Ana Sayfa Blog Sayfa 2306

CHP: 2019’da 59 gazeteci 200 yıl hapis cezasına çarptırıldı

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, 2020 bütçe görüşmelerinin devam ettiği TBMM Genel Kurulu’nda Türkiye’nin 2019 yılı basın özgürlüğü karnesini açıkladı. Gazetecilerin 2019 yılına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Basın 16 yılda daha özgür hale geldi sözleri ile başladığını anımsatan Çakırözer, “Ama tutuklu gazeteci sayısı 16 yılda 10 kat arttı. Sadece 2019 yılında 59 gazeteci 200 yıl hapis cezasına çarptırıldı” diye konuştu.

Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri davalarını hatırlatan Çakırözer şunları söyledi: “Aynı gazeteciler 2020 yılına haberlerini savunarak giriyor. Birgün gazetesi ve T24, haberleri için suçlanıyor. Artık savcılar akıl dışı suçlamalarına delil bile bulamadıklarını iddianamelerinde itiraf ediyor, iddianameler ‘delil yok itirafnamesi’ haline geldi. Her gün yeni bir susturma yöntemi geliştiriliyor. Gazeteler resmi ilan ambargosu altında. Basın kartı başvuruları tehdit eder gibi bekletiliyor. Cumhurbaşkanı’nın ağzından ‘basın özgürleşti’ diye başladığımız 2019, ne özgürlük yılı oldu ne de reform” dedi.

Utku Çakırözer.

Bütçe tartışmalarının halka ulaşması için özgür basın ve özgür gazetecilere ihtiyaç olduğunu dile getiren Çakırözer, 2019 yılı Basın Özgürlüğü Raporu’nun detaylarını şöyle açıkladı:

Hani daha fazla özgürlük: “Bu yılın başında Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Basınımız on altı yılda daha demokratik, daha özgür hâle geldi.’ Gerçekten öyle mi oldu? 2001 ile 2004 yılları arasında tutuklu gazeteci sayısı 10’du, bugün 11 katına çıktı, 110 oldu. 2019 yılında 59 gazeteciye toplam 200 yıl hapis cezası verildi, 11 gazeteci gözaltına alındı, 19 gazeteci tutuklandı. Dünyada 180 ülke içinde basın özgürlüğünde 157’nci sıradayız, 16 yılda 58 basamak düşmüşüz. Hani daha fazla özgürlük, nerede?

Tüm dünya yazdı Ünker cezalandırıldı: Yüzlerce ülkede dünya liderlerinin vergiden kaçırdığı mal varlıkları haber oldu: Paradise Papers dosyası. Ama sadece Türkiye’de Pelin Ünker bu belgeleri yazdı diye yargılandı, gazeteciliğine ceza kesildi. Tıpkı tüm dünyada şiddeti, tacizi protesto için dans eden kadınların sadece Türkiye’de yaka paça gözaltına alınması gibi. Ülkemizin dünyada böyle anılması hepimizi utandırmalı.

Kavala ve Demirtaş kararları demokrasimiz için ayıp: Sivil toplum kurucusu Osman Kavala, 770 gündür haksız hukuksuz özgürlüğünden mahrum. Ne mahkemesi, ne de Anayasa Mahkemesi bu adaletsizliği sona erdirmedi. Sonunda, tam da İnsan Hakları Günü’nde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye aleyhinde karar verdi ‘Hukuksuzca, siyasi kararla tutuyorsunuz’ dedi. Aynen 3 yıl 1 ay 5 gündür Edirne Cezaevi’nde tutuklu Selahattin Demirtaş gibi. Bu kararlar, sadece Kavala’yı, Demirtaş’ı ve yüzlerce siyasi tutukluyu adaletsiz biçimde zindanda tutanlar için değil, demokrasimiz ve bizler için de çok büyük ayıptır.

Cumhuriyet ve Sözcü davalarında değişen bir şey yok: Bu yılı yargı reformu konuşarak geçirdik, kanun yaptık; haber ve eleştiri artık suç olmayacaktı ama gerçek hiç de öyle değil. Bu yıla girerken Türkiye’nin saygın gazeteleri Cumhuriyet ve Sözcü akıl dışı iddialarla ‘FETÖ’ye destek’ suçlamasıyla mahkeme karşısındaydı. Yıl bitiyor, değişen bir şey yok. Aynı gazeteciler, aynı suçlamalarla, aynı mahkemelerde haberlerini savunarak 2020’ye giriyor.

Tek adam yargısı ne reform dinliyor ne de Yargıtay: Bu yıl yüksek mahkeme kararlarına karşı direnme hukuksuzluğu da zirve yaptı. Cumhuriyet davasında Yargıtay “Bu, gazeteciliktir” dedi, beraat istedi ama alt mahkeme, manşet ve haberleri “terör” olarak görmekte ısrarlı. Tek adam yönetiminin baskısı altındaki yargı ne AİHM dinliyor, ne Anayasa Mahkemesi ne de yargı reformu.

Yargı kararlarına saygı duyulmazsa: Yazar Ahmet Altan 1138 gün tutukluluktan sonra hükümle birlikte tahliye edildi ama örneği görülmeyen bir uygulamayla başka mahkeme tarafından yine tutuklandı. Tabii, devletin başındakiler yargı kararlarına saygı duymadığını ve uymayacağını açıklarsa bu kararlar da kimseyi şaşırtmamalı. Olan, ülkemizin itibarına oluyor.

Doğan Akın-T24.

Savcılar delil bulamadıklarını itiraf etti: Birgün ve Evrensel  gazeteleri ile T24 haber sitesinin yöneticileri de haberleri için, başlıkları için suçlanıyorlar. İşin ilginci, savcılar bu akıl dışı suçlamalara delil bulamadan iddianame yazdıklarını da itiraf ediyorlar, iddianameler ‘delil yok itirafnamesi’ haline geldi.

Brunson serbest, muhabirler yargılanıyor: Amerikalı Rahip Brunson Türkiye’de yargılanırken Trump’ın baskısıyla serbest bırakılıyor. Rahip serbest ama haberini yapan Duygu Güvenç ve Alican Uludağ iki yıl hapis istemiyle hâlâ yargılanıyor.

Tek adam iktidarı sansür rekortmeni: Türkiye’de bilgi sansürlü, Wikipedia üç yıldır yasaklı. 2006 yılında erişim engelli site sayısı 6 iken bugün toplam 288 bin 310 site erişime kapalı. 7 bin 334 haber linki engellenmiş durumda. Tek adam iktidarı, Twitter’a resmî olarak 5 bin 99 kez içerik kaldırma başvurusuyla dünya sansür rekortmeni. Bu da yetmiyor, paylaşımları yüzünden binlerce yurttaş gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.

Her gün yeni susturma yöntemi: İktidar gazetecileri susturmak için her geçen gün yeni yöntemler buluyor. Karar gazetesi ilan ambargosunda olduğunu kendisi açıklamıştı. Şimdi de Birgün gazetesi üzerinde resmî ilan ambargosu var hem de resmi yazıyla. ‘Haberlere imza atmadın. Ajans haberlerini aynen yayımlamadın’ hepsi sudan gerekçeler. Asıl neden belli: Yoksulluğu, yolsuzluğu, kadın ve doğa katliamlarını manşet yapmak.

Sabahattin Önkibar.

Basın kartı başvuruları tehdit eder gibi bekletiliyor: Havuz müteahhitlerinin milyarlık borçları tek kalemde silinirken Anadolu’da yüzlerce gazete 3 kuruş vergi borcu var diye kapanmaya zorlanıyor. Yine sudan gerekçelerle gazetecilerin ekmeğiyle oynanıyor. 685 gazetecinin basın kartı gerekçesiz iptal ediliyor. Sürekli basın kartı sahibi yılların gazetecilerinin başvuruları tehdit gibi bekletiliyor.

Tek adamın tutumu sokağa da yansıyor: Tek adam yönetiminin basın özgürlüğünü korumak bir yana, kısıtlayan, hedef gösteren bu tutumu maalesef sokağa da yansıyor. Ahmet TakanYavuz Selim DemirağSabahattin ÖnkibarHakkı Sağlam ve daha onlarca gazeteci bu yıl sokak ortasında dövüldü ve failleri en ufak bir ceza bile almadı. İşte daha bugün Konya’da DHA muhabiri Hasan Dönmez canlı yayın sırasında saldırıya uğradı.

Bütçede başarının şartı özgürlüktür: Cumhurbaşkanı’nın ağzından ‘basın özgürleşti’ diye başladığımız 2019, ne özgürlük yılı oldu ne de reform. Gazeteciler hapislerde çürütülürken mahkemelerde haberlerini savunmak zorunda bırakılırken bütçeye ne hedef koyarsak koyalım tutmaz. Bütçede, ekonomide başarının şartı hukuk güvenliğidir, ifade özgürlüğüdür, demokrasidir.

 

İBB Ocak’ta Kanal İstanbul çalıştayı yapacak

Düzenlediği deniz çalıştayında Kanal İstanbul projesine ilişkin açıklamalarda bulunan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Kanal İstanbul projesinin İstanbullulara dayatma olduğunu ve kenti tümden değiştireceğini belirterek, “Öne sürülen gerekçelerin yüzde 90’ı geçersiz. 1 milyon 150 bin nüfus oluşturuluyor kanalın etrafında. Hani tankerler, gemiler? Bu yeni bir rant projesi” diye konuştu.

Hayatında hiç dilsiz şeytan olmadığını söyleyen İmamoğlu, “Bu bir siyasi mesele değildir. Bu biri istedi diye ya da istemedi diye yapılıp yapılmayacak bir şey değil. Bu akıl işidir” ifadelerini kullandı.

Yatırım 75 milyardan çok daha fazla

İstanbul’da deniz ulaşımının çok gerilediğini anlatan İmamoğlu, amaçlarının deniz ulaşımından metroya güvenilir, ucuz bir ulaşımı var etmek olduğunu söyledi. İBB Başkanı Kanal İstanbul tartışmalarına da bir kez daha değindi:

“Bahsettiğimiz konu İstanbul’u tümden değiştirecek başka bir yere taşıyacak bir konu. Dolayısıyla verimliliğini, gerekliliğini İstanbulluların dolu dolu tartışılması lazım. 2011 yılında bir seçim vaadi olarak ortaya atılan projenin ne tartışıldığını ne de kamuya açık konuşulduğunu gördüm. Bu dayatmadır. Ben bir iş insanıyım, tahminlerim kuvvetlidir. 75 milyar olduğunu düşünmüyorum, çok daha fazladır bu yatırımlar. Ocak ayının ilk haftası Kanal İstanbul çalıştayı da yapacağız. Ben İstanbul’un coğrafyasının böyle bir değişimi kaldıramayacağını düşünüyorum. Bilimsel gerekçeleri var. Tek başına 135 milyon metrekare tarım alanının yok oluşu bile gerekçedir. Marmara’nın Karadeniz’e etkisi, 8 milyon kişinin bir adada yaşaması durumu. Neden olarak, gemi trafiğindeki artış, teknolojik gelişmeler neticesinde gemi boyutlarının büyümesi, kimyasal taşıyan tankerler gösteriliyor. Gerekçeye bakar mısınız! Yüzde 90’ı geçersiz. İstanbul Boğaz’ından geçen gemi sayısı azalmakta. Bu sudan bahaneyle 10 bin yıllık coğrafyayı böyle bir şeyle paramparça etmenin, ÇED raporunu okumadan önümüze çıkıyorlar, 1 milyon 150 bin nüfus oluşturuluyor kanalın etrafında. Hani tankerler, gemiler? Yeni bir rant projesi mi? 1,5 milyar küpe yakın hafriyat, odalara göre 2 milyarküp.”

İmamoğlu, kendisini bir kişinin ikna edemeyeceğini belirterek, “Beni bilim ve akıl ikna edecek. Bilim ve aklın yatmadığı hiçbir şeyin peşinden gitmeyeceğim. Bu bir siyasi mesele değildir. Bu biri istedi diye ya da istemedi diye yapılıp yapılmayacak bir şey değildir. Bu akıl işidir. Bu sebeple sürece özellikle dahil olmanızı diliyorum” diye konuştu.

İklim aktivistlerinden Norveç ve Kanada’ya mektup: Çocuk haklarını ihlal ediyorsunuz

Greta Thunberg, 14 genç aktivistle beraber Norveç Başbakanı Erna Solberg ve Kanada Başbakanı Justin Trudeau’ya Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettikleri gerekçesiyle çağrıda bulunan bir mektup kaleme aldı. Mektupta, Norveç’in ve Kanada’nın çocuklara karşı gerekli sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiği belirtildi.

Uluslararası planda iklim değişikliğine karşı en etkin mücadeleyi verdiği bilinen Norveç’in, kendi iklim hedeflerini tutturamadığı vurgulanan mektupta ülkenin günde 660 bin varil kapasitesine sahip yeni petrol sahası keşfine de atıfta bulunuldu. Mektuba, ABD’de iklim değişikliğine karşı eylemler yapan 14 yaşındaki Alexandria Villaseñor da imza koydu.

Greta Thunberg daha önce de Norveç ve Kanada’ya iklim değişikliği konusunda yeterince önlem almadıkları için tepki göstermiş ve Kanada’da düzenlenen protestolara katılmıştı.

Doğal gaz ihracatında 2017 yılında Katar’ı geride bırakan Norveç, Rusya’nın ardından dünyanın en büyük ikinci doğal gaz ihracatçısı konumunda bulunuyor. Dünyanın en büyük petrol rezrvine sahip üçüncü ülkesi olan Kanada da doğal gaz ve ham petrol ihracatında dünyanın beşincisi konumunda.

 

 

Sinop’a nükleer santral toplantısına STK temsilcileri alınmadı

Sinop’ta nükleer santral projesi için Ankara’da yapılan İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu (İDK) Toplantısı’nı izlemek üzere başkente giden STK temsilcilerinin bir kısmı toplantıya alınmadı. Sinop Nükleer Karşıtı Platform (NKP) üyeleri, bu durumu protesto ederek, “Halkın ÇED ile ilgili bütün süreçlerin dışında bırakıldığını” belirtti. Toplantıya alınmayan NKP bileşeni temsilcileri, Sinop Belediye Başkanı ve milletvekillerinin katılımı ile Elektrik Mühendisleri Odası’nda (EMO) bir basın toplantısı düzenleyerek, IDK Toplantısı’nın meşru olmadığını kaydetti.

‘Yok hükmünde’ bir toplantı

Sinop Nükleer Santrali, Türkiye’nin ikinci nükleer projesi. 4,560 MWe kurulu gücündeki santralin Elektrik Üretim Anonim Şirketi tarafından kurulan EUAS International ICC Merkezi, Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi tarafından, Abalı Köyü’nün İnceburun mevkiinde kurulması planlanıyor.

Ekoloji Birliği‘nin aktardığına göre, projenin çevresel etkilerinin değerlendirildiği İDK Toplantısı, İller Bankası Sosyal Tesisleri’nde sabah saatlerinde başladı. Toplantının ilk bölümüne NKP Sinop Sözcüsü Zeki Karataş, CHP Sinop Milletvekili Barış Karadeniz, Sinop Belediye Başkanı Barış Ayhan, Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.Aziz Konukman katıldı. Nükleer santrallerin enerji ihtiyacından çok siyasi ve politik bir karar olduğuna dikkat çeken nükleer karşıtları, halkın görüşleri alınmadan düzenlenen toplantının “yok hükmünde” olduğunu belirtti.

Komisyon toplantısının ikinci bölümünde ise komisyon üyelerinin dışında NKP Yürütme Kurulu adına sadece NKP Sinop Temsilcisi Zeki Karataş ve milletvekilleri ile Sinop Belediye başkanlarının katılımına izin verilirken, diğer NKP bileşenleri temsilcilerinin salona girmesine izin verilmedi. Bunu protesto eden nükleer karşıtları toplu halde salonu terk etti.

‘ÇED süreci hukuksuz işletiliyor’

İDK toplantıları ÇED raporları sürecinde önemli bir aşama. Halkın katılımı ile yapılması gereken “Halkın Bilgilendirilmesi” toplantısının ilk aşama olarak gerçekleştirilmesi gerekirken, ikinci aşama olarak da Ankara’da yapılan İDK toplantılarında ÇED ile ilgili “nihai karar” veriliyor.

Ancak, 6 Şubat 2018’de yapılan Halkın Katılımı Toplantısı’na da halkın katılımının engellendiğini anlatan nükleer karşıtları, dünkü toplantıya katılımın da engellenmesiyle, ÇED süreçlerinin hukuk dışına çıkarak işletilmeye çalışıldığını söyledi.

Bunun üzerine EMO Genel Merkezi’nde toplanan NKP bileşenleri temsilcileri, İDK Toplantısı gündemiyle bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya, NKP Yürütme Kurulu adına Erhan Karaçay, EMO Yönetim Kurulu yazmanı İbrahim Saral, Sinop Belediye Başkanı Barış Ayhan, CHP milletvekilleri Orhan Sarıbal, Barış Karadeniz, HDP milletvekili Murat Çepni, Prof. Dr. Aziz Konukman, Mersin NKP sözcüsü Aycan Özkan ve Sinop NKP sözcüsü Zeki Karataş, Sinop NKP üyeleri; Bülent Küçük, Erkan Kabal, Fuat Aydın, Murat Şahin, Mine Batur, Leyla Yurteri, Mersin NKP’den Yusuf Üçay, Avukat Mehmet Horuş, Ekoloji Birliği’nden YK üyesi Adem Çiftçi ve çok sayıda nükleer karşıtı yurttaş katıldı.

Toplantıda konuşan Sinop Belediye Başkanı Ayhan, geçtiğimiz şubat ayındaki Halkın Katılımı Toplantısı’nda da halkın kendine yer bulamadığını hatırlatarak “Bugün yaşadığımız durum da aynı. Halkın tamamının geleceğini ilgilendiren bir toplantıya halk değil de halkı temsilen sadece Sinop Belediye Başkanı’nın çağrılması sürecin bir oldu bittiye getirildiğini gösteriyor. Bu toplantıyı gayrimeşru sayıyoruz” dedi.

Siyasal iktidarın Sinop halkının itirazlarına rağmen santral kurma inadında direttiğine dikkat çeken Ayhan, “Baskılara boyun eğmeyeceğiz. Sinop halkı, Sinop çocukları ve geleceğimiz için mücadelemize devem edeceğiz” diye konuştu.

‘Yatırım, yenilenebilir enerjiye yapılmalı’

CHP’li Karadeniz ise şunları söyledi: “Nükleer inadından vazgeçmeyen iktidar, sürekli olarak Sinop halkının nüfusunun az olduğuna bahsediyor. Herhangi bir kaza durumunda ölen insanların sayısının az olacağını düşünüyorlar. Bizler, Sinop’ta nükleer santral istemiyoruz. Cesedimizi çiğnemeden nükleer santral kurdurmayacağız. Türkiye’de yol bitti, beton bitti, sıra enerjiye geldi. Kendi ceplerini dolduracaklar. Ülkenin cebinden artık elinizi çekin. Ülkemizin nükleere değil, çok daha güzel yatırımlara ihtiyacı var.”

HDP Milletvekili  Çepni ise, halktan izole alanlarda, lobilerle kapalı kapılar ardında gizli kapaklı düzenlenen toplantıları kabul etmediğini belirterek, ülkeyi zehir deposuna benzetti. İzmir Gaziemir’deki nükleer atıkları hatırlatan Çepni, iktidarın santral kararının politik bir karar olduğunun altını çizdi.

Hükümetin enerji politikalarını eleştiren CHP milletvekili  Sarıbal “Kurulu güç yeterli olmasına rağmen bir süreç yürütülüyor. Belli ki birileri para kazanacak.Saray ile yabancı şirketlerin arasındaki pazarlık yeni değil, yabancı şirketlerin derhal ülkemizden gitmesini istiyoruz” dedi; yatırımların yenilenebilir enerjiye yapılması gerektiğini kaydetti.

NKP Mersin Dönem Sözcüsü Aycan Özkan, Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral çalışmaları ve çevreye verdiği zararlara ilişkin bilgi aktarırken, Prof. Dr. Konukman, nükleer santralların dünyada enerji projesi olarak değerlendirilmediğine dikkat çekerek, toplumsal yararı olmayan projeden vazgeçilmesini istedi.

Üç boyutlu direnişin düşzamanı şarkısı: Toprak benim, nehir ben…

Bugün yaşayan en eski medeniyet olduğu kabul gören Avustralya’daki Aborjin halklarının toprağa duydukları bağlılıktan öğrenebileceğimiz şeyler var. Zira İngilizce ab-orginal yani Avustralya’nın ilk yerleşikleri anlamına geldiği üzere, geçmişi 70 bin yıla uzanan, gücünü inanış, değer ve geleneklerinden alan bir kültürden bahsediyoruz. Buna göre, doğayla kurdukları ilişki gereği kültürlerinin parçası saydıkları toprak, diğer canlı cansız varlıklarla, yani gökyüzü, insan, hayvan ve diğer canlılarla birlikte Düşzamanı/Dreamtime yaratılmıştır. Salt insanlarla değil doğayla da “ben”yerine “biz”olmalarından mütevellit, dünyanın geri kalanının ancak 1970’lerde yakaladığı, bugünkü yaygın kullanımıyla “ekosistemsel farkındalığın”içine doğdukları varsayılabilir. Ne var ki, Avustralya’daki tüm yerel halkların bütün birey ve grupları için bu yönde genelleme yapmak doğru olmaz. Bilakis, geri dönüşü olmayan doğa tahribatını kabul eden bazı maden projeleri devlet ve şirketlerle birlikte hareket eden yerel grupların topluluk içinde kurduğu baskı, doğa koruyucuları için üç boyutlu mücadele verilmesini gerektiriyor. Orta Avustralya’nın Tjiwarl kadınlarının Yeelirrie Uranyum Madeni’ne karşı direnişi işte böyle bir ortamda 40 yılı aşkın süredir sabırla ve inatla devam ediyor.

Onlarla geçen hafta bir konferans vesilesiyle ziyaret ettiğim Melbourne şehrinde Avustralya Koruma Vakfı/Austalian Conservation Foundation (ACF)’nın düzenlediği ödül töreninde tanışma imkanı buldum. Vicki Abdullah, daha önce  Shirley Wonyabong ile Elizabeth Wonyabong gibi yaşadığı Tjiwarl topraklarını ve bu topraklardaki biyoçeşitliliği korumak adına yılmadan verdiği mücadelesiyle gelecek nesillere ilham olması için ACF tarafından  Peter Rawlinson prestij ödülüne layık görüldü. Nitekim yıllar önce önce üç ayrı şirketin Yeelirrie Uranyum Madeni’ni kurup işletme Cohayallerini yıkan bu kadınların izleyen süreçte Güney Avustralya Hükümeti’nin desteğini alan Kanada menşeili Cameco Şirketi’nin karşısında sağlam durması gerekecek.  ACF Nükleersiz kampanyasının sorumlusu Dave Sweeney söz konusu projenin 2400 hektarlık(24 kilometrekarelik) bir alanda 2043 yılına kadar işletilmesi planlanan maden operasyonunda, günlük 10 milyon litreden fazla su kullanılacağını, proje nedeniyle bin hatta on binlerce yıl etkisi sürecek olan atık miktarının ise 36 milyon ton civarında olacağını, buna bağlı olarak bazı biyolojik türlerin yok olacağını söylüyor. Kaldı ki ekokırıma yolaçacak yeni bir uranyum madeninin açılmasına Güney Avustralya siyasi iktidarı tarafından su kıtlığının yaşanması garanti sayılan iklim krizi çağında izin verilmiş olması, dünya için bir kayıp, çıkarılacak olan uranyumun ise potansiyel müşterileri olan nükleer santrallere hizmet edeceği aşikar.

Shirley Wonyabong , Pınar Demircan, Vicki Abdullah.

2016 yılında başvuru yaparak Çevre Bakanlığı’ndan madenin açılması için onay alan Cameco Şirketi’ne karşı Çevre Koruma Otoritesi/Environmental Protection Authority(EPA) doğanın tahribatı dolayısıyla türlerin yok olacağını söyleyerek karşı çıkarken, Tjiwarl kadınları da topraklarının zehirlenmesine izin vermeyeceklerini söyledi. Süreç mahkemeye taşındı. Vicki Abdullah ve arkadaşları yıllardır verdikleri mücadelenin bir benzerini kararı bir üst mahkemeye taşıyarak  gösterdi ve Tjiwarl topluluğunun sesinin mahkeme salonunda duyulmasını sağladı. Ancak 2017 yılında Proje Çevre Bakanlığı tarafından onaylanınca üç kadın bu kez “Vazgeçmeyeceğiz, topraklarımız değerlidir ve biz yasalar değişene kadar mücadele edeceğiz”dediler. Son sekiz yıldır direnişlerinin sesini uluslararası düzeyde duyurmak için çeşitli ülkelerden katılımcılarla bir haftadan ile bir ay arasında değişen sürelerle uzun dayanışma yürüyüşleri organize ediyorlar. Tjiwarl kadınları topraklarını uranyuma kurban etmemekte kararlı. Vicki Abdullah şirkete şöyle sesleniyor: “ Vazgeçmeyeceğiz, yasalar değişene kadar mücadeleye devam edeceğiz. Cameco şirketi Yeelirrie  Uranyum Madeni’ni açmak istiyorsa kendisini uzun bir maliyetli bir mücadeleye hazırlasın!”

Esasen gençlere ilham olacak Tjiwarl kadınlarınıncda ilham aldıkları biri var: Avustralya’nın 1950-60 yıllarındaki  nükleer silah testlerinin etkilerinin öğrenilmesini sağlayan ancak 2017 yılında hayatını kaybeden nükleer karşıtı aktivist Yami Lester. Standing Strong/ Sağlam duruş çatısında toprak hakkı aktivisti olan ve nükleersiz ödülü de alan Lester, Güney Avustralya doğa ve insan hakları için ömrü boyunca yıllarca mücadele verdiYankunytjatjara  bölgesinde yaşarken 1950’lerde Birleşik Krallık tarafından gerçekleştirilen nükleer bomba denemeleri nedeniyle 10 yaşında  kör olan Lester, aniden kör oluşunun yaşadığı coğrafyada yıllar içinde artan orandaki hastalıkların da nedeni olan radyoaktif kirliliğe bağlı olduğunu savundu. 74 yaşındayken verdiği röportajda “Radyoaktif kililiğin ne olduğunu yaşayarak öğrendim” diyen Lester topraklarının nükleer atık sahası yapılmak istenmesine karşı beraberindeki halklarla  direndi: “Çok endişeliyiz. Güney Avustralya insanları olarak bölgemize nükleer atıkların konmasını istemiyoruz. Hükümet bitmeyecek problemleri olan bu radyoaktif kirlilikle bizi neden karşı karşıya bırakıyor?” Nükleer atık projelerini eleştirirken bir taraftan da Emu Junction ve Maralinga’da 1950’lerde yapılmış olan nükleer testler nedeniyle oluşan radyoaktif kirliliğin hala insan sağlığı ve doğa  üzerindeki etkisini sürdürdüğünü hatırlatıyordu. Lester ve arkadaşları 1994-2004 yıllarında nükleer atık projesini iptal ettirdikleri gibi 2015-2017 yıllarında da hükümetin desteklediği yüksek dereceli nükleer atık ithalatına karşı çıktı, halkın bilgilendirilmesine çalışarak, kampanyalar organize etti. Onların bu çabası mecliste de temsiliyetsiz kalmadı. Güney Avustralya topraklarına nükleer atık ithalatını öngören bu projeler, yasama süreçlerinde ağırlığını koyan İşçi Partisi’nin engellemesiyle  tamamen duruduruldu. Bu sonucu üç ay önce, 2019 yılının Eylül ayında hayatını kaybeden Avustralya’nın Narungga’sından insan hakları aktivisti Tauto Sansbury 2017 yılında şöyle yorumlamıştı: ” Uluslararası nükleer atık planının tarihin çöplüğüne göndermek bizim zaferimizdir. Bugünkü İşçi Partisi lideri Jay Weatherill’in Güney Avustralya’yı koruma kararını kutluyoruz. “

Vicki Abdullah, fonda Yami Lester (Görsel: Nükleersiz Platformu)

Yami Lester’in nükleer atıklara karşı mücadelesinden ilham alarak uranyum madenine karşı mücadele eden Tjiwarl kadınlarının Avustralya içinde ve dışında  ilham vereceği gençleri düşünüyorum. Uzamda ve zamanda sınır tanımayan radyoaktif mağduriyete karşı nükleer zincirin her halkasına karşı direnişin özellikle iklim krizinin şekillendirdiği belirsizlikler çağında zamana yenilmeden küresel olarak yükselmesi bir zorunluluk. Lakin şirketlere karşı başarının bir an önce yakalanması için bazı mekanizmaların eksikliği duyulabilir. Diğer bir deyişle direnişi örenlerin dönüp arkasına baktığında  insanın ve doğanın haklarını kendisiyle birlikte savunan ve mecliste ağırlığını koyabilecek bir siyasi mekanizma görmeye ihtiyacı olabilir. İşte o zaman insan kendi neslinin ve doğanın haklarını savunma ihtimali bulunan siyasi mekanizmayı önce kendisinin savunması gerektiğini fark edebilir. Fark edilmesi dileğiyle…

* Şarkı Spiritual son of the Aborgine, kaynak:  https://www.creativespirits.info/aboriginalculture/spirituality/what-is-aboriginal-spirituality 

(Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

COP25’de ikinci haftanın gündemi yeni karbon piyasaları  

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde ikinci hafta önemli tartışmalarla devam ediyor. Delegeler ve bürokratlar bir yandan yoğun bir biçimde metin üzerine çalışırken diğer yandan liderler sahne almaya başladı. Dün, aralarında Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da olmak üzere 30’un üzerinde üst düzey lider zirvede konuşma yaptı. 

Müzakereler cephesinde ise karbon piyasaları, kayıp zarar ve 2020 hedefleri halen tartışma masasında. Kayıp ve zarar ile ilgili metin hazır olduğu ve liderlerin önünde bulunduğu belirtiliyor.  Karbon piyasaları konusunda ise, yeni bir mekanizma olacağı konusunda herkesin hem fikir olmasına karşın nasıl bir piyasa olacağı konusunda soru işaretleri devam ediyor. Özellikle Kyoto Anlaşması zamanında, kalacak olan kredilerin kullanılıp kullanılamayacağı üzerine yoğun tartışmalar yaşanıyor.

Karbon piyasaları önümüzdeki yıla kalabilir

Zirve için Madrid’de bulunan uzmanlar, uzmanlar karbon piyasaları konusunun önümüzdeki yıl yapılacak zirveye kalabileceğini ifade ediyorlar. Ancak özellikle, 2020 planları konusunda önemli gelişmeler bulunuyor. Buna göre, 2020 yılı planlarının sunulmasına ve bu planlarda hedeflerin yükseltilmesine dair kararın COP kapanış metninde yer alması bekleniyor.

Türkiye: Bizi geride bırakmayın

Dünkü oturumlarda Türkiye de sahnedeydi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Fiji Başbakanı Frank Bainimarama, UN-HABITAT İcra Direktörü Maimunah Mahd Sharif, Kenya öncülüğünde UN-HABITAT’ın Brezilya, Nijerya ve Peru temsilcilerinin de katıldığı yan etkinlikte, kentsel alanda iklim değişikliği ile mücadelenin öneminden ve kentsel yoksulluk konusundaki faaliyetlerden bahsetti.

Türkiye’nin anlaşma konusundaki pozisyonunda herhangi bir değişiklik olduğuna işaret etmeyen Bakan, hemen sonrasında delegelere hitap ederek   Türkiye’nin iklim rejimine katılmak istediğini ifade etti. Bakan Kurum, Türkiye’nin pozisyonu ile ilgili olarak da “İklim değişikliği ile devamlı suretle mücadele eden ülkemizin bu rejimde geri bırakılması düşünülemez. Aksine, ülkemizin haklı taleplerinin koşulsuz ve ön yargısız olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ülkemiz iklim değişikliği ile mücadelede daha fazlasını yapmaya kararlıdır ve bunun için sistemde adil bir yer aramaktadır. Ülkemizin sistemin içerisinde yer alan düzenlemelere uygun bir şekilde hakkını araması kadar tabi bir durum olamaz.” ifadelerini kullandı.

Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sözleşmesi’nin EK-1‘inden çıkmak istiyor. Çerçeve sözleşmenin tarafı olan Türkiye, 2016 yılında imzaladığı Paris Anlaşması‘nı ise halen onaylamadı. Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylamayan en büyük ekonomi. G20 ülkelerinde ise tek onaylamayan ülke.

Küresel İklim Performans Endeksi

Günün devamında ise Germanwatch ve NewClimate Institute 57 ülkeyi inceleyen yıllık İklim Performans Endeksi’ni açıkladı. Ülkeler, çalışmada, sera gazı emisyonları, yenilenebilir enerji, enerji kullanımı ve iklim politikası kategorilerinde 14 göstergeye göre sıralanıyor. Türkiye, genel sıralamada 48. sırada ve çok düşük performans gösteren ülkeler arasında gösteriliyor. Sıralamada, ilk üç sırada hiçbir ülke bulunmuyor.

Raporun tamamı  ve basın bülteni için tıklayınız, Türkiye’nin detaylı performasına ise bu sayfadan ulaşabilirsiniz.

Bloomberg ve Ford COP25’teydi

ABD seçimine girme kararını açıklayan ve demokrat partiden başkanlık adaylığı için yarışa giren Michael Bloomberg, aktör Harrison Ford ile beraber akşam saatlerinde, ABD İklim Eylem Merkezi‘nde konuşma yaptı. ABD Başkanı Donald Trump gelmediği ve iklim eyleminde liderlik göstermediği için Madrid’e geldiğini söyleyen Bloomberg, eğer başkan seçilirse ilk yapacağı işin Paris Anlaşması‘na yeniden girmek olacağını ve Amerika’nın emisyon azaltma taahhüdünü büyüteceğini ifade etti.

Japonya’ya Pikaçhu’lu protesto

Gelişmekte olan ülkelerden gelen aktivistler ile Japon sivil toplum temsilcileri, Japonya hükümetinin kömür politikalarını protesto etmek için COP25 girişinde eylem düzenledi. Pikaçhu kostümleri giyen eylemciler, Abe Şinzo balonu şişirdi ve Japonya’nın kömür planlarından derhal vazgeçmesi için çağrıda bulundu.

AB’de Yeşil Düzen: İhracata Karbon Vergisi mi geliyor

En önemli gündem maddesini ise AB’nin Brüksel’de yayımlayacağı Yeşil Düzen Belgesi oluşturuyor. Bu metin, AB’nin Ekim 2020’de yasasını geçirmeyi planladığı yeşil düzen hakkında beş  yıllık iş planı anlamına geliyor. Madrid’te gözler bu planda olacak. Planda, özellikle karbon emisyon hedefi hakkında ve emisyon kontrolü ile ilgili atılacak adımlar hakkında önemli verilerin yer alması bekleniyor.

Ayrıca ihracata bir tür karbon vergisi konulmasının da planın içinde yer alması alacağı öngörülüyor. AB, bu vergi mekanizması ile, ticari partnerlerini de emisyon azaltımına yönlendirmek istiyor. Böyle bir vergi, AB ile ticarette düşük emisyonlu ülkeleri, yüksek emisyonlu ülkelere göre daha avantajlı bir konuma getirebilir.

Çevre Bakanı Kurum COP25’te konuştu: Türkiye’yi geride bırakamazsınız

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, İspanya’nın ev sahipliği yaptığı BM İklim Değişikliği 25. Taraflar Konferansı’nda Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (UN-HABİTAT) tarafından düzenlenen “Kent Yoksullarının İklim Direncinin Artırılması: En Kırılgan Kesimleri Hedefleyen Yeni İşbirliği Yaklaşımı” konulu panelde konuşma yaptı.

Türkiye’nin iklim kriziyle mücadele için iç sorunlara rağmen çaba harcadığını belirten Kurum, iklim kriziyle mücadelede atılan adımları anlattı. Açıklamasında “Türkiye’nin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu doğrudur. Ancak Türkiye’yi geride bırakamazsınız, taleplerini dinlemeniz gerekir” dedi.

Şehircilik planlarına örnek: TOKİ

Panelde şehirlerde binalardan kaynaklanan sera gazı emisyonlarının nasıl azaltılabileceği ve düşük emisyonlu ulaşım seçeneklerinin nasıl yaygınlaştırılabileceği, yerel aktörlerin finans kaynaklarına erişimlerinin nasıl artırılabileceği konuları konuşuldu. Murat Kurum ise buna yönelik olarak Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ)  ile 2002’den bugüne 850 bin bağımsız konut ürettiklerini söyledi.

Bunun yanı sıra, 2012 ‘de başlatılan kentsel dönüşüm seferberliğiyle bugüne kadar 1 milyon 350 bin konutun dönüşümünü, 5 milyon vatandaşın güvenli, sağlam konutlarda oturmasını sağladıklarını anlattı.

 ‘11 milyon ağaç diktik, rekor kırdık’

Kurum, iklim krizine karşı yapılan çalışmalara örnek olarak Karadeniz iklim planını, 30 belediye tarafından yapılan iklim eylem planlarını gösterdi;  ayrıca, geçtiğimiz ay 11 milyon ağaç dikilerek Guinness Dünya Rekorlar Kitabı’na girdiklerini hatırlattı.

Şehirlerdeki yeşil alanın yüzde 9’dan 17’ye arttırıldığını söyleyen Kurum, 22 şehirde ekolojik koridorlar açıldığını söyledi. Panelde anlatılan çalışmalar arasında “2023 Sıfır Atık” projesi, üniversiteler ile yapılan çalışmalar, altyapıya ağırlık veren ve Kenya ile birlikte yürütülen İklim Eylem Zirvesi yer aldı.

‘Türkiye’nin talepleri hesaba katılmalı’

Murat Kurum iklim hareketinde küresel işbirliğinin kaçınılmaz olduğunu tekrarladığı konuşmasında Türkiye’nin taleplerinin de hesaba katılması gerektiğini belirtti. Türkiye’nin müzakerelerde kendi gelişmişlik seviyesi göz önünde bulundurularak yer alması gerektiği söylendi.

[Madrid Notları-2]: İklim krizinden hangi ülkeler daha fazla sorumlu, Türkiye’nin payı ne kadar?

İklim krizi konusunda kafa karıştırmak için başından bu yana en sık başvurulan taktiklerden biri rakamları çarpıtarak yorumlamaktır. Bu yöntem en çok da sorumluluk tartışması için kullanılır. İklim krizinden hangi ülkelerin, hangi ekonomik sektörlerin ve toplumun hangi kesimlerinin daha fazla sorumlu olduğunu anlamak için gerekli en önemli rakam olan sera gazı emisyonu konusunda yakın zamana kadar küresel ölçekte tutarlı bir veri setimiz yoktu. Hâlâ da tüm ülkelerin ve tüm sektörlerin saldığı tüm sera gazlarının eksiksiz verisine sahip değiliz. Bu verilerin bir kısmını toplamak zor, bir kısmı özellikle belirsiz bırakılıyor, bir kısmı da bütün ülkeler yakın zamana (Paris Anlaşması’na) kadar düzenli veri bildirimi yapmakla yükümlü olmadıkları için dağınık ve tutarsızdı.

İşte yeni raporu geçen hafta Madrid’de COP25 sırasında açıklanan Küresel Karbon Projesi (GCP), son birkaç yıldır bu bütünlüğü sağlamak için başarılı bir iş yapıyor. Sadece UNFCCC bildirimlerinden değil, Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ve BP’ninkiler de dahil farklı kaynaklardan topladığı verileri tutarlı bir bütünlük içinde bir araya getiriyor. Yine de bu tutarlılığın bedeli Küresel Karbon Bütçesi 2019 da dahil olmak üzere GCP’nin ve akraba projelerin yayınladıkları raporların karbondioksit (CO2) dışındaki sera gazlarını dışarda bırakmaları. Bu durum özellikle bu listelerde tarım ve hayvancılıktan kaynaklanan metan ve nitröz oksidin dikkatlerden kaçmasına neden olabilir. Ancak böyle yapmayınca da karbondioksit dışındaki sera gazlarının yetersiz bildirimi tarihsel artış eğiliminin ve ülkeler arası karşılaştırmanın sağlıksız olmasına yol açıyor. Zaten küresel sera gazı emisyonlarının %77’si CO2’den, %66’sı ise doğrudan fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan CO2’den oluşuyor. Bu nedenle bütün sera gazlarını içermese de GCP’nin yayınladığı güncel karşılaştırma sorumluluk alanında bugün kullanabileceğimiz en tutarlı kaynaklardan biri.

Sorumluluk nasıl paylaştırılıyor?

İklim kriziyle mücadele için yapılması gereken şey atmosfere boca edilen sera gazlarını azaltmak ve 2050’ye kadar da sıfırlamak. Uluslararası iklim müzakerelerinin en önemli ilkesi ise hakkaniyet. Bu nedenle “kim sorumlu” sorusunun cevabı hayati önem taşıyor. Sorumluluğu öznesine ve zamansal eğilimlere bakarak saptıyoruz. Özne başlıca beş şekilde ele alınıyor: Ülkeler, ekonomik sektörler, yakıtlar, şirketler ve toplumsal kesimler (ya da sınıflar).

Zamansal bakış da üç şekilde oluyor: Bugünkü yıllık emisyonlar, tarihsel toplam emisyonlar ve emisyonların yıllar içindeki değişimi. (Bunlara her özne için ayrı ayrı bakılabilir.) Tabii ülkelerin emisyonlarını kıtalara ve ülke gruplarına (Ek1, Ek-1 dışı; gelişmiş, gelişmekte olan, az gelişmiş; G20, G8 vb.) göre de sınıflayabilirsiniz. Resmi olarak emisyonlar üretime göre toplanıyor ve bildiriliyor.

Yani her ülke yaptığı üretimin emisyonundan sorumlu tutuluyor. Bu iki şekilde sorun yaratabilir:

  • Üretiminizin önemli bir bölümünü ihraç ediyorsanız ve bu ürünler başka ülkeler tarafından tüketiliyorsa, o emisyondan tüketimin yapıldığı ülkenin insanlarının da sorumlu olması gerekir (refah ve yaşam biçimi açısından). Çin, Tayvan gibi ülkeler bu açıdan refah düzeyleriyle uyumsuz yüksek emisyonlara sahip görünebilir.
  • Fosil yakıt üreticisi olan nispeten küçük bir ülkeyseniz ve çıkardığınız fosil yakıtın çoğunu yakmayıp ihraç ediyorsanız, aslında sorumlu olduğunuzdan ve ekonomik gelir elde ettiğinizden çok daha az bir emisyon sizin hesabınıza yazılıyor demektir. (Petrol üreticisi Norveç ve kömür üreticisi Avustralya bunun örnekleri.)

GCP tüketim emisyonlarını da hesaplıyor, ancak bunlar müzakerelerde kabul edilen resmi rakamlar değil.

Yakıtlara göre emisyonlara bakmak kömür, petrol ve doğal gazın enerji sistemindeki yerine ve neden oldukları sera gazı miktarlarına dair önemli bir fikir veriyor. Sektörel dağılımda ise iç içe geçme ihtimalinin yüksek olduğunu göz önünde tutmanız gerekiyor. (Örneğin emisyonlar sadece proses emisyonları değil de, sektörü temsil edecek yaşam döngüsü emisyonları olarak veriliyorsa aynı emisyon başka bir sektör için de sayılmış olabilir. Bu nedenle sektörel emisyon dağılımının toplamının 100’den fazla olması çok muhtemeldir.) Şirketlere ve toplumsal kesimlere veya sınıflara göre emisyon dağılımını resmi olarak veren bir kaynak da bulunmuyor. Bu konularda alternatif kaynaklara güvenmeniz gerekiyor.

Bu yazıda Küresel Karbon Bütçesi 2019’un sunduğu son verilerden yararlanarak sorumluluk dağılımının son durumunu ülkelere göre özetlemeye çalışacağım. Rapor ülkelere göre karşılaştırmayı sadece fosil yakıtlardan kaynaklanan CO2 emisyonları üzerinden yapmış. Bu nedenle rakamların ülkenin toplam sera gazı emisyonunun kabaca dörtte üçü olduğu akılda tutulmalı. Yazıda Türkiye’ye özel bir ağırlık vermemiz de elbette kaçınılmaz olacak.

Hangi ülkeler daha sorumlu?

  • 2018’de fosil yakıtlardan kaynaklanan toplam küresel CO2 emisyonları 36,8 GtCO2. (GtCO2: Milyar ton karbondioksit.) Buna uluslararası hava ve denizyolu taşımacılığı dahil. Bu iki sektör küresel emisyonların %1,2’sinden sorumlu ve bu oran artıyor. (Bu önemli, çünkü bu emisyonlar hiçbir ülkeye yazılmıyor. Aşağıda verdiğim yüzdeler hava ve denizyolu taşımacılığı hariç küresel toplama göre hesaplanmış durumda.)
  • 2018 emisyonlarına göre en fazla emisyon yapan ve toplam yıllık emisyonları 1 milyar tonu geçen 5 ülke var: Sırasıyla Çin, ABD, Hindistan, Rusya ve Japonya. Bu beş ülkenin toplam emisyonu (21,1 GtCO2) küresel emisyonların yarısından fazla (%54,2). Hatta sadece Çin ve ABD’nin toplamı %40! Avrupa Birliği de bu listelerde üye ülkelerin toplam emisyonlarıyla yer alıyor. Onu da eklediğimizde 5 ülke ve 28 AB ülkesinin toplam emisyonu 24,5 GtCO2, yani küresel emisyonların %63,1’i.
  • İlk onda yer alan diğer ülkeler sırasıyla Almanya, İran, Güney Kore, Suudi Arabistan ve Endonezya. Bunları Kanada, Meksika, Güney Afrika, Brezilya, Türkiye, Avustralya, Birleşik Krallık, Polonya, İtalya ve Fransa takip ediyor. Görüldüğü gibi AB 28 ülkenin toplamı olarak listeye girmediği takdirde ilk 20’de 5 Avrupa ülkesi yer alıyor ve bunlardan sadece Almanya ilk ona giriyor.

  • İlk 20 ülkenin toplam emisyonu (AB toplamı hariç) 28,7 GtCO2 ve bu küresel toplamın %74’ünü buluyor. AB toplamını da dahil ettiğimizde (ve ilk yirmideki 5 AB ülkesinin emisyonlarını bu toplamdan düştüğümüzde) ilk 20 ülke ve AB’nin toplamı 29,9 GtCO2 yapıyor, bu da küresel toplamın %77,2’si. Demek ki ilk 20 kirletici ve AB dışında kalan 176 ülkenin toplam emisyonu küresel emisyonların %20’sinden biraz fazla.
  • G20’ye bakmak da aynı şeyi bir başka taraftan görmemizi sağlıyor. 19 ülke ve AB’den oluşan G20 ülkeleri dünya nüfusunun %62,5’ini, dünya ekonomisinin (alım gücü paritesine göre GDP) %87,5’unu oluşturuyor. Bu ülkeler arasında sadece Arjantin emisyon sıralamasında ilk 20’de değil. Arjantin’in emisyonunu da ekleyince G20 ülkelerinin toplam emisyonu 29,4 GtCO2 ediyor, bu da küresel emisyonların %76’sı. Demek ki ilk 20 ülkeyle G20 ülkelerini aşağı yukarı aynı kabul edebiliriz. İlk 20’de olup G20’de olmayan Polonya’yı ve ilk 20’de olmayıp G20’de olan Arjantin’i eklediğinizde emisyonların kabaca %77’sinden 39 ülkenin sorumlu olduğunu, kalan 157 ülkenin emisyonların yaklaşık %23’ünden sorumlu olduğunu söyleyebiliriz.
  • Türkiye 2018’de fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan 430 milyon ton karbon emisyonu yapmış ve bu toplam sera gazı emisyonunun (530 milyon ton) %81’i (küresel ortalamadan fazla). Böylece Türkiye 196 ülke arasında şu anda atmosferi en fazla karbondioksitle kirleten 15. ülke oluyor. Karşılaştırılabilir ülkelere baktığımızda, sıralamada Türkiye’den yukarıda tek bir Avrupa ülkesi var, 6. olan Almanya. İlk 20’deki diğer Avrupa ülkeleri (Birleşik Krallık, Polonya, İtalya ve Fransa) 17.-20. sıralarda, yani Türkiye’nin altında yer alıyorlar. Türkiye’nin emisyonu küresel toplamın %1,1’i ve oran olarak Avustralya ile eşit. Oranları %0,9 olan Polonya, İtalya ve Fransa’dan, %1 olan Birleşik Krallık’tan ve tüm diğer Avrupa ülkelerinden fazla. Diğer yükselen (emerging) ekonomilerle (Çin, Hindistan, Brezilya, Endonezya vb.) karşılaştırıldığında ise Türkiye en az emisyonu olan ülkelerden biri. Ancak bu ülkeler arasında nüfusu ve ekonomisi Türkiye’den küçük (veya yakın) olup da emisyonu Türkiye’den hatırı sayılır ölçüde fazla olan sadece petrol üreticisi ülkeler Suudi Arabistan ve İran ile Güney Kore var. Diğerleri Türkiye’ye göre oldukça büyük ülkeler. Bu arada Türkiye önümüzdeki yıllarda emisyonlarını artırmaya devam ederse, kendisinden hemen önce gelen 3 ülkenin (Meksika, Güney Afrika, Brezilya) emisyonlarını azaltma eğiliminde olmaları ve altındaki ülkelerin de fazla artırmalarının olası görünmemesi nedeniyle birkaç yıl içinde rahatlıkla 12. sıraya çıkabilir, ancak ekonomisinin büyüklüğü ve endüstriyel gelişmişlik düzeyi nedeniyle ilk ona girmesi pek mümkün değil.
  • Kişi başı emisyonlar refah ve tüketim düzeyini yansıttığı için hakkaniyet tartışmasında önemli. Sözünü ettiğimiz ülkeler arasında en yüksek kişi başı emisyon 18,4 tonla Suudi Arabistan’ın. Onu 16,9 ton ile Avustralya, 16,6 tonla ABD, 15,3 tonla Kanada ve 12,9 tonla Güney Kore takip ediyor. Türkiye’de kişi başı emisyon 5,2 ton ve dünya ortalaması olan 4,8 tondan biraz yüksek. (Türkiye’nin kişi başı sera gazı emisyonu 6,6 ton ve dünya ortalamasından biraz düşük, bununla karıştırmamak için not edelim.) Burada Türkiye’yi asıl AB ile karşılaştırmak gerekiyor. AB ortalaması 6,7 ton, İtalya ve Birleşik Krallık 5,6 tonla Türkiye’ye yakın, Fransa ise 5,2 tonla eşit. (Özellikle Fransa tarihsel nükleer santral filosu nedeniyle az kömür kullandığı için emisyonları düşük çıkar.) Avrupa’da çok yüksek kişi başı emisyonlu iki ülke var: 9’ar tonla kömür ülkeleri Almanya ve Polonya. Türkiye’nin emisyon artış hızı sürer ve AB hedeflerini tutturursa en geç 2030’da Türkiye’nin kişi başı emisyonu AB ortalamasının ve (Polonya hariç) bütün Avrupa ülkelerinin üzerine çıkacaktır.
  • Tarihsel emisyonlara bakıldığında elbette güncel emisyonlardan farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Kişi başı emisyonlar ve tarihsel emisyonlar hakkaniyet açısından daha önemli göstergeler ve bu iki göstergede ön planda olan ülkelerin emisyonlarını daha hızlı ve daha büyük miktarda azaltmaları gerekiyor. 1850’den bu yana yaptıkları toplam (kümülatif) emisyonlara bakıldığında elbette ABD açık arayla birinci sırada. Onu son yıllarda yetişen Çin ve yirminci yüzyılın büyük kirleticileri olan Rusya, Almanya, Birleşik Krallık ve Japonya takip ediyor. (Tabii Birleşik Krallık 19. yüzyıldan beri gelen bir birikime sahip.) Tarihsel sorumlulukta veya iklim borcunda ilk onda olan diğer ülkeler ise Hindistan, Fransa, Kanada ve Polonya.
  • Tarihsel emisyon çok önemli olmakla birlikte ülkelerin emisyonlarını artırma hızları da hakkaniyet açısından önemli. Çin ve Hindistan 1990’dan bu yana emisyonlarını neredeyse dörde katlayan, emisyonlarını en hızlı artıran ülkeler. Türkiye’nin emisyonları ise 1990’dan bu yana %140 arttı ve Türkiye gelişmiş ülkeler arasında değerlendirildiğinde en yüksek artış hızına sahip ülke oldu. Bu artış hızı Çİn ve Hindistan dışındaki yükselen ekonomilerle  de karşılaştırılabilir düzeyde.

Türkiye’nin iklim krizindeki sorumluluğu

Türkiye’nin resmi iklim politikası iklim değişikliğinin önemini kabul etmek, Türkiye üzerindeki olumsuz etkilerini vurgulamak, uluslararası çabaların yanında yer alma kararlılığını açıklamak, ancak Türkiye’nin sorumluluğunu azımsamak, harekete geçmekten kaçınmak ve sera gazı emisyonlarını azaltma yönünde herhangi bir hedef belirlemeyi reddetmek şeklinde özetlenebilir.

Bu rakamlar Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan gazların emisyonundan tarihsel olarak fazla sorumlu olmadığını, ancak 1990’dan bu yana emisyonlarının ciddi biçimde artırdığını ve emisyonları en hızlı artış gösteren birkaç ülkeden biri olduğunu gösteriyor. Halen dünyanın en büyük 15. karbon kirleticisi olan Türkiye’nin artık sorumluluğunu kabul edip iklim politikasını en kısa zamanda değiştirmesi gerekiyor.

Eski çalışanından Greenpeace önünde eylem

Haber: Elif Ünal

2010 yılından bu yana Greenpeace ofisinde çalışan Kıymet Aram, işten çıkarılması ve tazminatının eksik ödenmesi sebebiyle Greenpeace Akdeniz’in Şişli’deki binası önünde oturma eylemine başladı.

Bina önünde basın açıklamasını okuyan Aram “Çevre için mücadele ettiğini iddia eden bir kurum işçi haklarını ihlal etmemeli” dedi ve tazminatını alana kadar her gün sabah 10.00 ile 18.00 saatleri arasında bina önünde oturma eylemi gerçekleştireceğini duyurdu.

‘Çevre mücadelesinden şirket işletmesine döndü’

Greenpeace’in yıllar içinde çalışma kadrosu içerisinde yaşadığı değişime değinen Kıymet Aram “İklim adaletini savunan Greenpeace’te yıllar içinde çevre mücadelesine katkıda bulunma yerine sadece kendisine kariyer planı yapan karar vericiler işe alındı. Bu karar vericiler,  yani yöneticiler kurum içinde süreli çalışan haklarından kısmak suretiyle kendilerine konfor ve menfaat alanı yarattı” dedi.

‘Rahatsızlığını dile getirenler işten çıkarıldı’

Yeni gelen yöneticilerin şeffaflık, hesap verilebilirlik, tarafsız işe alım politikaları gibi temel değerlere uymadığının belirten Aram, bu uygulamalardan rahatsız olan pek çok çalışma arkadaşının “başka gerekçeler bahane edilerek” kovulduğunu veya istifa etmeye zorlandığını öne sürdü.  Kendisinin de benzer şekilde işine son verildiğini söyleyen Aram “Rahatsızlığını demokratik bir şekilde dile getirenlerden biri olarak işyerinde görevim ve aldığım ücret ile ilgili haksız uygulamalara maruz bırakıldım. İstifa etmeye zorlandım” dedi.

‘İşe iade davasını kazandım, tazminatımı alamadım’

Açıklamanın devamında yürütülen hukuki sürece de değinen Aram, İstanbul 23. İş Mahkemesi’ne işe iade davası açtığını ve bu davayı kazandığını belirtti. Aram’a göre, işe iadeyi kabul etmeyen Greenpeace, mahkemece hükmedilen tazminatı eksik ödedi.  “Yapılan bu haksızlığa karşı yine de yöneticilerle barışçıl bir iletişim kurmak istedim ama bir muhatap dahi bulamadım” diyen Aram, Greenpeace önünde eylem yapma kararı alması arkasındaki gerekçeyi şu şekilde ifade etti:

4 yıl boyunca bana yaşatılan ağır haksız politikalar nedeniyle maddi manevi zarara uğratıldım. Greenpeace Temel İlkeleri gereği bunları düzeltmek ve zararı karşılamak zorundadır. Greenpeace’in eksik ödediği mahkemenin hükmettiği işe iade tazminatının kalan tutarını 2020 yılını da baz alarak derhal ödemesini talep ediyorum.

İşçilik alacakları davamda da rapor lehime gelmiştir ancak Greenpeace’in yargı kararını aynı şekilde doğru uygulamamasından endişe duyuyorum. 4 yıl boyunca hayatımı altüst eden Greenpeace’in hala bu eziyeti sürdürmesi kabul edilemez. Yıllarca emek verdiğim hizmet edip uğruna bedel ödediğim Greenpeace’in artık bu haksızlığa son vermesi için buradayım gitmiyorum.

‘Çevre mücadelesi işçi haklarından kopuk değildir’

Açıklama şu ifadelerle sonlandırıldı: “Unutmayalım ki çevre mücadelesi, işçi haklarından kopuk bir mücadele değildir. Yaşanabilir bir çevre için mücadele ettiğini iddia eden bir kurum işçi haklarını ihlal edemez! İklim adaletini savunan ‘Kuzey Kutbunu Kurtar’ sloganıyla hareket eden Greenpeace sesleniyorum: İşçinin hakkını ihlal eden bir kurum çevre mücadelesinde yer alamaz! Buradayım, Gitmiyorum!”

Greenpeace’den yanıt: Her türlü hakkı verildi, üzgünüz

Greenpeace Akdeniz ise Aram’ın kıdem ve ihbar tazminatının ödendiğini belirtti. Protesto hakkına saygı duyduklarını belirten Greenpeace, “Her türlü diyaloğa açığız, bu durum nedeniyle çok üzgünüz” dedi.

Greenpeace’in açıklaması şöyle:

“Kıymet Aram, 26/10/2010-14/12/2018 tarihleri arasında Greenpeace Akdeniz’de resepsiyonist olarak çalışmıştır. 14/12/2018 tarihinde pozisyonunun kapatılmış olması nedeniyle Greenpeace Akdeniz ile iş ilişkisi sona ermiştir. Kıymet Aram’ın iş sözleşmesinin sona ermesi sonrasında, bu pozisyon yeniden açılmamıştır. Kıdem ve ihbar tazminatı ödenmiştir. Açtığı işe iade davasını kazanması sonucu, mahkeme kararına uygun olarak tüm haklarına ilişkin ödemeler yapılmıştır. Greenpeace Akdeniz, kurum politikası gereği istisnasız tüm çalışanlarının yasal ve sosyal haklarını gözetmektedir.

Şiddetsiz protesto hakkına saygı duyuyoruz. Konu hakkında Kıymet Aram’la her türlü diyaloğa açığız, kendisine de bunu birçok kez ilettik. Yaşanan bu durum nedeniyle çok üzgünüz. Bugüne kadar bizimle çalışmış ve çalışmaya devam eden herkes çok değerlidir. “

İnsan Hakları Günü’nde LGBTİ+ çalışanların ahvali: Yoksayma, ayrımcılık, gizlenme

Kaos GL Derneği ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi, Türkiye’de kamu ve özel sektörde LGBTİ’lerin durumunu inceledikleri yıllık araştırma sonuçlarını açıkladı.

Raporların tanıtım toplantısı İnsan Hakları Günü (10 Aralık) vesilesiyle bugün Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşti. Toplantıda, Kadir Has Üniversitesi’nden Mary Lou O’Neil, Kaos GL Derneği’nden Mary Lou O’Neil ve çalışmayı destekleyen Friedrich Naumann Vakfı’ndan Elif Güney açılış konuşması yaptı.

Mary Lou O’Neil.

O’Neil, beş yıldır bu araştırmanın devam ettiğini belirtirken, Akademik ve Kültürel Çalışmalar Program Koordinatörü Demir bu çalışmaların neden ve nasıl başladığını anlattı:

“Bundan seneler önce Ardahan’da bir eğitimde bir katılımcı ‘Ardahan’da eşcinsel yok. Olursa ayrımcılığı konuşuruz’ demişti. Aslında bu araştırma tam da bu tarz bakış açısında müdahale etmek anlamında önemliydi ve önemli. Herkesi natrans ve heteroseksüel varsaymak ve bu varsayımın ve gizlenmeye zorlanmanın kendisi ayrımcılık. Bu araştırma da tam da bu gerçeği ortaya koyuyor. LGBTİ+ çalışanlar gizlenmeye zorlanıyor. Ayrımcılık çok yoğun bir şekilde yaşanıyor.”

Aylime Aslı Demir.

‘Devletin yükümlülükleri var’

Reyda Ergün ise, 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde istihdamda LGBTİ+’lara ayrımcılığı konuşmanın önemine değindi. Çalışma hakkı bağlamında cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve cinsiyet özelliklerine dayalı ayrımcılığın yasal düzlemde açık bir şekilde yasaklanması gerektiğini vurgulayan Ergün şöyle konuştu:

“Ancak istihdamda ayrımcılığın önlenmesi konusunda yasal düzenlemelerin yeterli olmayacaktır. Bunların yanında toplumsal farkındalığın arttırılması, hesap sorulabilirliğin sağlanması ve ayrımcılığın nedenleri ve etkilerini ortadan kaldıracak önlemler başta olmak üzere etkili bir politika yürütülmesi gerekiyor. Bu çerçevede hem kamuda hem de özel sektördeki ayrımcılığın önlenmesi için devletlerin etkili mekanizmalar oluşturmalar konusunda yükümlülükleri vardır.

İstihdam alanındaki insan hakları mücadelesi elbette bütünlüklü politikalar izlenmesini gerektirir. Bu çerçevede, devlet organları kadar, sivil toplum örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri, akademi ve işverenlere de büyük sorumluluk düşmektedir.”

‘Gerçek rakamların çok daha yüksek’

2015 yılındaki ilk araştırmadan beri çalışmada yer alan Melek Göregenli de araştırmanın beş yıllık bulgularını değerlendirdi:

“Katılımcılarımızın büyük bir çoğunluğu 18-35 yaş arası. Pek çok online araştırmada olduğu gibi bu araştırmanın da bu bağlamda bir zaafı var. Ben gerçek rakamların çok çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Ayrımcılık algısı ya da nefret söylemi algısı konusunda verilen cevaplara baktığımızda şunu görüyoruz: İnsanların neyi ayrımcılık olarak değerlendirdiği de çok önemli. Daha önce yürüttüğüm şiddete ilişkin bir araştırmada fiziksel şiddet oranları sözel şiddetten daha yüksekti. Bu bana çok ilginç gelmişti. Fiziksel şiddet kullanırken faillerin sessiz olması anlamına geliyordu bu. Bizim toplumumuzda, sistemimizde, normatif ve muhafazakâr yaşam biçimimizde aslında ayrımcılık ya da şiddet olarak değerlendirilebilecek olan davranışların eşiği çok yükseldi. Ayrımcılık olan bir davranışı ayrımcılık olarak görmeme gibi bir durum var. Benzer şekilde kurumsal ve yapısal ayrımcılık konusunda ciddi bir bilgi eksikliği var.

Dışlanan bir kimliğe mensup birisi olarak kamuda işe girmiş olmak bile yeterli görülebiliyor. Raporun en önemli bölümü bu açıdan rakamlardan daha ziyade katılımcıların açık uçlu sorulara verdikleri yanıtlar ve kendi anlatımları.”

Araştırmanın sonuçları

Konuşmaların ardından Selma Değirmenci ve Doğancan Erkengel araştırma sonuçlarını aktardı:

 

* 2019 yılı özel sektör araştırmasına 772 kişi katıldı. Araştırma sonuçlarına göre; işyerinde cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve interseks durumuna ilişkin tamamen açık olabilen kişilerin oranı yüzde 17,36. Katılımcıların yüzde 32,90’ı işyerinde tamamen kapalı olduklarını belirtirken; yüzde 23,32’si ise kısmen açık olduğunu belirtti. İşyerinde kısmen açık olabilenlerin ise büyük çoğunluğu sadece çalışma arkadaşlarına ya da diğer LGBTİ+ çalışanlara açık.

* Özel sektör araştırmasının katılımcıları arasındaki açık olma oranı, işe alım süreçleri açısından daha da düşük.

* LGBTİ+ çalışanlar istihdam edilmeme riskini bertaraf etmek için zorunlu bir kapalılık stratejisi izliyor.

* Ayrımcılığa uğrama riski işe alındıktan sonra da devam ettiğinden, aynı strateji LGBTİ+ çalışanların çalışma hayatlarının tümünü belirliyor. İşyerinde tamamen ve kısmen açık olma oranlarının, işe alım süreçlerindeki ilgili oranlardan görece yüksek olması, tamamen kapalı olma oranının işe alımdan sonra düşmesi, çalışılan işyerindeki koşullar ile üstlerin ve diğer çalışanların tutumlarına bağlı olarak bir güven ortamı oluşması halinde, LGBTİ+ çalışanların kimlikleri konusunda daha açık davranabildiklerini gösteriyor.

* Özel sektörde her iki LGBTİ+ çalışandan biri işe alım süreçlerinde ve çalıştığı işyerinde ya ayrımcılığa maruz kalıyor ya da çevresindeki kişiler tarafından cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi veya cinsiyet özelliklerini gizlemesine veya bunların belli olmamasına bağlı biçimde natrans ve heteroseksüel olarak atanıyor.

* 2019 yılı özel sektör araştırması, LGBTİ+ çalışanların uğradıkları ayrımcılık karşısında genelde herhangi bir resmi kanala başvurmadıklarını gösteriyor.

* Çalıştığı işyerinde bizzat kendisine yönelik cinsiyet kimliği, cinsel yönelim veya cinsiyet özelliklerine dayalı ayrımcı tutum ya da uygulamayla karşılaştığını beyan eden 59 katılımcıdan yalnızca 7 kişi kurum yetkililerine resmi yolla bildirimde bulunmuş, 22 kişi bildirimde bulunmamış, kalanların büyük kısmı ilgili kişiye tepki göstermek, kurum yetkililerine durumu sözle bildirmek ve durumu yakınlarıyla paylaşmakla yetindi. Sadece bir kişi Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na bildirimde bulundu, iki kişi de durumdan bir sivil toplum örgütünü haberdar etti.

* Ayrımcılığa uğrayan katılımcılar içinden bir kişi bile vakayı yargıya taşımadı. Üyesi olduğu sendikaya veya meslek örgütüne bildirimde bulunma yolu da hiçbir katılımcı tarafından tercih edilmedi.

Raporda bu durum şöyle açıklanıyor:

“Katılımcıların paylaşımlarından, LGBTİ+ çalışanların ayrımcılık karşısında resmi kanallar yoluyla bir sonuç alacaklarına dair bir inanç taşımadıkları anlaşılmaktadır.”

Kamuda çalıştığı kurumda cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve cinsiyet özellikleri yönünden tamamen açık olduğunu beyan eden katılımcıların örneklemdeki oranı yüzde 4,4.

Geçen yılki araştırmaların sonuçlarına göre, LGBTİ+ çalışanların işyerinde tamamen açık olma oranı kamuda yüzde 7’ydi. Bu tablo raporda şöyle anlatılıyor:

“Görüldüğü kadarıyla, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve nefret söyleminin yeniden üretilmesine neden olan koşullar kamuda özel sektöre nazaran çok daha vahim bir tablo oluşturmaktadır.”

* Kamuda çalışan katılımcıların sadece yüzde 2,1’i işe alım sürecinde tamamen açık:

“LGBTİ+ çalışanlar istihdam edilmeme riskini bertaraf etmek için zorunlu bir kapalılık stratejisi izlemektedir. Ayrımcılığa uğrama riski işe alındıktan sonra da devam ettiğinden, aynı strateji LGBTİ+ çalışanların çalışma hayatlarının tümünü belirlemektedir. Kapalılık, özel sektöre oranla kamuda çok daha kaçınılmaz hale gelmektedir.”

* Kamudaki ayrımcılığı gösteren bir diğer bulgu ise; işyerinde nefret söylemine ilişkin. Katılımcıların yüzde 67’si çalıştığı kurumda LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve nefret söylemine maruz kaldı:

“Katılımcılarımızın % 67’si ise çalıştığı kurumda LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemine maruz kaldığını beyan etmiştir. Görüldüğü kadarıyla, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve nefret söyleminin yeniden üretilmesine neden olan koşullar kamuda özel sektöre nazaran çok daha vahim bir tablo oluşturmaktadır.”

Konuya dair hazırlanan iki raporun ismi, “Türkiye’de Kamu Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İntersekslerin Durumu” ve “Türkiye’de Özel Sektör Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İntersekslerin Durumu.”

Prof. Dr. Melek Göregenli, Prof. Dr. Mary Lou O’Neil, Dr. Reyda Ergün, Dr. Selma Değirmenci ve Doğancan Erkengel‘in hazırladığı raporların editörü ise Kaos GL İnsan Hakları Program Koordinatörü Murat Köylü.

Raporların tamamına ulaşmak için şuraya ve şuraya tıklayabilirsiniz.