Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu, Müzik Arkadaşları Derneği ve İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik Araştırma Merkezi (MIAM) işbirliğiyle, “İstanbul’un müzik geleneği” üzerine bir konuşmalar dizisi düzenliyor.
Geçen yılın konuşmalarında, İstanbul ve Türkiye’nin başka bölgelerinden gelen Yunan bestecilerin eserlerinin tanıtımı gerçekleştirilmişti. Bu yıl, İstanbul’un kutsal mekânlarda çalınan müzik, saray müziği, insanların günlük yaşamlarında eğlendiği müzikler gibi İstanbul’un kutsal, halk, eğlence ama her zaman bu şehrin insanlarının hayatlarında yer alan ve İstanbul’un özel karakterini oluşturan müziklerinin tanıtımını yapılacak.
Konuşmalar dizisi 19 Mart Salı günü saat 19.00’da “İstanbul’un kutsal Müziği” başlıklı söyleşiyle devam edecek. Söyleşide Prof. Dr. Safa Yeprem (Marmara Üniversitesi) “İstanbul camilerindeki müzikal tınılar” ve araştırmacı Stelyo Berber de “Bizans Kilise Müziğinin başkenti İstanbul” başlıklı sunumlarını gerçekleştirecekler. Müziğin Arkadaşları Derneği’nden Aleksandros Harkioklis‘in koordinatörlüğünde Sismanoglu Megaro‘da gerçekleşecek söyleşide İngilizceden Türkçeye ve Türkçeden İngilizceye simultane çeviri yapılacak. Konuşmaların ardından müzikler dinletilecek.
Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi, 16 Mart – 7 Nisan 2019 tarihleri arasında, mizah öykü yazarı Atilla Atalay’ın kalemi, çizer Latif Demirci’nin çizgileriyle hayat bulan “Sıdıka” karakterinin sergisine ev sahipliği yapıyor.
1989 yılında “Hıbır” mizah dergisinde ilk yayımlanan, bir mizah şaheseri olan “Sıdıka”, çok geniş kitleler tarafından tanındı ve sevildi. Atilla Atalay’ın yazdığı karakteri, Latif Demirci portresi, boyu, posu, kıyafetleri ile görselleştirdi. ‘Sıdıka’ 1997’de, televizyon dizisi olarak yayınlanmaya başladı. Usta yönetmen Atıf Yılmaz’ın yapımcılığını üstlendiği dizide Sıdıka karakterini oyuncu Hasibe Eren canlandırıyordu. Sıdıka bu diziden sonra edebi karakter, mizahi karakter, çizgi karakter etkisinin yanı sıra bir film kahramanına da dönüştü.
Sıdıka ilk bakışta aile baskısını sonuna kadar hisseden bir ev kızıdır. Ancak onu bir mizah klasiğine dönüştüren asıl özelliği inanılmaz zengin bir dil kullanmasıdır. Kapalı gibi görünen dünyasında aslında dünyanın tüm renklerine açıktır. En çok annesiyle, zaman zaman da ailenin diğer üyeleri ağabeyi ve babasıyla diyaloglarında bir entelektüel, hatta filozof düzeyinde cümleler kurar. Üzerindeki baskıyı ve kapalı dünyasını kurduğu bu cümlelerle bir anti-kahraman olarak anlamsızlığa, saçmaya dönüştürür. Ve neredeyse her cümlesi hayranlarının ezberinde tuttuğu bir mizah başyapıtı haline gelmiştir. Ailenin diğer üyeleri yan tipler, anne, baba ve ağabey de mizah edebiyatı açısından Atilla Atalay’ın kalemiyle örülmüş güçlü karakterlerdir.
1959 yılında kurulan İFSAK, kurulduğu günden bugüne fotoğraf ve sinema kültürünün gelişmesi, daha çok insana ulaşması için çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. Bini aşan üyesiyle, fotoğraf ve kısa film projeleri üreten, paylaşan İFSAK 60. yılının coşkusunu tüm sanat meraklılarıyla paylaşıyor.
Sinema Eleştirmenliği Sohbetleri \’Atilla Dorsay\’ Etkinliği 18 Mart Pazartesi 19.30’da SALON İKSV‘de gerçekleştirilecek.
68 ülkeden toplam 1.406 kısa filmin başvurduğu ve Cannes, Venedik, Berlin gibi önemli festivallerden gelen birçok filmin de yer aldığı festivalde 40 ülkeden 111 kısa ve 3 uzun metrajfilm seyirciyle buluşacak.
Festival’in DENEYİMLER bölümünün konuğu İsrail’in önemli kadın yönetmenlerinden Elite Zexer. Yönetmenin, Sundance Film Festivali’nden ödüllü ve bununla birlikte toplam 16 ödülü bulunan uzun metraj filmi Sand Stormve 2 kısa filmi festivalde izlenebilecek. Sanatçı gerçekleştireceği Masterclass ile de sinemaya dair deneyimlerini festival takipçileriyle paylaşacak.
KISADAN UZUNA’da bu yıl genç yönetmen Mehmet Can Mertoğlu konuk olacak. Sanatçının Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan ve Yılın En Yenilikçi Yönetmeni ödülüne layık görülen ve toplam 15 ödülü bulunan uzun metraj filmi Albüm ile kısa filmleri Yokuşve Fer bu bölümde sinemaseverler tarafından izlenebilecek. Ayrıca Mehmet Can Mertoğlu bir söyleşi ile deneyimlerini aktaracak.
BELGESEL SİNEMA bölümünün konuğu ise Hırvat yazar ve yönetmen Nebojsa
Slijepcevic.
Bu bölümde; yönetmenin Cannes Film Festivali’nde gösterilen yine bol ödüllü belgeseli Srbenka’nın gösterimi gerçekleşecek ve sanatçı Masterclass ile deneyimlerini festival takipçileriyle paylaşacak.
FORUM bölümünde ise kısa filmlerin
fikir aşamasından itibaren desteklenmesi amacıyla düzenlenen KISA FİLM
SENARYO YARIŞMASI yer alıyor. Bu yıl 698 senaryonun başvurduğu
yarışmada finale kalan 8 senaryo arasından en iyi senaryo festivalde
belirlenecek. Bölüm kapsamında Sırp yazar ve yönetmen Gordan Matic senaryo
atölyesi gerçekleştirecek.
Bu yıl festivalde ÖZEL GÖSTERİM Latin Amerika
filmlerine ayrıldı. Atölye söyleşi programı da bu yıl hayli zengin; Hazar
Ergüçlü, Ercan Kesal, Gökhan Tiryaki, Hakan Bıçakçı gibi çok sayıda
değerli sanatçı deneyimlerini festival takipçileriyle paylaşacak.
Ulusal ve uluslararası yarışma kapsamında jüri tarafından
en iyi film seçilecek olan yapımlar, festivalin ardından “Ödüllü
Filmler Üniversitelerde” etkinliği kapsamında Türkiye’nin çeşitli
üniversitelerinde gösterim turuna çıkacak.
14 Mart Perşembe akşamı Artı TV’de yayınlanan Sibel Hürtaş’ın sunduğu
ve HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin konuk olduğu programa,
gazeteci olarak Derya Okatan ve Murat Aksoy’la beraber katıldık.
Programın ilk yarısının sonlarına doğru Temelli’yle aramızda şöyle bir
soru-cevap oldu:
İ. Aktan: Bir arkadaşım geçen gün şöyle söylüyordu: “Ben
Özhaseki’nin asla kazanmasını istemiyorum. Ama Mansur Yavaş’a da oy atıp
kişisel tarihime hiç yakıştıramayacağım, yarın ‘bir solcu olarak ben de
milliyetçi bir isme oy verdim’ demek de istemiyorum.” “Beni” dedi, “tek
bir şey kurtarır. O da benim şahsi yükümü partimin sırtlanması. Yani
partim diyecek ki, şunu yap. Ben de o zaman partim o kararı verdi ben de
bunu yaptım.” Hakikaten pek çok kafada bu tür sorular var. Muhakkak,
insanlar sizin de saydığınız iktidarın pek çok yıkıcı politikalarının
hem mağduru hem tanığı oldular. Büyük olasılıkla herkes buna göre
tercihini yapacaktır ama bir yandan da sanki HDP ortaya bir seçenek
koyuyor ama “ister alın ister almayın” diyorsunuz. Biraz sorumluluğu
seçmenle paylaşma(ma)ya mı meyyalsiniz, ne dersiniz?
Sezai Temelli: Asla böyle bir şey yok. Yani “ortaya
bir şey koyduk, ister alın ister almayın…” Ama tüm seçmenlerimizin tek
tek eleştirilerinin hepsi kıymetlidir, çok önemlidir. Bu duygusal hali
çok iyi anlıyorum. Özellikle ben çok iyi anlıyorum. Kendi tarihimle
anlıyorum, anlayışımla anlıyorum, mücadelemle anlıyorum ama şu anda
faşizme karşı mücadele ediyoruz. Faşizme karşı mücadele ederken burada
bir dayanışma siyasetini var etmek zorundaydık. Bu seçeneği yaratmak
zorundaydık. Özhaseki’den bahsettiniz. Özhaseki şöyle bir şey söyledi,
ilk defa belki de Türkiye’de böyle bir şey söylendi: “Haram oy, helal
oy”. Ayrışmanın geldiği nokta bu. Faşizm böyledir.
Aktan: “Haram oylarını istemiyorum” dedi.
Temelli: “İstemiyorum” dedi. Şimdi burada artık
seçenek netleşmiştir. Özhaseki Ankara’yı yönetemez. Çünkü Özhaseki’nin
kafasında Ankaralılar ayrışmıştır: Haram oylar, helal oylar. Bütün bu
anlayışımızla, evet, duygusal olarak tabii ki içimize sindiremediğimiz,
kırılmalar yaşayacağımız, kolay kolay kabul edemeyeceğimiz şeyler
vardır. Ama faşizme karşı omuz omuza diyerek biz kongremizi yaptık ve
yola çıktık. Bu süreci kırmak zorundayız. Bu gidişat Türkiye için
hayırlı bir gidişat değil. Sonrasında bu sürecin, yani 1 Nisan’dan
sonra, Türkiye toplumu bir değişim özlemi içinde. Bu gidişatın artık
durmasını istiyor, bu gerilimden, bu çatışma ortamından, sürekli
halkların, insanların aşağılandığı, ötekileştirildiği nefret söyleminden
kurtulmak istiyor. Mansur Yavaş da bilecek ki, seçilmişse HDP oylarıyla
seçilmiştir. HDP’lileri yok sayarak, Kürtleri yok sayarak, Ankaralıları
yok sayarak siyaset yapamaz. O da işte bizim gücümüzdür. Ekrem İmamoğlu
seçilmişse, bilecek ki o kentte yaşayan 3 milyon Kürdün oyuyla
seçilmiştir. Kürtlere rağmen siyaset yapamayacağını bilecek. Yapmaya
çabalarsa, zaten siyaseten bir karşılığı olmayacak. O kentin belediye
başkanı olmayacak, olsa olsa o kentin kayyımı olur. İşte siyaset budur.
Biz bu riski alıyoruz. O yüzden de seçmenimize, halkımıza diyoruz ki,
hep beraber bu riski alacağız ama Türkiye’yi de değiştireceğiz.
TEMELLİ’NİN SÖZLERİNİN SKANDALİZE EDİLMESİ
İki saatlik programın sanırım en az çarpıcı diyaloğunun Erdoğan
tarafından meydanlarda “HDP-CHP gizli ittifakının itirafı” olarak
izletilmesi son derece olağan.
Uzun bir süredir HDP-CHP ittifakını kanıtlamaya çalışan iktidar elbette her sözü skandalize edecekti.
Öncelikle TBMM’nin en büyük üçüncü partisi olan HDP’yi terörist ilan
edip daha sonra da bu “teröristle” CHP’yi müttefik göstermeyi başarması
halinde AKP, özellikle İstanbul ve Ankara’daki milliyetçi oyların CHP
adaylarına kaymasının önüne geçeceğine inanıyor.
CHP de AKP’nin bu stratejisinden fena halde korkuyor, ayrı mesele.
Buraya kadar her şey “siyasete” dâhil.
GERÇEĞE SADIK KALMAMA İLANI
Fakat devamı kesif bir tüp gazı kokusu.
Zira Hürriyet gazetesinin web sitesi (ve aynı grubun CNN Türk’ü vs.) Temelli’nin bu sözlerini Twitter’dan şu başlıkla duyurdu: HDP Eş Genel Başkanı Temelli’den açık açık itiraf ve tehdit: “İstanbul ve Ankara’yı İmamoğlu ve Yavaş değil HDP yönetecek.”
Temelli’nin “açık açık itiraf ve tehdit” ettiğini, programda
“İstanbul ve ve Ankara’yı İmamoğlu ve Yavaş değil HDP yönetecek”
dediğini söyleyerek “haberleştiren” Hürriyet’i hakikatle savaşta bu
kadar motive eden ne olabilir acaba? Hakikatin istendiği gibi
yağmalanabilecek kadar sahipsiz olduğuna dair bir inanç mı mesela?
Böylesi bir “haberciliği” siyasetçiler siyasi bir tutum olarak
okuyabilir ama bu aynı zamanda gazeteciliğin hakikate bağlı kalma
ilkesine yönelik saldırıdır da. Öyle ki, zaten bir kesim dışında hiçbir
itibarı kalmayan ve belli ki bunu pek de önemsemeyen iktidar yanlısı
medya bu son “habercilik maharetiyle” bir nevi “gerçeğe sadık kalmamı
beklemeyin” ilanını duvara asıyor.
Normalde ana akım medya “fake news” üretmekte mahirdir. Tarih boyunca
türlü yalan haberler gördük ama çoğu öyle veya böyle “destekliydiler.”
Yalan söyleme sanatı diye bir şey var sonuçta. Fakat öyle görünüyor ki,
iktidar yanlısı medya artık yalan sanatını bile üretemeyecek durumda.
YALANINI YALANLAYAN HABER
O yüzden bizatihi aktardığı içerikle kendi yalanını yalanlayan bir
haberi belki de ilk defa görüyoruz. Temelli’ye atfedilen ve tırnak
içinde aktarılan sözler de, tehdit de, bizzat kendilerinin yayınladığı
videoda ve iki saatlik programın hiçbir yerinde yok. Ama
hurriyet.com.tr, “haberinin arkasında” duruyor!
Nitekim hurriyet.com.tr gelen yoğun tepkiler üzerine şu açıklamayı
yaptı: “hurriyet.com.tr, Temelli’nin açıklamalarıyla ittifaktaki
varlıklarını söylemesi haberini vermiştir. CHP’li adaylar ya da haberi
eleştiren çevreler bizden değil HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’den
açıklama istemelidirler.”
Nasıl yani? Temelli’nin tehdit ettiğini söyleyen ama hiçbir delil
sunamayan söz konusu gazete, insanların aklıyla mı, okurların kendisini
gerçeğe bağlı kalmaya davet etmesiyle mi alay ediyor? Çünkü bu
açıklamasında bile hakikatle savaşa devam ediliyor: “Temelli’nin
açıklamalarıyla ittifaktaki varlıklarını söylemesi haberini vermiştir.”
Halbuki programın hiçbir yerinde Temelli, ittifakta varlıklarının
olduğunu söylememişti.
Peki ya Hürriyet’in ileri sürdüğü Temelli tehdidi nerede?
Hürriyet sanki haberinden haberi yokmuş gibi “ben bilmem, gidin onu
da Temelli’ye sorun” gibi sinik bir tavır takınmayı tercih ediyor:
“CHP’li adaylar ya da haberi eleştiren çevreler bizden değil HDP Eş
Genel Başkanı Sezai Temelli’den açıklama istemelidirler.”
MEKANİK BİR ŞEKİLDE HAREKET EDEN KUKLALAR
Gazetecilik mesleği açısından “söylenmeyeni söylenmiş gibi yazma
hürriyetini” kullanmaktan daha büyük bir tehdit olduğunu düşünmüyorum.
Yalan da bir siyasi faaliyettir ama gazetecilik bu faaliyetin üreticisi
değil, olsa olsa ifşacısı olabilir. Aksisi gazetecilik istismarına
girer.
Travma ve tanıklık alanında çalışan en önemli kuramcılardan Cathy
Caruth, Hannah Arendt’ih Siyasette Yalan kitabının sonsözünde şöyle
diyor: “Yalanın tehlikeli yanı tarihi gizlemesi değil, kendi
eylemini (ve tarihini) hakiki siyasi başlangıçların yerine geçirmesidir.
Arendt, Totalitarizmin Kaynakları adlı kitabında totaliterlikte
‘tarihin toptan yeniden yazımı’ girişiminin yalnızca geçmiş tarihi inkâr
etmekle kalmadığını, ‘tamamen uydurma bir dünya’nın üretimini de
başlattığını söyler. Bu uydurma dünya, hem uydurulan yalanların zorla
gerçeklerin yerine koyulmasıyla, hem de ‘organize’ propaganda ve korku
saçma yoluyla insanların eyleme geçme kabiliyetlerinin tasfiye edilmesi,
böylelikle tamamen öngörülebilir ve mekanik bir şekilde hareket eden
kuklalarla dolu bir dünya yaratılmasıyla oluşturulur.” (Sel Yayıncılık)
Hiçbir gözün “görmedim” diyemeyeceği kadar aleni olan bir hakikatle
savaşa girişmek için epey büyük bir güç lazım. Bırakın belli bir medya
grubunun, siyasi iktidarın kendisi bile böylesi bir mutlak güce sahip
değil. Dolayısıyla iktidar yanlısı medya, hakikatle savaşta muzaffer
olacağını sanıyorsa, fena halde aldanıyor olabilir. Dahası, hangi
sebeplerden olduğunu bildiğimiz üzere üretmeye giriştiği uydurma dünyada
“mekanik bir şekilde hareket eden kuklalar” kendisinden ibaret
kalabilir.
Fakat işin o kısmı biz okurları da gazetecileri de kısmen ilgilendirir; gerisi kendilerine kendilerine kalmış.
Avrupa Parlamentosu Türkiye ile müzakereleri askıya alma kararını verdi. Verince, AKP adına konuşanlara pek sevdikleri bir sözü tekrar etme fırsatı da tanımış oldu. Onlar bu fırsatı kaçırmadı ve hemen “Bu karar yok hükmündedir” dediler.
Askıya alma kararının gelmesi aslında bir “sürpriz” filan değildi.
Bekleniyordu, uyarıları belirmişti. O belli olduğuna göre herhalde “yok
hükmündedir” cevabı da hazırdı. Yani provalar yapılmıştı, replikler
biliniyordu.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz başından beri böyle. Avrupa’da
Türkiye’yi istemeyen bir (kalabalık) kesim olduğu gibi Türkiye’de de
Avrupa’yı istemeyen bir (kalabalıkça) kesim var. Nitekim, özel ve
tekrarı gelmeyen bir konjonktürde “Buyurun, gelin” dediklerinde, o günün
karar sahibi Bülent Ecevit “tehlike”yi savuşturmuştu. O gün ve izleyen
günlerde bu tavrı (yani “Eurosceptic” dediğimiz tavrı) takınma görevi
Atatürkçüler’in sırtındaydı.
Bu bakımdan AKP bir “sürpriz” yapmıştı. “Avrupa Birliği’ne
katılmaktan yanayız ve katılacağız” diyorlardı. Bunu şimdi de
söylüyorlar; ama şimdi bunu söylediklerinde, öyle anlaşılıyor ki,
kendileri de inanmıyorlar. AKP’nin “Reis”i tavrını değiştirmeye karar
verdiği zaman (bu, Gezi’ye tarihlenebilir, sanıyorum), demokrasiyle
birlikte Avrupa Birliği ile de selamı sabahı kesmişti. O zamandan beri
AB ile ilişkilerimizi belirleyen ruh hali “gerilim”.
Gerilimin nedeni konjonktüre göre değişebiliyor, ama kendisi baki.
Seçim kampanyasında konuşma izni vermediler diye kızabiliyoruz, şimdi
olduğu gibi müzakereleri askıya aldıkları için kızabiliyoruz, “Nazi”
diyebiliyoruz v.b.
Türkiye’nin “hal ve gidiş”i bambaşka olsa ve demokrasi sorunları
çözülmüş olsa Sarkozy ya da d’Estaing familyasından Avrupalılar’ın bize
kucak açacaklarını düşünmüyorum. Öylelerinin asil sorununun “demokrasi”
olduğu kanısında da değilim. “Kültürümüz farklı” diyorlar zaten. Ama
Türkiye’nin bugün izlediği rota onların bu gibi ayrıntılara girmelerine
gerek bırakmıyor. “Osman Kavala iddianamesi”nin geçerli sayılabildiği
bir toplumun Avrupa Birliği’ne katılacak demokrasi düzeyinde olmadığını
söylemek yetiyor.
Şimdiye kadar pek çok sefer yazdığım gibi, benim için fiilen Avrupa
Birliği” üyesi olmak o kadar önemli değil. Önemli olan, bunun için
gerekli olduğu söylenen demokratik kültüre sahip olmak. Bu ilkesel
düzeyi tutturduktan sonra “Birlik” içinde üye olsan da olur, olmasan da.
Bu bağlamda, Avrupa’nın şart koştuğu ilkeleri kendisinin ne ölçüde
yerine getirdiği de o kadar önemli değil. Avrupa, oluşmasına herkesten
fazla katkıda bulunduğu “demokratik medeniyet” içinde kalmaktan
vazgeçebilir. Şu dönemde bunun pekala mümkün olduğunu işaret eden
birçok “alamet” de var. Ama o “demokrasi” düzeyi bu dünyada bir kere
oluştu ve bir olgu olarak (şüphesiz “soyut”) var. Dolayısıyla
gerçekleştirilebilir (ve gerçekleştirilmesi gerekli) bir standart. Bu
standarda erişmek önemli, herhangi bir toplum için “en önemli” hedef.
Türkiye’de farklı sosyo-politik çizgilerin Avrupa’ya karşı
takındıkları dışlayıcı tavrın belki “tek” değil ama “temel” nedeni de
bu. Bu çizgiler birbirinin karşıtı, düşmanı v.b. olabilirler. Ama iş
bu demokrasiye gelince çizgiler birleşiyor. Aranıp aranıp bulunamayan
“birlik ve beraberlik” bu noktada kurulabiliyor. Biz bize benzeriz,
demokrasiyi de böyle yaparız. Kimse bize karışmasın.
Nitekim Avrupa Parlamentosu müzakereleri askıya alma kararını
verince—ve AKP sözcüleri “yok hükmündedir” klişesini gardroptan
çıkarınca—Halk Partisi de Avrupa’yı kınamaktan geri durmadı.
Peki, ne demek bu? CHP Türkiye’de bugün varolan düzenin “demokratik”
olduğunu mu düşünüyor? Ahmet Altan’ın ya da Nazlı Ilıcak’ın
“sübliminal” mesajlar vererek darbe yaptığına karar veren mahkemelerle
yaşarken bir yandan da Avrupa ile müzakerede bulunmamızın bir çelişki
olmadığını mı düşünüyor CHP?
Herhalde düşünmüyor. Klasik tavır. “Biz kendi aramızda birbirimizi
eleştiririz, ama başkası bizi eleştirirse hemen ona karşı birleşiriz.”
Bu, öteden beri, Türkiye’yi demokrasiyle bağdaşmayan bir düzen içinde
yaşatmaya kararlı kesimlerin empoze ettiği yaklaşımdır. Şimdi AKP’nin
(ve tabii “Cumhur Cephesi”nin) şampiyonluğunu yaptığı “ötekileştirme”
taktiğinin tutması demektir.
Sonuç olarak Avrupa Parlamentosu’nun kararı ve ona gösterilen tepkiler kendi başlarına çok önemli sayılmayabilir. Avrupa ile kurmayı istediğimiz ilişkiden önce demokrasiyle kurmayı tasarladığımız ilişkiyi gösterdikleri için önemli.
İsveç Enstitüsü’nün girişimi ve UN Habitat, Block by Block & Seferihisar Belediyesi’nin iş birliği ile Seferihisar Çocuk Belediyesi’nin 12-15 yaş arası 25 üyesi, 16-17 Mart 2019 tarihlerinde Minecraft bilgisayar oyununu İzmir Seferihisar’daki çocuk yaz kampını tasarlamak için kullanacak.
UN-Habitat Block by Block, kentlilerin, kentleşme projelerine doğrudan katılımını sağlayan
bir vakıf. Genellikle kamusal projelerde sözü olmayan mahallelileri aktif bir
şekilde süreçlere dahil etmek için güçlü bir görselleştirme ve iş birliği aracı
olarak kullandıkları Minecraft bilgisayar oyunu metodolojilerinin temelini
oluşturuyor.
Atölyenin ana paydaşları İzmir Seferihisar Belediyesi, UN-Habitat Block by Block Vakfı, İsveç Enstitüsü ve Herkes İçin Mimarlık Derneği. Seferihisar Belediyesi uluslararası Cittaslow (Yavaş Kentler) ağına Türkiye’den kabul edilen ilk belediye olarak, Türkiye ve yurt dışında kurduğu tohum bankasıyla, yerel kooperatiflerle, çocuklara ve kadınlara odaklanan projelerle ve yenilikçi teknolojileri tarım ve kent yönetiminde kullanmasıyla tanınıyor.
Stockholm’den Equator Architects, İstanbul’dan DDRLP, ŞANALarch,
Emre Senan Tasarım Vakfı ve Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin üyeleri ile
İzmir’de çalışmalarını sürdüren mimarlar ve akademisyenler iki günlük atölye
çalışmasına katılıp, çocuk, kamusal alan, katılım ve mimari tasarıma dair
tartışmaları zenginleştirecekler.
Çocuklar tarafından üretilen tasarım fikirleri, atölye sonunda
konuklar tarafından tartışılacak. Takip eden aylarda, Herkes İçin Mimarlık
Derneği ve Cut-Paper üyeleri, mimar Evren Başbuğ ve Seferihisar Belediyesi’nden
temsilcilerin danışmanlığında bu fikirleri mimari projelere tercüme
edecek. Çocuk Yaz Kampı’nın inşaatının 2019 yazından önce başlaması
hedefleniyor.
İsveç Enstitüsü sayesinde hayata geçen iş birliği, Dr. Mimar H.
Cenk Dereli’nin küratörlüğünde ve Herkes İçin Mimarlık Derneği ile Cut-Paper,
İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Öğrenci Tasarım
Kulübü’nün katkısıyla gerçekleşiyor.
Bu proje İsveç Enstitüsü, Un-Habitat, Block by Block ve
Seferihisar Çocuk Belediyesi iş birliğidir. İsveç ve Türkiye’den paydaşlar
arasında uzun vadeli karşılıklı yaratıcı değişimi amaçlayan “Equal Spaces”
programının parçasıdır.
Bauhause ekolünün temsilcisi bir okulun yetiştirdiği bir sanatçı olarak iyi bir atölyeci olma özelliğim sayesinde ilk kitabımda ekolojik yapıların tasarım ve atölye tekniklerine bolca yer verdim. Biraz tasarımın doğasından ve doğada yapılabilecek tasarımlara da değinmeden edemedim. Tasarım konusunun derinliği sebebi ile ancak başka bir kitabın konusu olacağından ve şahsına özel tek bir kitapta, bir kısmı yer alabileceğinden, mimari atölyeciliği anlatan kitabımda amacımdan sapmadan yanından geçip bir giriş yaptım. Burada ise eğitimlerimde ve katıldığım tüm söyleşi ile konferanslarımda sıklıkla üzerinde durduğum tasarım konusuna ve ekolojik tasarıma yeniden bir giriş yapmak niyetim var. Tabi ki bahis konusu tasarım olduğunda, öyle tek bir doğru olmadığının da altını çizmemiz gerekir. Tasarım zaten doğası gereği kişiye özel, algı ve duygular ile var edilir. Aşağıda 18 yıllık tasarım dünyamın, 8 yıllık kırsal deneyimimin, şantiyelerimin, eğitimlerimin yarattığı tasarım dünyasından bahsetmek istiyorum.
Tasarım doğayı gözlemleme ve keşfetme arzusu ile başlar. Bu başlangıç kişinin ilk zamanları ile ilişkilidir. Çocuk gelişimi ve eğitimi olarak adlandırdığımız insanı şehir dinamikleri ile sınırlama döneminde, doğa ile bağlarını koparamayan ve içindeki gözlem dürtüsünü törpüleyemeyen kişilerin tasarım ve problem çözme konusunda daha bir başarılı olmaları da aynı sebeptendir. Sonradan tasarımcı olunmaz. Tasarım elbette ki yapılabilir, göze güzel gelen parçalar kurgulanabilir, süslemeci olunabilir, estetik kaygılar ile farklı disiplinlerde çeşitli kurmacalar gerçekleştirilebilir. Tüm bunlar tasarımın içinde yer alacaktır fakat kendisi olamayacaktır.
Tasarım bütüncül bir yaklaşım sergilenmesi zorunlu olan yalın ve fakat detaylar ile bezenmiş insanın zihninde kurulan, duygusal bir olaydır. Gelişmiş empati yeteneği ile, çözülmesi gereken probleme getirilen güncel, sübjektif sözdür. Her bir tasarım, tasarımcı için biriciktir. Tasarımların dikey bir doğrultuda yer aldıkları inanışı yarışma kültüründen gelen yanlı bir inanıştır. Birbirinden üstün tasarımlar yoktur. Doğrular ve yanlışlar vardır. Sübjektif ve öznel bir kurgu dikey değil paralel bir düzlemde seyreder. Başarı popülerlik ile ilişkili değildir. Pop, tasarımın ve sanatın içinde izlenilen yollardan sadece biridir. Önemi olan tasarımın beslenme çeşitliliğinin sağlanmış olmasıdır.
Ekolojik Tasarım da tasarımdan bağımsız değildir. Daha çok bizim son dönemde kullandığımız popüler olan bir yakıştırmadır aslında. Doğduğu Doğadan bağımsız, tüketimi arttıran bir kurgunun, tasarım ile ilişkisi zaten olamaz çünkü. Mimari içinde durum değişemez. Mimarlar önce tasarımcı olma zorunluluklarını bir kenara bırakıp, mesleklerinin teknolojik ve bilimsel taraflarını geliştirdiklerinde bir kıskacı diğerinden abartılı bir büyüklüğe ulaşan yengeçlere benzerler. Sanattan koptukları oranda ofisteki güvenli yuvasından çıkamayan mühendisler gibi sadece kâğıt üzerinde teknik karalamalar ile tatmin olmak zorunda kalırlar. Böyle bir yaşam içerde duyulan eksiklik ve güvensizliğin verdiği küstahlık ve muhteşemlik sanrısı olarak iş hayatına yansıyacaktır. Mesleğinde en zayıf olan için, icra ettiği meslek en kusursuz olan olacaktır. Bu bünyesinde tasarım olan sanattın içinden doğmuş tüm meslekler için benzerlik gösterir. Doğru beslenemeyen her meslek bozuk bir gelişim gösterir, aç bırakılanlar ise iyice yamyamlaşacak, yıpratıcı olacaktır. Bahsi geçen örnekleri kol mesafemizdeki iş hayatımızda kolaylıkla görebiliriz.
Sürdürülebilir malzemelerin ve daha temiz enerjinin peşinden gidilmesi yaşamsal bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. İklim değişikliği, enerji krizi, kuraklık gibi problemlere getirilmeye çalışılan çözüm önerileridir. Yapılarda iklim değişikliği ile alakalı tedbirleri almak demek tasarımcı olmak demek değildir. Sağlıklı, doğal veya endüstriyel ürünleri kullanmak ta ekolojik tasarım yapmış olmak anlamına gelmez.
Bir sanat atölyesi düşünelim, bir köşesinde yağlı boyalar, domuz kılı sert fırçalar sıralanmış, diğer tarafında akrilik boyalar, toprak pigmentler, samur fırçalar, hemen yanında, model çamuru, yontu kalemleri, devamında, ahşap kütükler, oyma takımları olsun. Ve daha burada saymaya kalksak uzunca bir liste tutacak, ancak sanatçı tarafından durma noktası olan malzeme ve aletler silsilesini zihnimizde canlandıralım. Bu atölyede yapılabileceklerin bir sınırı malzemeler açısından yok gibi gözükür. Oysa tasarım olayı tasarımcının doygunluğu ile ilişkili bir var/oluş sürecidir. Malzemelerin çeşitliliği, kalitesi ekonomiyi, yani ekolojik açıdan genellikle kirli yollar ile üretilebilen parayı tanımlar.
Günümüz Türkiye’sinin elitist mimarisi de böyle bir atölyede kendi varoluş sürecini yaşamaktadır. İçerik bakımından malzeme ve teknik zenginliğimiz vardır, binlerce yıllık yerel mimari örneklerimizden son dönemde gerçekleştirdiğimiz zavallı betonarme yığınlarımıza kadar kültürler ve teknikler yelpazesine de sahibiz. Bu geniş malzemeler ve teknikler paletinde amacımı sadece sağlıklı, sürdürülebilir yapılar inşa etmek mi olmalıdır? Amacımız şu an ki çevresel krizden kurtulmak ve günü kurtulmak mı olmalıdır? Popüler olan ekolojik başlığı altında fiyatları yükseltip organik talebi olan alıcıları soymak mı? Bu güne kadar ki gün kurtarma çalışmalarının toplamında bir çözüme ulaşılmadığı gerçeğinin kabul edilmesi gerekir. Bu ne geçtiğimiz 10 yılın, ne de 100 yılın konusudur. Gün kurtarma hastalığımızın uzun yıllardır üstümüzden atamadığımız bir alışkanlığımız olduğunu düşünüyorum.
İçinde yaşadığımız şehirlerin ve yaşama alışkanlıklarımızın tekrarının sadece malzemeleri ve renkleri değiştirerek ekolojik tasarım adı altında görece daha çevreci bir söylemle ortaya atmak, bayat bir yemeğin bir sonraki güne başka bir yemek olarak karşımıza çıkarılmasından başka bir şey değildir. Vitamini kaçmış, besleyici özelliği gitmiş, sürekli maruz kaldığı ısı ile yağı, suyu başkalaşmış bu yemekler bizlerin asıl sorunudur.
Eğitim ve söyleşilerimde sıklık ile karşılaştığım sorulardan biri, bahçe tasarımı ve bitki dünyasıdır. Yapı inşası ve bitki dünyası ayrımı aslında yoktur. Bolca kar etmeyi düşünen bir yüklenici firma değilseniz de (Fırsatçı, cahil bir zihniyet kastedilmektedir.) olamaz. Yapılar inşa etmek ile uğraşan tasarımcıların cesur olup özgün işler ortaya koymaları için yeni bir fırsatımız var.
Küresel muhtelif doğal krizler.
Evet, doğanın bizlere ne
söylediğini biraz dinlememiz gerekiyor. Eminim enerjini temiz elde et demek
yerine, neden bu kadar enerjiye ihtiyacın var demek istiyor. Bizler
alışkanlıklarımızı değiştirmek istemiyoruz amacımız onların
sürdürülebilirliklerini sağlamak. Bu ölmek üzere olan hasta hayvanını bir an
önce kasaba satmaya çalışan leş yediricisinden farksız bir yaklaşım.
Oysa içine sıkıştığımız şehir hayatının daha yaşanılabilir olmasını sağlayacak bir fırsat yakalanabilir. İş yerlerinin ve yaşam alanlarının tasarımında, saksılara bitki hapsetmekten vazgeçebilirsek, bunu başarabiliriz. Yapı dediğimiz duvar topluluğunun içinden, birkaç duvarı yıkmak ile işe başlayabiliriz.
Ekolojik tasarım pasifleştirilmiş günümüz insanının yaşam dinamiklerini değiştirmek ile ilgilidir. Üstlendiği asıl mesele insan yaşamının onarılmasıdır. Sakatlanmış zihinlerin tedavi edilmesi ve duygusal bütünlüğün geri kazanılmasına çalışmaktır. Tasarım odaklı düşünme ve tasarımın ilk maddesi empati yeteneğinin insanlar tarafından geri kazanılmasına çalışılmalıdır. Bu çalışmalar doğadan ayrı düşünülemez. İnşa edilmiş duvarların içinden de gerçekleştirilemez. Tasarımcıların ve mimarların uğraşmaları gereken konular bunlardır.
Malzeme ömürleri, üretimdeki enerji sarfiyatları, kimyasal salınımları bilim insanlarının tasarrufundadır ve öyle de olmalıdır. Bunları yan yana istiflemenin uzun vadede bir faydası olmayacaktır. Dünyadaki en sürdürülebilir malzemeleri ile kurgulanmış bir yapının içinde, yaşayanın yaşam alışkanlığı değişmediği sürece bir yere varılamaz. Doğasının gerekliliğini yaşayamayan hiçbir canlı için ise mutluluk ve sağlık ulaşılabilir olmayacaktır. Toplumsal alışkanlıkların değişimi, diktatör bir rejimin baskıladığı kurallar ile olmayacaksa, ancak tasarım ile olacaktır. Uygar insanın çözümü de tasarım ile olmalıdır.
Tasarımda çizgilerin,
objelerin ve lekelerin haricinde boşlukların da olduğunu yeniden hatırlamak
gerekir. Yaşam alanında bu boşluğun doğa olduğunun idraki son derece önemli.
Arazimizin, bahçemizin, caddemizin yaşam alanımız olduğunu ispat edecek
tasarımlara ihtiyacımız var. Yağmurun toprak ile değil, asfalt ile buluştuğunda sağlığımızı olumsuz
etkilediğini gösteren tasarımların doğması gerekiyor. İzole edilmiş yeşil
enerji ile iklimlendirilmiş çalışma alanlarının ekolojik tasarımla bir ilişkisi
olamaz. Ekonomik ve sürdürülebilir bir tasarımla ilişkisi olabilir ancak.
Islanmış saçlar ve çamurlanmış ayaklar ile işe gidebilme özgürlüğümüzü yeniden elimize almamız gerekiyor. Bedenimizi esen rüzgârda, yağan karda, bizi terleten güneşte özgür bırakamadığımız sürece, özgür ruhlara sahip olamayız. İş yerlerimizi, evlerimizi açık alana taşımadığımız sürece, insanlar içinde yaşadıkları dünyanın farkına varamayacaklardır. Bu iş yılda 15 günlük yaz tatilleri ile çözebileceğimiz kadar kolay değil. Kaybettiklerimizi geri kazanmamız gerekiyor.
Ekolojik bir tasarım kışın
daha az üşüyen ve doğal iklime uyum sağlayan insanların var olmasına çalışır.
İnsan içinde, içinde yaşadığı doğa içinde sağlıklı ve hayırlı olan böyle bir
yaklaşımdır. Üşümekten, terlemekten, yürümekten her hangi fiziksel bir
aktiviteden kaçılmasını sağlayan bir yaşam alanı tasarlamak, hiçbir sorumluluk
almadan ticari bir kaygı ile giden ürünü pazarlamaya çalışan bir tüccar
olmaktan öteye gitmemektedir.
Mimarlar ve tasarımcılar için cesur davranma ve mesleklerinin gereği olan topluma yön verme görevlerinin bilincinde ve sorumluluğunda olma zamanı gelmiştir. Ruhsal dünyanın sağlıklı olabilmesi için canlının doğasının gereğini yaşayabilmesi gerekir. Böyle bir yaşam alanı tasarlayabilmek ise literatür taramaları ile değil, kendini bilme ile başarılabilir. Doğayı bilmeyen canlılar, önce kendi belleklerini kaybedeceklerdir.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bu yıl 5 – 16 Nisan 2019 tarihleri arasında 38. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali, Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli ve başarılı örneklerinin yanı sıra söyleşi ve atölye gibi birçok etkinlik ile dolu bir program sunuyor. Festivalin geçtiğimiz yıl sponsorluğunu üstlenen Vodafone Red, bu yıl festival sponsoru olarak yer almıyor, festival 36. yılındaki gibi sponsorlu olmadan gerçekleşiyor.
Festival, dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 175 uzun metrajlı ve 11 kısa filmden oluşan zengin programıyla festival takipçileriyle buluşuyor. Festival kapsamında 12 gün boyunca, 19 bölümde 45 ülkeden 187 yönetmenin toplam 186 filmi gösterilecek.Festivalde gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, atölyeler, konserler ve özel etkinlikler de yer alacak.
Festival Afişi TBWA\İstanbul ve Berlinli Sanatçı Sebastian Bieniek’ten
Bu yıl, İstanbul Film Festivali sinemanın en ikonik karakterlerinden birini afişine taşıyor. Efsane yönetmen Stanley Kubrick’i ölümünün 20. yıldönümünde özel bir bölümle anacak olan 38. İstanbul Film Festivali, afişinde de Kubrick’in en kült filmlerinden Otomatik Portakal’daki Alex karakterine gönderme yapıyor.
Festivalin afiş görselleri ve iletişim tasarımı TBWA\İstanbul ve Berlinli sanatçı, fotoğrafçı, yönetmen ve yazar Sebastian Bieniek iş birliğiyle hazırlandı. Disiplinlerarası işler yaratan Bieniek insan yüzlerini iki parçaya bölerek yanılsamalar yarattığı Doublefaced serisiyle tüm dünyada tanınıyor.
Festivalin Açılış Filmi Alexis Michalik imzalı “Edmond”
Bu yıl festivalin açılış filmi, “Fransız tiyatrosunun prensi” lakaplı genç deha, dramaturg, oyuncu ve oyun yazarı Alexis Michalik’in son filmi Edmond. Birçok kez Molière ödülüne layık görülen Alexis Michalik, aynı adlı gişe rekortmeni oyununun sinema uyarlamasını da üstlenerek, filmin senaryosunu yazdı ve yönetmenliğini yaptı.
Festival filmleri 8 salonda sinemaseverlerle buluşacak
İstanbul Film Festivali’nde filmler bu yıl Beyoğlu’nda Atlas Sineması, Beyoğlu Sineması, Pera Müzesi Oditoryumu, Nişantaşı’nda Cinemaximum City’s (Salon 7, Salon 3), Gayrettepe’de Cinemaximum Zorlu (Salon 8) ve Kadıköy’de Reks Sineması ve Kadıköy Sineması olmak üzere 8 salonda gösterilecek. Festival gösterimleri 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30 seanslarında izleyicilerle buluşacak.
İstanbul Film Festivali Sinema Ödülleri
İstanbul Film Festivali tarafından sinemaya gönül ve emek veren isimlere takdim edilen Sinema Ödülleri, 4 Nisan Perşembe gecesi UNIQ İstanbul’da yapılacak 38. İstanbul Film Festivali Açılış Töreni’nde verilecek. Festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü usta yönetmen Şerif Gören’e sunuluyor. Sinema Onur Ödülleri oyuncu ve yapımcı Göksel Arsoy ile oyuncu Selda Alkor’a, Sinema Emek Ödülü ise akademisyen Jak Şalom’a verilecek.
Köprüde Buluşmalar
Her yıl Türkiye ve komşu ülkelerden yapımcı, yönetmen ve
senaristleri uluslararası sinema profesyonelleriyle buluşturan ortak yapım,
eğitim ve networking platformu Köprüde Buluşmalar’ın 14’üncüsü,
festival kapsamında 7-12 Nisan tarihleri arasında Anadolu
Efes’in katkılarıyla düzenlenecek.
Türkiye’de bu alanda yapılan ilk etkinlik olma özelliğini
taşıyan Köprüde Buluşmalar, Film Geliştirme, Work
in Progress ve Komşular atölyelerinde Türkiye’den ve
komşu ülkelerden sinemacılara uzun metraj kurmaca ve belgesel projeleriyle
post-prodüksiyon aşamasındaki filmlerinin uluslararası çapta ilk sektörel
sunumlarını yapmak için olanak yaratırken, artistik ve finansal ortak yapımlar
için de zemin hazırlıyor. Köprüde Buluşmalar atölye ödüllerinin
sahipleri 12 Nisan akşamı yapılacak ödül töreninde
duyurulacak.
Köprüde Buluşmalar kapsamında uzmanların katılımıyla düzenlenen ve görsel-işitsel sektörlerdeki yeniliklerin ve film yapımına dair konuların gündeme taşındığı Sinema Konuşmaları ise herkese açık olarak gerçekleştirilecek.
Festivalde Yarışma Heyecanı
38. İstanbul Film Festivali’nde yarışma heyecanı 10 Nisan’da başlayacak. Uluslararası Yarışma, Sinemada İnsan Hakları Yarışması, Ulusal Yarışma, Ulusal Belgesel Yarışması ve Ulusal Kısa Film yarışmalarında ödül kazanan filmler, festivalin 16 Nisan Salı akşamı düzenlenecek Ödül Töreni’nde açıklanacak.
Uluslararası Yarışma
İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde
festivalin büyük ödülü Altın Lale için, “sinemaya yeni bakışlar” temasını izleyen filmler yarışıyor. 38. İstanbul Film Festivali
Uluslararası Yarışma bölümünde 10 ülkeden 12 film yer alıyor.
Sinemada İnsan Hakları Yarışması
13 yıldır sadece İstanbul Film Festivali’nde verilen ödülüyle Sinemada İnsan Hakları Yarışması bu yıl da devam ediyor. Ödül, Eurimages fonunun sunduğu 5.000 Avro para ödülü ile destekleniyor. Yarışma jürisinde, ilk uzun metrajlı filmi Islık Çalmak İstersem, Çalarım ile Berlin’de Jüri Büyük Ödülü ve sinemada yenilikçilik için verilen Alfred Bauer ödülünü, ikinci filmi Box ile Karlovy Vary’de FIPRESCI Ödülü’nü kazanan Romanyalı yönetmen Florin Şerban; oyuncu, yönetmen ve tiyatro yazarı Nihal Koldaş ile yönetmen ve video sanatçısı Adrian Figueroa yer alıyor.
Ulusal Yarışma
Ulusal Yarışma’da Altın Lale Ödülü için, yapımı 2018-2019
sezonunda tamamlanan 9 film yarışacak.
Ulusal Yarışma Jürisi En İyi Film, En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın
Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi
Kurgu ve En İyi Müzik olmak üzere toplam 9 dalda ödül
verecek.
38. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma filmlerini değerlendirecek olan Ulusal Yarışma Jürisi bu yıl yönetmen Ümit Ünal başkanlığında toplanıyor. Ulusal Yarışma Jürisi’nin diğer üyeleri, görüntü yönetmeni Andreas Sinanos, oyuncular Derya Alabora ve Alican Yücesoy ile yazar ve senarist Gaye Boralıoğlu.
Ulusal Belgesel Yarışması
İstanbul Film Festivali’nin belgesel sinemayı ve belgeselcileri desteklemek amacıyla düzenlediği Ulusal Belgesel Yarışması’nda en iyi filme 10.000 TL değerinde En İyi Belgesel Ödülü verilecek. Ulusal Belgesel Yarışma Jürisi’nde yönetmen ve yapımcı Melek Ulagay Taylan, yönetmen Diana Näcke ve yönetmen Didem Pekün yer alıyor.
Ulusal Kısa Film Yarışması
Ulusal Kısa Film Yarışması, İstanbul Film Festivali tarafından kısa film yapımını özendirmek, bu alanda gelişimi desteklemek ve nitelikli kısa filmleri izleyiciye buluşturmak amacıyla yapılıyor. Ulusal Kısa Film Yarışması’nda bu yıl 11 film yer alıyor. Yarışmanın jürisinde ödüllü kısa film yönetmeni Umut Subaşı, oyuncu Esme Madra ve oyuncu Halil Babür yer alıyor.
Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü
2012 yılında kaybettiğimiz yönetmen ve yapımcı Seyfi Teoman anısına
verilen Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü kazanan filmin
yönetmenine sonraki çalışmalarını teşvik etmek üzere CMYLMZ Fikirsanat aracılığıyla 30.000
TL ödül verilecek.
Festivalin Türkiye Sineması bölümünde yer alan Türkiye yapımı uzun metrajlı kurmaca 6 ilk film bu ödüle aday olacak. Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülüjürisinde Berlin Film Festivali Forum bölümünün program yöneticisi ve küratörü Anna Hoffman, yönetmen Banu Sıvacı ve oyuncu Elit İşcan yer alıyor.
Festivalin Bol Yıldızlı Bölümü: Galalar
Galalar bölümünde bu yıl gösterilecek filmler arasında İngiliz tiyatro ve sinemasının en üretken isimlerinden Kenneth Branagh’ın, Shakespeare’in kendi hayat hikâyesinden bir kesiti sinemaya aktardığı, oyuncu kadrosu alıştığımız üzere Ian McKellen, Judi Dench gibi ünlülerle dolu Hepsi Gerçekve Robert Pattinson, Juliette Binoche ve Mia Goth’lu oyuncu kadrosuyla Claire Denis’nin ilk bilim kurgu filmi High Lifeyer alıyor.
2017’de Moonlight / Ay Işığı ile üç dalda Oscar kazanan Barry Jenkins’in uzun zamandır beklenen yeni filmi, James Baldwin’in aynı adlı romanından sinemaya aktarılan Sokağın Dili Olsave İstanbul Film Festivali Sinema Onur Ödülü sahibi İrlandalı yönetmen Neil Jordan’ın başrollerini Isabelle Huppert ile Chloë Grace Moretz’in paylaştığı psikolojik gerilim Greta da Galalar arasında yer alıyor.
Karyn Kusama,Nicole Kidman’ı başrole taşıyan polisiye filmi Destroyerile; Muhteşem Kadın ve İtaatsizlik filmlerinin Şilili yönetmeni Sebastián Lelio ise 2013’te çektiği filmi Gloria’nın başrolü Julianne Moore’a teslim ettiği yeniden yapımı Gloria Bell ile Galalar’da karşımızda.
François Ozon’un Şubat ayında Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan ve en iyi filmlerinden biri olarak övülen son filmi Yüzleşme; Lone Scherfig’in prömiyerini Berlin’in açılış filmi olarak yapan ve Zoe Kazan, Andrea Riseborough ve Bill Nighy gibi göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosunu bir araya getiren filmi Yabancıların Nezaketi gibi merakla beklenen filmler de Galalar bölümünde izleyiciyle buluşuyor. Ayrıca kendine özgü tarzıyla ünlenen müzisyen, romancı, sinemacı S. Craig Zahler’in yönettiği, Mel Gibson ve Vince Vaughn’u perdeye taşıyan yeni polisiye filmi Adaletsiz de bu bölümde yer alıyor.
Festival bu yıl bir ilke de imza atıyor. Netflix’in Türkiye’den ilk orijinal yapımı Hakan: Muhafız, ikinci sezonunun galasını 38. İstanbul Film Festivali’nde yapıyor. Başrolünü Çağatay Ulusoy’un üstlendiği dizinin ikinci sezonunun ilk iki bölümü festival kapsamında gösterilecek.
Başyapıt Fabrikası: Kubrick
38. İstanbul Film Festivali “Sinemacıların Sinemacısı” Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yıldönümünde özel bir bölümle anıyor. Başyapıt Fabrikası: Kubrick,dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkileyen bu benzersiz yönetmenin filmlerini beyaz perdede izleyememiş genç kuşakları ve Kubrick hayranlarını sinemaya çağırıyor. Stanley Kubrick’in yönettiği 13 uzun metrajlı filmin yenilenmiş kopyalarından gösterileceği seçki, yönetmenin filmografisini bir bütünlük içinde sunuyor.
Zurich Sigorta Desteği ile Dünden Bugüne Türk Klasikleri’nde On Kadın
İstanbul Film Festivali, Zurich Sigorta işbirliğiyle
Türk sinemasının en önemli yapıtlarını yeniden sinemaya kazandırıyor.
Sinemamıza birçok başyapıt kazandıran ve bu yıl festivalin Yaşam Boyu Başarı
Ödülü’nü alacak olan Şerif Gören’in 1987 yapımı filmi On
Kadın, Zurich Sigorta işbirliğiyle Atlas Post Production tarafından
restore ediliyor. On Kadın, “Dünden Bugüne Türk Klasikleri”
bölümü kapsamında, yenilenmiş kopyasıyla yeniden beyazperdede izleyiciyle
buluşuyor.
Filmlerinde sıkça kadın sorunlarına eğilen usta yönetmen Şerif
Gören’in Hüseyin Kuzu’nun senaryosundan sinemaya aktardığı On Kadın,
erkek egemen bir dünyada ayakta kalmaya çabalayan kadın portreleri sunuyor.
İstanbul Film Festivali Sinema Onur Ödülü sahibi Türkan
Şoray’ın 9 farklı kadın karakteri canlandırdığı filmdeki diğer
rolleri Erdal Özyağcılar, Songül Ülkü, Bilal
İnci, Hale Akınlı, Asuman Arsan, Oktay Sözbir, Yavuzer
Çetinkaya, Sükan Kahraman, Bora Ayanoğlu, Şule Yaşar, Nizam Ergüden, Selma
Tarcan, Orhan Alkaya, Gülsen Tuncer paylaşıyor. On Kadın’ın
yenilenmiş kopyasının gala gösterimi 10 Nisan Çarşamba akşamı CinemaximumCity’s
Nişantaşı’nda saat 19.00’da gerçekleştirilecek.
Rita Ender’in, Madam Amati” Avrupa’dan İzmir’e bir keman ikonu” kitabı Aras Yayıncılık’ta yayımlandı
Madam Amati, 1902’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarında doğan ve sonraki onyıllarda Avrupa kıtasını kasıp kavuran gelişmelerin sonucu olarak savrulduğu İzmir’de kendine yeni bir yaşam kuran keman sanatçısı Marta Amati’nin yaşam öyküsünü anlatıyor. Madam Amati’nin ölümünden yıllar sonra onun tek bir fotoğrafını İzmir’deki Beth-İsrael Sinagogu’nda gören ve bu gizemli kadının kim olduğunu merak eden Rita Ender, arşivlerde ve İzmirlilerin belleğinde iz sürerek onun hikâyesini ortaya çıkardı. Kemanı ve müziğiyle İzmir sosyal yaşantısının ayrılmaz bir parçası olan, pek çok öğrenci yetiştiren Madam Amati’nin kim olduğu, İzmir’e yerleşmeden önce nasıl bir hayat yaşadığı kimselerin dikkatini çekmemişti. Bu sanatçı kadın aslında kimdi? Hangi rüzgârlar onu Avrupa’dan İzmir kıyılarına atmıştı? Başına neler gelmişti? Ender, bu sorulara cevap bulabilmek için onun nerede doğduğunu, okuduğunu, nerede, nerelerde ve nasıl yaşadığını, çalıştığını, Türkiye’ye nasıl geldiğini, İzmir’de nasıl bir hayatı olduğunu öğrenmeye çalıştı. Bütün bu araştırmaların sonucunda ise ortaya sarsıcı bir hayat hikâyesi çıktı. Berge Arabian’ın fotoğraflarıyla zenginleşen Madam Amati, bir dönemin İzmir’ine dair pek çok önemli tanıklığı da bir araya getiriyor. Rita Ender’in incelikli kaleminden.
Kitaptan:
Marta Amati hayatını müzikle doldurmuş ve doyasıya yaşamış bir kadındı. Ben ona ölümünden 28 yıl sonra bir sinagogda rastladım.
İzmir’deki Beth-İsrael Sinagogu’nda. Sinagogun artık müzeleştirilmiş bulunan ve aslında kadınlar için ayrılmış olan ikinci katında bir org duruyordu. Bu yıllanmış ahşap orgun üzerine bir çerçeve yerleştirilmişti. Çerçevede, keman çalan, hafif kambur, “yaşını başını almış” bir kadının fotoğrafı vardı. Fotoğraftaki o kadının adı ise, çerçevenin hemen altına, orgun üzerine oturtturulan bir kâğıt parçasına yazılmıştı:
“Madam Marta Amati”.
Kimdi Madam Marta Amati?
Fotoğrafı neden oradaydı?
Merak ettim ve sormaya
başladım. Beth-İsrael Sinagogu’nun idarecilerine sordum önce:
“Marta Amati kim?”
“Düğünlerde keman çalardı,”
dediler.
“Tanıyor musunuz onu?”
dedim.
“Tabii,” dediler, “Madam
Amati, bizim düğünümüzde de çalmıştı.”
Çalmıştı ama kimdi o?
Bildiğim, tanıdığım tüm İzmirli Yahudiler ile onun hakkında konuşmaya başladım. Hemen herkes onu anımsıyordu. Onunla birlikte kendi düğünlerini de hatırlıyorlardı. Fakat kimse şu sorulara tam bir yanıt veremiyordu: Neden ona “Madam” diye hitap ediyorlardı? Nereliydi? İzmir’e nasıl ve neden gelmişti? Yahudi miydi?
Bilmiyorlardı.
Kimi Alman olduğunu, kimi Doğu Avrupa’dan geldiğini söylüyordu. Birilerine göre “Belki de savaştan kaçan bir Yahudi”ydi, birilerine göre “Katolik”ti, birilerine göreyse “Cenazesi Kilise’den kalktığına göre Yahudi olamazdı.”
Fakat aslında
bilinmiyordu. Ve bu bilinmezlikte bir tuhaflık vardı.
Yıllar boyunca sinagoga
girip çıkan, her düğünde sesli bir rol oynayan bu müzisyen kadını demek ki hiç
tanımıyorlardı. Onun hayatını merak etmemişlerdi. Halbuki ben biliyordum ki,
İstanbullu bir Yahudi olarak başka bir şehirdeki sinagoga gidip, bir ibadete
veya bir törene katılsam, önce hemen “yabancı”lığım tespit edilirdi. Üstüme
başıma, halime tavrıma bakılır ve ardından şecerem çıkartılırdı. Ailem, işim,
varlığım, eşim dostum tek tek, hızlıca ortalığa saçılırdı. Tabii neden orada
bulunduğumu da mutlaka sorarlardı. Arada belki, ne zaman çocuk sahibi olacağımı
hep beraber konuşma fırsatı bile bulurduk. Sonrasında iyi dilekler dilenirdi ve
ayrılırken aileme selam gönderilirdi.
Peki, Madam ile kime selam
göndermişlerdi?
Kimseye.
Madam İzmir’de yalnızdı.
Kemanıyla ve müziğiyle
kabullenilmişti. Sorgulanmamıştı. Daha doğrusu, koyduğu nazik mesafe ile sanki
o kendini hiç sorgulatmamıştı. Kimseyle içli dışlı olmamış ve kendi meşru
alanını yaratmıştı, sevilmişti. Onun orada olması, yukarıda durması çok
doğaldı. Hatta İzmirli Avram Ventura’nın söylediği üzere, sinagogdaki varlığı
herkese o kadar doğal görünmekteydi ki, eksikliği ancak öldükten sonra
hissedilmişti…
RİTA ENDER
1984’te İstanbul’da doğdu. 2003’te Saint Joseph Fransız Lisesi’nden, 2008’de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Ocak 2010’da avukatlığa başladı. Galatasaray Üniversitesi ve Panthéon – Assas Üniversitesi’nde – Paris II yüksek lisans yaptı ve azınlık hakları üzerine çalıştı. 2001’den beri çeşitli gazete ve dergilerde yazan Ender’in, Mümkündür Mucizeler – Rafael Torel’in Hayatı (Gözlem Yayınları), Kolay Gelsin (İletişim Yayınları), İsmiyle Yaşamak(İletişim Yayınları), Aile Yadigârları (İletişim Yayınları), Objets Portraits (Lior Éditions – Fransa) isimli kitapları ve “Las Ultimas Palavras” başlıklı bir belgeseli bulunmaktadır.