkinlik gerçekleştirilecek. Bu etkinlikle İstanbul “Don Kişot Rotası”nda yer alan şehirler arasına resmen girmiş olacak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) iştiraki Kültür AŞ, Cervantes Enstitüsü işbirliği ile 22 – 23 Şubat’ta “Cervantes İstanbul’da” başlıklı bir dizi etkinliğe imza atacak. “Cervantes Türkiye’de” etkinliği, 22 Şubat’ta yazarın Oviedolu Katalina Sultan eserinde bahsi geçen mekânlara yapılacak gezi ile başlayacak. Bu gezide; Cervantes’in eserlerinde bahsi geçen semtlerde, “Don Kişot Rotası”na dâhil edilecek noktaların tespiti yapılacak. Cervantes etkinliği, 23 Şubat’ta Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu’nda Türkiye ve İspanya’dan edebiyatçı, yazar ve akademisyenlerin katılacağı panelle devam edecek. “Cervantes Türkiye’de” aynı gün CRR’de Cervantes Filarmoni Orkestrası’nın ülkemizde ilk kez vereceği konserle sona erecek.
“Cervantes Türkiye’de” ile dünya edebiyatının önemli yazarlarından olan Miguel de Cervantes’in hayatında ve eserlerinde İstanbul’un ve Türklerin izleri sürülecek. Böylece İstanbul’un kültürel tarihi yazılırken yerli kaynaklarla yetinmeyip yabancı kaynaklardan da en iyi şekilde faydalanabilmek amaçlanıyor.
“Don Kişot Rotası”na eklenen İstanbul’daki ana noktalar bu gezide belirlenecek!
Miguel de Cervantes 17. yüzyılın başlarında Oviedolu Katalina Sultan (La gran sultana doña Catalina de Oviedo) isimli yarı gerçek yarı efsane bir manzum eser kaleme aldı. Eser III. Murad devri İstanbul’u ve Topkapı Sarayı’nda geçiyordu.
Cervantes etkinliği, 22 Şubat Cuma günü Cervantes’in bahsi geçen eserinde yer verdiği mekânlardan oluşturulan rotada bir İstanbul gezisi ile başlayacak. Gezi saat 9.00’da Beşiktaş Yıldız Parkı’ndan başlayacak. Rota şu şekilde devam edecek: Yahya Efendi Camii, Dolmabahçe, Kılıç Ali Paşa Camii, Pera, Haliç Tersanesi, Yahudi Mahallesi, Çıfıt Çarşısı, Murat Ağa Hamamı, Yedikule, Topkapı Sarayı ve Ayasofya.
Bu geziyle, Cervantes’in eserinde geçen semtlerde “Don Kişot Rotası”na dâhil edilecek noktalar belirlenecek.
Cervantes’e akademik bakış
Cervantes etkinliğinin ikinci günü CRR Konser Salonu üst fuayesinde düzenlenecek olan, Türkiye ve İspanya’dan edebiyatçı, yazar ve akademisyenlerin katılacağı panelle başlayacak. Panel saat 14.00’te İBB Kültür Daire Başkanı Rıdvan Duran, İBB Kültür A.Ş. Genel Müdürü Kemal Kaptaner ve İstanbul Cervantes Enstitüsü Müdürü Dr. Gonzalo Manglano de Garay’ın yapacağı açılış konuşmalarıyla başlayacak.
Barselona Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Nesrin Karavar’ın moderatörlüğünü üsteleneceği panelde yer alacak konuşmacılar şu şekilde: Madrid Alcala de Henaner Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. José Emilio Sola Castaño, Madrid Compuletense Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. José Manuel Lucía Megías, İstanbul Cervantes Enstitüsü Müdürü Dr. Gonzalo Manglano de Garay, Barcelona Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Isabel Soler Quintana ve Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertuğrul Önalp.
Cervantes ve Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin Elinde Bulunan Bir Esirin Otobiyografisi, Cervantes ve Türk Akdenizi, Edebiyat Nehrinde Cervantes ve Cervantes’in Katalina Sultan Adlı Eserinde Tarihi Gerçeklik ise panelin konuşma başlıkları.
Panel saat 16.30’da belgesel gösterimiyle sona erecek.
Panel’in ardından CRR fuayesinde Cervantes’in Türkiye’de çeşitli dillerde basılmış eserlerinden örneklerin ve döneme ait gravürlerin yer alacağı bir de sergi açılacak.
Cervantes Filarmoni Orkestrası ilk kez İstanbul’da!
Cervantes etkinliği 23 Şubat akşamı saat 20.00’de, Cervantes Filarmoni Orkestrası’nın vereceği konserle sona erecek. Orkestra İstanbul’un Don Kişot Rotası’na eklenmesi vesilesiyle ilk kez İstanbullu müzikseverler ile buluşmuş olacak. Bu özel konseri, Madrid Palakas Orkestrası kurucularından olan ve müzik direktörlüğünü de üstelenen Radu Gheorghe Stan yönetecek.
Konser Don Kişot’a İthafen ve Bâb-ı Âli’ye İthafen olmak üzere iki bölümden oluşacak. Konserin repertuvarındaki eserlerden bazıları şu şekilde: L. Minkus’tan Don Kişot, G. Philipp Telemann’dan Don Kişot Burleski, Lorente’den Don Kişot’un Satılışı Prelüdü, G. A. Tortosa Urrea’dan Müslüman Marşı, Beethoven’dan Türk Marşı ve A. García-Abril’den Dulcinea’ya Şarkılar ve Danslar.
Don Kişot’un izini süren orkestra
Cervantes Filarmoni
Orkestrası, dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Cervantes’in doğduğu
Madrid’in Alcalá de Henares bölgesinde kurulan, bünyesinde çocuk ve genç
orkestralarının yer aldığı Madrid’in en büyük orkestralarından biri. Orkestra, Don
Kişot Rotası (La Ruta de Don Quijote) ile ortak çalışarak bu rotada bulunan şehirlerde
konserler veriyor. Don Kişot rotasında şu şehirler yer alıyor:
Cezayir, Barselona, Lizbon, Alcalá de Henares, Argamasilla de Alba, Azul, Ciudad Real, Córdoba, El Toboso, Esquivias, Madrid, Montevideo, Sevilla, Toledo ve Valladolid.
Dirimart, 20 Şubat – 24 Mart 2019tarihleri arasında Özlem Günyol-Mustafa Kunt sanatçı ikilisinin “Ses-li
Harfler-Ses-siz Harfler” başlıklı galerideki ikinci
kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor.
Sergi, Frankfurt’ta yaşayan sanatçıların bu sergi için ürettikleri yapıtların yanı sıra Maddesel Resimler başlıklı serisini bir araya getiriyor.
Günyol ve Kunt’un yapıtlarının malzemelerini coğrafi ve mimari ölçümler, siyasal semboller, dil, kalıntı ve buluntular oluşturur. Sanatçılar, büyük bir hassasiyet ve gayretle şeyleri parçalarına ayırıp, fizikselliklerinden ve bağlamlarından kopararak yeniden düzenledikleri bir estetiğin arayışındadırlar. Bu aktarımlar ve dönüşümler sadece malzemede değil içerdikleri anlamlarda da, bazen çok radikal biçimlerde gerçekleşir. Avrupa, sermaye, göç, anayasa, eşitlik, aidiyet/dışlanma gibi kavramlar, dönüştürülerek farklı bir estetik deneyimle hissedilir hale gelir.
Basılı kitap ve süreli yayınların teslimini KDV’den muaf tutan
düzenleme bugün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yeni düzenleme ile birlikte,
kanun maddesinde yer alan alt sınır uygulaması da kaldırılmış ve miktarına
bakılmaksızın tüm basılı kitap ve süreli yayın teslimleri muafiyet kapsamına
alındı.
Bugünden itibaren basılı kitap ve süreli yayınlarda KDV uygulanmayacak. İlgili madde şu şekilde:
MADDE 7 – 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasının (n) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “n) 21/6/1927 tarihli ve 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu hükümlerine göre poşetlenerek satılanlar hariç olmak üzere basılı kitap ve süreli yayınların teslimi (Bu bent hükmünün uygulanmasında, bu maddenin ikinci fıkrasında belirlenen had uygulanmaz.),”
Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği ve Karadeniz Kadın Dayanışma Derneği ortaklığında yürütülen kampanya projesi hak temelli bir eşitlik anlayışının toplum tarafından içselleştirilmesini amaçlıyor.
Düzenleme komitesinin açıklamasına göre; sanatsal üretim, gücünü diğer ifade biçimlerinden farklı olarak, tanımsız bir ifade olanağı yaratmasından alır. Bu tür bir özgürlük alanı, bir toplumda farklı seslerin duyulması açısından ayrımcılığa karşı çoğulculuğun ifade özgürlüğünün teminatıdır. Proje kapsamında düzenlenen ve ayrımcılıkla mücadelede sanatın dönüştürücü gücünden beslenmeyi öngören kısa film yarışması, Türkiye’de insan hakları aktivizminin devamlılığının sağlanmasını ve hak temelli sivil topluma duyulan ilginin artmasını amaçlıyor.
Kısa film yarışması, ağırlıklı olarak üniversite öğrencilerini hedeflemekle birlikte, 40 yaşın altındaki sanatçıların ve konuya ilgi duyan herkesin katılımını bekliyor. Ödül kazanan filmlerin gösterimi ödül töreninde yapılacak ve bu filmler ileriki dönemde kampanya finali olarak tasarlanan Eşit Haklar Festivali’nde izleyici ile paylaşılacak.
*Yarışmaya katılacak filmler ırkçılık, din ve inanç ayrımcılığı,
cinsiyet ayrımcılığı, engelli ayrımcılığı, göçmenlere yönelik ayrımcılık,
nefret söylemi, dil ayrımcılığı vb. konularda tekli ayrımcılık üzerine
eğilebileceği gibi çoklu ayrımcılık içeren konuları da ele alabilir.
**“İnsan Haklarına Eşit Erişim Kampanyası”, Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Demokrasi ve İnsan Hakları Avrupa Aracı (DİHAA) tarafından desteklenmektedir.
2015 yılının Aralık ayında anlaşmaya varılan ve bir sene sonra yürürlüğe giren, insanlık tarihinin en geniş katılımlı mutabakat metni Paris İklim Anlaşması’nı ulusal meclisleri tarafından onaylayan ülke sayısı artıyor.
En son Güney Amerika ülkesi Surinam Meclisi tarafından tanınıp, imzalanan anlaşmanın taraf ülke sayısı AB dahil 185’e çıktı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 12 ülkenin ise bu anlaşmayı ne zaman parlamentolarında onaylayacağı bilinmiyor.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) raporunda da bu durumun altı çizilerek, Türkiye’nin iklim değişikliğini önlemek için vaadi olmayan tek OECD ülkesi olduğu vurgulandı ve Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması çağrısı yapıldı.
Geçtiğimiz Temmuz ayında Enerji analisti Özgür Gürbüz, bianet’ten Pınar Tarcan’a verdiği mülakatta, dünya çapındaki enerjinin yüzde 1’ini tüketen Türkiye hükümetinin konuya ilgisizliğinin altını çizerek, Türkiye’nin anlaşma için verdiği taahhütleri gerçekleştirmek için finansal desteğe ihtiyacı olduğunu söylemesinden ötürü ortaya çıkan tıkanmaya işaret etmişti.
İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin de geçtiğimiz Aralık ayında Polonya’nın Katowice şehrinde yapılan 24. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı sonrasında, Cumhuriyet’ten Erinç Yeldan’ın köşesi için kaleme aldığı izlenimlerinde bu tıkanıklığın sebebini şu şekilde açıklıyordu:
“Türkiye ise sera gazı salımlarını düşürmek için kurması gereken yenilenebilir enerji tesislerine finansman desteği almasının önünde engel oluşturacağı gerekçesiyle Paris Anlaşması’nı henüz onaylamadı. Türkiye’nin 1992’de yapılan Çerçeve Sözleşme’nin eklerinde yanlış kategorize edildiği için Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanamadığı ve milli geliri kendisinden yüksek ülkeler gelişmekte olan ülke sayılırken Türkiye’ye haksızlık yapıldığı doğru. Ancak Paris Anlaşması altında ekler sistemi eski önemini kaybetti. Üstelik kategorileri değiştirmek veya Türkiye’ye önemli bir istisna kararı aldırmak konsensüs gerektirdiği için neredeyse imkânsız.“
2017 yılında zamanın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak da bu tıkanmayı açık bir şekilde dile getirmekteydi:
“Türkiye bu anlaşmayı imzaladı ancak parlamentosundan geçirmedi. Sebebi şu; Türkiye gelişmekte olan bir ülke olarak, iklim değişikliği konusunda gelişmiş ülkeler gibi finansal destek verme yükümlülüğü kalkmadığı sürece Türkiye bu noktada muhatap değil… Fransa, Almanya gibi ülkelerin ilgili devlet başkanlarının birçoğu sözlü bir şekilde bize taahhüt vermelerine rağmen hala daha bunu gerçekleştirmediler. Bunu gerçekleştirmeden Türkiye olarak biz, gelişmekte olan bir ülke olarak niye bu yükümlülüğü çekelim? Bu gerçekleşene kadar haklı olduğumuz bu mücadelemiz devam edecek.”
Albayrak’ın mücadelesi
Peki istekleri gerçekleşmediği için Türkiye hükümetinin devam eden mücadelesi neleri içeriyor olabilir?
İşte sizlere çeşitli haberlerden bazı örnekler:
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, 2018’de 101,5 milyon ton yerli kömür üretimiyle Cumhuriyet tarihinin rekorunun kırıldığını bildirdi. Bakan Dönmez, “Söz verdik, başardık! 2018’de, 101,5 milyon ton yerli kömür üretimiyle Cumhuriyet tarihimizin rekorunu kırdık. Milletimizin enerjisi, ülkemizin gücüyle, ‘Bağımsız Enerji, Güçlü Türkiye’ yolunda, cari açığın kapanmasına önemli bir katkı sağladık. Milletimize hayırlı olsun” ifadelerini kullandı. CNNTürk (16.01.2019)
Türkiye’de ihtiyaç sahiplerinin kömür ihtiyacının büyük bir kısmının karşılandığı Çorum’un Dodurga ilçesindeki maden ocaklarında 14 milyon ton kömür rezervinin bulunduğu bildirildi. Yenişsafak(20.02.2019)
TRT Haber ekranlarında enerji sektörüne ilişkin önemli açıklamalarda bulunan Bakan Dönmez, 7 maden sahasının devriyle birlikte kömür üretiminde artış yaşanacağını söyledi, İstanbul Batı Çeltik ve Tekirdağ Kapaklı sahalarında doğal gaz keşfedildiğini de duyurdu. CNNTürk(08.02.2019)
Greenpeace Akdeniz, kömürlü termik santrallerin bulunduğu Kütahya Seyitömer ve Tunçbilek’te hava ölçümü yaptı. 24 saatlik hava ölçümü sonucuna göre, bölgede hava kirliliği Dünya Sağlık Örgütü’nün limit değerinin üç katını gösteriyor. T24 (05.02.2019)
Büyükbaş hayvan sayısının yüzde 6,9 artışla 17,2 milyon başa, küçükbaş hayvan sayısının da yüzde 4,1 oranında artışla 46,1 milyon başa çıktığı 2018 yılında, Türkiye’nin süt üretimi bir önceki yıla göre yüzde 6,9 artarak 22 milyon 121 bin ton olarak gerçekleşti. Gıda hattı(07.02.2019)
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Türkiye’nin sığır varlığının zengin olduğunu dile getirerek, ” Küçükbaş hayvan varlığına bakıyorum, tüm sığır varlığında Avrupa Birliğinde birinci sıradayız. Büyükbaş havyan varlığında da Fransa’dan sonra Avrupa’da ikinci sıradayız” diye konuştu. Sözcü (18.02.2019)
Hatırlatma: Hayvancılık üretimi bugün küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyor.
Türkiye’de trafiğe kayıtlı araç sayısı bir önceki yıla göre yüzde 2,91 artarak, 22 milyon 218 bin 945’ten 22 milyon 865 bin 921’e çıktı. Bunların yüzde 54,2’sini otomobil, yüzde 16,4’ünü kamyonet, yüzde 14’ünü motosiklet, yüzde 8,3’ünü traktör, yüzde 3,7’sini kamyon, yüzde 2,1’ini minibüs, yüzde 1’ini otobüs olurken yüzde 0,3’ünü ise özel amaçlı taşıtlar oluşturdu. Euronews (05.02.2019)
Hatırlatma II: Ulaşım sektörü 2016 Karbon emisyonlarının yüzde 28,5’ini oluşturmaktaydı. Bunun yüzde 90’dan fazlası petrol bazlı araçlardan kaynaklanmaktaydı.
Peki o zaman neyi talep etmeli?
(Yokoluş İsyanı)
Kapalı kapılar ardında verilen sözlerin tutulmamasıyla istekleri gerçekleşmeyen Türkiye Hükümeti’nin mücadelesi sırasında ortaya çıkan karbon emisyonu beraberinde yeni rekorları da getiriyor.
Bu durumda iklim değişikliğinden kaygılı olan Türkiye’de yaşayan yurttaşların talebi ne olmalı?
‘Sevgili Türkiye Hükümetine söz veren Fransa, Almanya gibi ülkelerin ilgili devlet başkanları lütfen verdiğiniz sözü tutun, yoksa hükümetimiz mücadelesine devam edecek’ mi diyeceğiz?
Ya da,
Hükümetin mevcut siyasetinin iklim değişikliği ve etkilerini durdurma konusuna odaklandığı bir “İklim Olağanüstü hali” ilan etmesini talep edip, kırılan rekorların ve bu muazzam artışların faydadan çok zarar getireceğini mi anlatacağız?
Hükümete olduğu kadar – belki de daha çok – komşumuza, arkadaşımıza, ailemize, ortak kaygıda buluştuğumuz insanlara gezegenin öldüğünü anlatmayacak mıyız?
İçinde bulunduğumuz yüzyılda elektrik üretimi açısından karbon emisyonu hesaplarının, üretim maliyetlerini düşürme gayretlerinin ve sürdürülebilirlik kriterlerinin belirleyici olacağı anlaşılıyor. Güneş ve rüzgar enerjisinin dünya genelindeki elektrik üretiminin % 10’unu sağlayan nükleer santrallerin yerini alması sözkonusu ancak, geçiş için altyapı hazırlıkları zaman gerektiriyor. Oysa nükleer enerjiden çıkışın fitilini ateşleyen son olay sekiz yıl önce meydana gelen ve hala devam eden Fukuşima Nükleer Santral Kazası’ydı. Bugün ise nükleerden çıkışta en yaygın argüman iklim değişikliği şartlarında maliyetli; enerji sorunununa hızlı çözüm üretmekten uzak, atık sorunu baki, birçok risk içeren nükleer enerji ile devam edilemeyecek olması ve meselenin alternatif enerji üretimine endekslenmesi.
2018 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre faaliyet halindeki reaktör sayısının 413’e; inşa halindeki reaktör sayısının ise ilk kez 50’nin altına düştüğü göz önüne alınırsa nükleer endüstrinin ciddi bir erozyon yaşadığı aşikar. Nitekim Avrupa’da Almanya’nın başı çektiği nükleerden çıkış kararlarını 2035’te nükleerden çıkacağını açıklayan Belçika, İsveç ve nihayet İspanya izledi. Kuşkusuz, gelişme ve kalkınma adına her yolun mübah sayıldığı yollardan geri dönmek ya da başka bir yola sapmak için de her yol mübah olmak zorunda ki, ben de bu yönde yazılar yazıyorum. Ancak şunu teslim etmek gerekir: Bu yönde atılan kalıcı olsa da ağır bir adım.
5-6 Şubat’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’de Avrupa Parlamentosu Milletvekili Rebecca Harms ve Henrich Boll Stiftung Derneği’nin davetiyle uzmanların buluşturulduğu bir konferanstaydım. Burada edindiğim izlenim nükleerden çıkış mücadelesinde varılan noktanın bir sona değil başlangıca tekabül ettiği yönünde. Zira konferansın odağındaki her yıl yayımlanan benim de yorumlayarak sizlerle paylaştığım Dünya Nükleer Endüstri Raporu’na ait veriler, nükleer endüstrinin enerji pastasından el çektirilmesinin zaman alacağını gösteriyor. Lakin bir taraftan alternatif enerji üretim çözümlerinin oluşturulması diğer taraftan siyasi iktidarların nükleer reaktörlerin söküm maliyetlerinden kaçınmak için reaktörlerin işletim lisans sürelerini uzatarak ertelemelerde bulunması esasen bir nükleer felaketin daha yaşanması ihtimallerini içinde barındırıyor.
Misal, Belçika’da elektriğinin %60’ını sağlamak amacıyla kurulmuş olan toplam 7 reaktörden aktif durumdaki iki reaktörün lisanslarının uzatılmış olması her an nükleer felaket olabileceği endişesini hissettirmekte. Zira ülkenin doğusunda Almanya sınırına komşu Tihange 2 reaktörünün basınç kabında tespit edilen mikroskobik çatlaklarla Tihange’deki aynı Westinghouse teknolojisinin kullanıldığı Doel 3’ün taşıdığı potansiyel tehlike bu endişelerin temelinde yer alıyor. Bu nedenle Brüksel’deki koferansın ardından 10 ve 11 şubat günlerinde bahsettiğim reaktörlerin bulunduğu bölgelere ziyaret yaparak yerel dayanışma gruplarından bilgi almak suretiyle biraz nabız tutmaya çalıştım. Zira yerel yönetimler, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından tayin edilen 30 kilometre mesafedeki alanda iyot hapı dağıtılması uygulamasını 60 kilometre içindeki tüm nüfusu kapsayacak şekilde genişletti. Kaygılı sivil toplum 2017 yılında Hollanda ve Almanya sınır komşularından da katılımla 50 bin kişinin oluştruduğu 90 kilometrelik bir insan zinciriyle Tihange ve Doel nükleer tesislerinde aktif olan bu reaktörlerin kapatılmasını talep etmişti. Fakat, Belçika Hükümetinin 2035 yılını nükleerden çıkış tarihi ilan etmesiyle bu nükleer santrallerin bugün kapalı olan birer reaktörü daha devreye alınacak ve bu reaktörler 16 yıl daha çalıştırılacak.
Antwerp Limanı’na komşu olan Doel 3 reaktörü olası bir Çernobil veya Fukuşima benzeri kaza neticesinde katmerli bir ekolojik felakete yol açabilir. Nükleer felaketlerin baş sorumlusu nükleer lobinin anlayacağı dilden söylersem böyle bir olay dünya ticaretinin durmasına ve kapitalist birikimin büyük zarar görmesine neden olur. Zira dünya geneline satılan petrolün sevkiyatı da buradan yapılıyor. 1990’ların başında Doel köyü dahil toplam 25 köyü yutmuş olan devasa endüstriyel limanın büyük bir ekolojik ve ekonomik kayıp yaşatacağı ortada. Sizce de karbon ayak izlerinin hesaplandığı bir dönemde yaşanabilecek fosil yakıt kirliliğinin bu kadar önemsenmemesi normal mi?
Şimdi tekrar soruyorum, nükleer enerjiden çıkış için gerçekten neyi bekliyorduk biz?
***
1 Mart Cuma akşamı Fukuşima Nükleer Felaketi’nin 8 yıl sonra geldiği aşama ve Türkiye’deki nükleer planlarla ilgili bir söyleşim olacak. Etkinlik detaylarına bu bağlantı üzerinden ulaşarak kayıt yaptırabilirsiniz.
Sırbistan’ın kadın ve açık lezbiyen kimlikli ilk başbakanı Ana Brnabiç ve partneri Milica Djurdjiç’in bebeği dünyaya geldi.
Kaos GL’den Aslı Alpar’ın haberine göre Sırbistan’ın kadın ve açık lezbiyen kimlikli ilk başbakanı Ana Brnabiç ve partneri Milica Djurdjiç’in bebeği dünyaya geldi. Sırbistan Başbakanlık Ofisi, haberi “dünyada bir ilk” olarak duyurdu.
Ana Brnabiç ve Milica Djurdjiç
Haziran 2017’de Sırbistan Devlet Başkanı Aleksandar Vuçiç başbakanlık görevi için açık bir lezbiyen olan Ana Brnabiç’i atadığında dünya basınında bu atamanın parlamento tarafından onaylanmama ihtimalini değerlendiriliyordu. Ülkede 2010 yılında faşistlerin saldırısı nedeniyle iptal edilen ve 2014’ten itibaren ve yoğun güvenlik önlemleri altında yapılabilen Onur Yürüyüşü’nden 2 ay önce gerçekleşen bu atama LGBTİ+ aktivistlerini oldukça sevindirmişti.
Sırbistan’ın ilk kadın ve ilk eşcinsel başbakanı Ana Brnabic
Ancak halen Sırbistan’da eşit evlilik yasal değil. Ülkede 16 Eylül’de düzenlenen Belgrad Onur Haftası’nın teması “Evet De!” olmuştu. Ülkedeki LGBTİ+ aktivistler Onur Haftası’nda hükümetten trans geçiş sürecini tanıması, yasal partnerliği onaylaması, okul müfredatlarındaki ayrımcı içeriğin değiştirmesi ve nefret suçlarına karşı daha geniş önlemler alması talep etmişti.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) son açıkladığı ‘Yaşam Memnuniyeti Anketi’nde 2018 yılında Türkiye’de kendini mutlu olarak nitelendiren kişilerin oranı 2017’ye göre 5 puan azalarak %53.4’ e düştü.
Mutluluk oranı, 2017 yılında erkeklerde %53,6 iken 2018 yılında %49,6’ya, kadınlarda ise %62,4’den %57’ye düştü.
Yaş gruplarına göre mutluluk düzeyi incelendiğinde; 65 ve üzeri yaş grubu, 2017 yılında %66,1, 2018 yılında ise %61,2 ile en yüksek mutluluk oranının görüldüğü yaş grubu oldu. En düşük mutluluk oranı ise 2017 yılında %53,1, 2018 yılında %47,8 ile 45-54 yaş grubunda görüldü.
Yaşam Memnuniyeti Anketi verilerinde evli kadınların evli erkeklere nazaran daha mutlu olduğu görülürken okul bitirmeyen bireylerin daha mutlu olduğu sonucu da ortaya çıktı.
Mutluluk kaynağı değerleri sıralamasında sağlık ilk sırayı aldı. Kendilerini en çok sağlıklı olmanın mutlu ettiğini ifade edenlerin oranı %69 olurken bunu sırasıyla; %15,5 ile sevgi, %8,8 ile başarı, %4,2 ile para ve %2,2 ile iş takip etti.