Ana Sayfa Blog Sayfa 2304

Tamamen elektrikli ilk ticari uçağın deneme sürüşü yapıldı

Dünyanın tamamen elektrikli ilk ticari uçağının deneme uçuşu Kanada’nın Vancouver kentinde yapıldı. Deniz uçakları işleten Harbour Air ile uçak motoru üreten MagniX şirketi tarafından üretilen DHC-2 Beaver isimli uçak 750 beygir gücünde bir elektrik motor ile çalışıyor.

‘Elektrik devrinin başlangıcı’

Yaklaşık 15 dakika süren deneme uçuşu sonrasında yapılan açıklamada motoru tamamen elektrikten güç alan 6 yolcu kapasiteli ticari deniz uçağının deneme sürüşünün başarılı geçtiği aktarıldı. Guardian’da yer alan habere göre Avustralyalı MagniX şirketinin yöneticisi Roei Ganzarski “Bu tarihi uçuş, havacılıkta üçüncü bir devrin, elektrik devrinin başlangıcını simgeliyor” dedi.

‘Elektrikli uçak filosu kurmanın ilk adımı’

Harbour Air’in kurucusu ve deneme uçuşunu gerçekleştiren pilot Greg McDougall ise deneme uçuşunun dünyanın ilk elektrikli uçak filosunu kurmanın ilk adımı olduğu vurgulandı. Harbour Air, 2022’ye kadar tüm filosunu elektrikli uçaklardan oluşturmayı hedefliyor.

Havacılık endüstrisinin iklim krizine etkisi

Sivil havacılık, iklim krizine sebep olan karbon emisyonlarının en önemli kaynaklarından biri. Her geçen gün artan hava yolu şirketi ve şirketlere ait filoların sayısı ve ucuzlayan fiyatlar sonucunda, hava yolu ulaşımı insanların yolculuk pratiklerinde her geçen gün daha fazla pay sahibi oluyor.

Havacılık sektörü, sera gazı salımlarını azaltma amacıyla elektrikli motorlara yöneliyor. Ancak, uzun mesafeler kat edebilecek elektrikli uçaklar üretilmesi sektörün önündeki en büyük zorluklardan bir olarak görülüyor.

 

 

İklim aktivistlerinden TBMM’ye mesaj: Paris’i Onayla!

Türkiye, 2016’da iklim krizine karşı küresel ortak iradeyi gösteren Paris Anlaşması’nı imzalamasına rağmen, anlaşmayı hala TBMM’den geçirmedi. Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif (FYKİ) adı altında bir araya gelen aktivistler, Türkiye’nin elle tutulur bir iklim rejimi olmadığının altını çizerek son bir hafta içinde dört ayrı yerde pankartlarıyla TBMM’ye seslendi.  Çatalağzı’nda çalışmakta olan yedi termik santral ünitesine karşı geçtiğimiz hafta Cuma (6 Aralık) Zonguldak kordon boyunda “Termiği değil, Paris’i onayla” pankartı kullanılırken, Muğla/Bodrum, Çanakkale ve Adana’da, “Kömürü değil, Paris’i onayla” pankartları açıldı.

Adana İklim Şenliği.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği de hazırladığı videoda başta termik santraller ve altın madenleri olmak üzere havayı, suyu, toprağı kirleten projeleri istemediğini belirterek Paris Anlaşması’nın onaylanması talep edildi. Ayrıca gerçekleşen eylemlerde Türkiye’nin iklim kriziyle mücadele için sera gazı salımını nasıl azaltacağını gösteren strateji belgesi Ulusal Niyet Katkı Beyanı’nın iklim krizi gerçeklerine göre revize edilmesi de istendi.

Çanakkale/Kazdağları.

Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatifi’nin açıklaması şöyle

Kömürün karasının, termiğin dumanının hayatlarımızı zehir ettiği Zonguldak’tan, Muğla’dan, Çanakkale’den, Adana’dan, Türkiye’nin dört bir yanından  sesleniyoruz:

Yıllardır, yaşam alanlarımızda bulunan fosil yakıtlara, termik santrallere karşı temiz hava, temiz su, temiz toprak hakkımız için mücadele ediyoruz. Ve biliyoruz ki verilen mücadele, genç nesillerin geleceği için de belirleyici olacak. Zira bilim insanları iklim kriziyle gerçek anlamda mücadele etmek için bir an önce fosil yakıtları yerin altında bırakmamız gerektiğine dair raporlar üzerine raporlar yayınlıyorlar ve uyarıyorlar: Şayet gidişatı radikal bir şekilde değiştirmezsek, gelecek nesillere aşırı hava olaylarının şiddetinin kontrol edilemeyecek şekilde artığı, bunun sonucunda da eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin kol gezdiği bir dünya bırakacağız.

Muğla-Bodrum.

Bir yandan gelecek nesiller kamusal alanlarda 20 Eylük Küresel İklim Grevi’nde gördüğümüz gibi “geleceğimizi çaldınız” diyerek seslerini her geçen gün daha da yükseltirken ve hükümetlerden somut eyleme geçmelerini talep ederken diğer yanda 3 Aralık’ta başlayan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 25. Taraflar Toplantısı (COP 25) sona yaklaşıyor. İklim kriziyle mücadelede mevcut ülke vaatleri, bizi hedeflenen 1,5°C’lik artışın çok üzerine, 3,2°C’ye doğru götürürken tüm ülkelerin bir an önce iklim politikalarını günümüz gerçeklerine göre güncellemesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmakta.

Türkiye’nin gerçekçi bir iklim politikası dahi bulunmamaktadır

Öte yandan bırakalım iklim politikasını güncellemeyi ülkemizin maalesef bir iklim politikası dahi bulunmuyor. Türkiye, hala iklim rejiminin yapı taşı Paris Anlaşması’nı TBMM’den geçirmemiş durumda. Meclisinde onaylamayan 10 ülkeden biri olan Türkiye’nin sera gazı salımlarını nasıl azaltacağını gösteren strateji belgesi Ulusal Niyet Katkı Beyanı da oldukça zayıf. Bağımsız kuruluş Climate Action Tracker’a göre de ülkemizin Ulusal Niyet Katkı Beyanı kritik şekilde yetersiz. Son 29 yılda karbon salımını %135 artıran Türkiye, dünyada en fazla termik santrali olan 13’üncü ülke ve planlanan en fazla termik santral projesinde de Çin ve Hindistan ardından 3’üncü. Kısacası; insanı, doğayı, yaşamı, yeryüzünü tehdit eden Türkiye’nin fosil yakıtlara dayalı enerji politikaları, iklim krizi gerçeklerini göz ardı eder nitelikte.

Zonguldak.

Paris onaylanmalı, Ulusal Katkı Niyet Beyanı güncellenmeli, fosil yakıtlara dur denmelidir

Bizler Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif üyeleri olarak sağlıklı bir çevrede yaşamak isteğimizi bir kez daha vurguluyoruz ve Türkiye’nin gelecek nesillere olan sorumluluğunu yerine getirip bir an önce hedefleri yüksek iklim politikasını yürürlüğe koymasını talep ediyoruz. Bu çerçevede Türkiye:

  • Daha fazla gecikmeden Paris Anlaşması’nı onaylamalıdır.
  • İklim kriziyle nasıl mücadele edeceğinin strateji belgesi olan Ulusal Katkı Niyet Beyanı’nı tamamen elden geçirmeli ve iklim krizi gerçeklerini merkezine alacak şekilde hedefleri yüksek yeni stratejisini oluşturmalıdır.
  • Başta termik santraller olmak üzere, fosil yakıtlardan çıkışı başlatmalı, yeni fosil yakıt projelerini askıya almalıdır.
  • Biz yaşam savunucuları olarak hep birlikte haykırıyoruz “Kömürü / Termiği değil, Paris’i onayla!”

Erdoğan: Kanal İstanbul çevre anlamıyla bir kurtuluş

TOKİ 100 Bin Sosyal Konut Kampanyası tanıtım töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,  İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘nun Kanal İstanbul projesine karşı eleştirilerine tepki göstererek “Biz burada kimlere mesaj verilmek istendiğini biliyoruz. Birileri başlarını okşayan efendilerine diyet borcu ödeyecek diye Türkiyeyi büyütecek, stratejik bakımdan elini güçlendirecek bu projeyi biz kaldırmayız, CHP’nin takoz siyasetine boyun eğmeyiz. CHP’nin kendi çapsızlığının bedelini milletimizin ve ülkemizin ödemesine kesinlikle rıza göstermeyiz” ifadeleri kullandı.

2011 yılında ‘çılgın proje’ olarak duyurduğu Kanal İstanbul projesinin çevre anlamıyla bir kurtuluş olacağını söyleyen Erdoğan şöyle konuştu: “Kanal İstanbul nedir biliyor musunuz? Boğaz’ı çok ciddi bir felaketten koruma projesidir. Daha önce bir İndependent olayı olmuştu Selimiye’de. Yedi ay Romen tankeri orada yanmıştı. Zaman zaman yalılara bindiren gemiler. Fakat burası yapıldığında bu işin sadece çevrecilik yönünden kurtuluşu değil, bunun yanında bir siyasi boyutu da olacak ki bunu şimdi kullanmıyorum vakti gelince kullanırız. Bu siyasi boyutuyla Kanal İstanbul dünyada çok ciddi bir sükse yapacak. Türkiye’nin 2023 hedefleriyle arasına hiçbir gücün girmesine izin vermedik, vermeyeceğiz.”

Erdoğan, CHP’nin gündeme getirdiği ve parti lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sık sık tartışmaya açtığı, 25 yıllığına Katarlı BMC şirketine ‘kiralanan’ tank palet fabrikasıyla ilgili de şunları söyledi:  “Yatıyor kalkıyor bu fabrikayı yabancılara sattılar diyor. Burada satış diye bir şey yok. Fabrikan zararda ve ileri teknolojiye sahip değil. BMC buraya da 50 milyon dolarlık bir yatırım yapma şartıyla alıyor, 25 yıllığına.”

Diyarbakır Sur yıkıldıktan sonra inşa edilen yeni toplu konutlar.

Erdoğan’ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

‘Görünümlü’ toplu konutlar: Vatandaşlarımıza yüzde 10 peşinatın ardından aylık 894 liradan başlayan taksitler ve 240 aya varan vadelerle fırsat sunacağız… 100 bin konutluk bu projenin toplam yatırım bedeli 17 milyar 300 milyon lirayı buluyor. Kültürel bakımdan da bu kampanya çok önemli. Karadeniz örneğin, geleneksel yığma taş yapılarını andıracak şekilde cephede yöresel kaplama üst katlarda ahşap hisse verecek kaplamalarla, çatıda eli böğründeler yapmak suretiyle Karadeniz’e özgü bir biçimde malzemeler kullanılacaktır. Marmara’da ise Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olması nedeniyle bu gölgede hem modern hem de kültürel yapılar yapıyoruz. Kalabalık nüfusun rahatça nefes alabileceği alanlar inşa ediyoruz. Ege’de iklim koşullarına uygun açık renk, ahşap görünümlü kat silmeleriyle diklemeler ve kiremit çatılarıyla Ege’nin geleneksel yapısına uygun bir şekilde çözülmeleri orada yapacağız. Akdeniz‘de güneş ışınlarını yansıtacak renkleriyle sade ve yalın cephe çizgileri, yer yer terasla, geleneksel kemerli pencerelerde Akdeniz mimari kültürü burada da yaşatılmaktadır. Doğu Anadolu‘da karasal iklimin şartlarına ve arazinin zor şartlarına cevap verecek şekilde bölgeye uygun malzemeler seçilecek. Geniş saçaklarıyla, kat silmeleriyle bölgenin mimari diline uygun tasarımlar yapılmaktadır. Güneydoğu Anadolu bölgesi, motif işlemeleri esas unsur olmakla birlikte yer yer kullanıma uygun düz damların, geniş saçakların yanı sıra mahremiyet unsurlarının ön planda tutulduğu yerleşim planları kararları alınmaktadır. Hayırlı olsun.

İstanbul: 1994 yılında belediye başkanı olduğumda karşımızda gerçekten korkunç bir manzara bulduk. Havası solunmayan, suyu varsa da içilmeyen, çöp dağları olan bir İstanbul aldık. Çarpık kentleşme İstanbul’da hat safhadaydı… Yıllardır ihmal edilen, hor görülen bölgelere hizmet götürmek, hayat standardını yükseltmek için çok yoğun çaba harcadık. Gecekonduları şehirleri, gecekondu sahiplerini de devletle kucaklaştırmanın mücadelesini verdik. KİPTAŞ ile İstanbul’da başlattığımız toplu konut projesi bugün dünyanın pek çok yerine örnek alınan gecekondu sorununun çözümünde etkili oldu.

Diyarbakır: Diyarbakır’ı bir gezip dolaştığınız zaman 3-5 yıl öncesinin Diyarbakır’ı ile aynı değil. Hele hele binalar bitişik nizam, içinden tüneller açılmış, bombalar yerleştirilmiş olan o binaların hepsini yıktık, TOKİ olarak o bölgede yaşayan vatandaşlarımıza insanca yaşamanın imkanını sağladık.

CHP ve meslek odaları: Kentsel dönüşüm hamlemizi de başlattığımızda birileri sürekli önümüze engeller çıkardı. CHP ve güdümünde hareket eden kimi meslek odaları olağanüstü çaba harcadı. Kimi zaman medya aracılığıyla kimi zaman mahkemelerle, bunlar fayda etmeyince sokaklar kışkırtılarak mega projelerimiz engellenmeye çalışıldı. Burası milletin evi, biz şu anda burada sizlerle toplantı yapıyoruz. Bu salonun hemen yanında 2 bin kişilik ayrı bir toplantı salonu var. İbadethanemiz burada. Bunun yanında kısa bir zaman içerisinde açılışını yapacağımız Türkiye’nin en büyük kütüphanesi var.

Marmaray: Yavuz Sultan Selim Köprüsü‘nün temelini attık, bunlar karadan ulaşamadılar denizden ulaşarak gösteri yaptılar. Onlar işi mahkemeye taşıdı biz, mahkemelerden yürü kararını aldık ve Marmaray‘ı yaptık. Şimdi milyonlarca vatandaşımız Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya gidip geliyor. Bütün bunlar Türkiye’nin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin 20 yıl öncesini düşününce ne kadar ilkel derdin. Şimdi muasır ülkeler seviyesine çıktık.

SEKA: SEKA zararına bitmiş batmış bir fabrikaydı. Biz geldik, geldiğimizde de SEKA’yı kapatacağız dedik. Özel sektör kağıdını üretsin dedik. Makinaların olduğu bölümü müze yapacağız SEKA’nın olduğu bu alanı da Kocaeli halkına dev bir millet bahçesi haline dönüştüreceğiz, fabrikada çalışanlara da Kocaeli Belediyesi istihdam sağlayacak.

 

Doğu Biga Madencilik 200 kişiyi işten çıkardı

Kazdağları’nda protestolara sebep olan altın ve maden ocağı inşaatı yapan Kanadalı Alamosgold’un yerli ortağı Doğu Biga Madencilik bugün Çanakkale’de Kolin Otel’de yaptığı basın açıklaması ile 200 çalışanının iş akdini feshettiğini bildirdi.

Doğu Biga Madencilik, Kirazlı Altın madeni Projesi’nin yol açtığı ekolojik yıkımın ortaya çıkmasından sonra yoğunlaşan tepkiler nedeniyle çalışmalarına ara vermek zorunda kalmış ve çalışanlarına izin vermişti.  İşletme ruhsatının 13 Ekim’de yenilenmemesi üzerine de basın açıklaması yapan firma, Bakanlığa gerekli başvuruları yaptıklarını ve temaslarını sürdürdüklerini bildirmişti.

200 çalışana ‘geçici’ işten çıkarma

Doğu Biga Madencilik’te Proje Müdürü ve şirket sözcüsü Çağrı Şen yaptığı açıklamada “Bizleri o zaman da çok üzen ve hiçbir gerçeğe dayanmayan büyük bir manipülatif ve yanlış bilgi ekseninde büyüyen bir kampanyanın sonucunda temmuz ayında protestoların olduğu bir süreç başladı. Bu dönemde biz şirket olarak çalışmalarımıza ara verdik. Sahadaki inşaat çalışmalarını durdurduk” dedi.

Sahada çalışan 200 kişiyi geçici olarak işten çıkarma kararı aldıklarını duyuran Şen, “Dün almış olduğumuz üzücü karar, hepimizi derinden yaralayan, çok değerli arkadaşlarımız ile beraberliğimize ara vermemizi gerektiren bir durumdu. ‘Ara vermek’ sözünü özellikle kullanıyorum. Özellikle bunu vurgulamak istiyorum. Çünkü biz bu arkadaşlarımızla en kısa sürede tekrardan yeniden bir araya gelip, işlerimize kaldığımız yerden devam etmek istiyoruz” ifadelerini kullandı. Şen, şirketin sahada çalışmaya devam etmek için gerekli ruhsatının yenilendiği taktirde işten çıkarılan kişilerin tekrar işe alınacağını duyurdu.

Ekoloji Birliği: Ekolojik yıkımdan bahsedilmedi

İşten çıkarma kararının duyurulmasından sonra açıklama yapan Ekoloji Birliği “Madencilik faaliyetlerinin bölgenin kalkınmasına ve istihdam sorununa nasıl katkıda bulunduğu konusunda güzellemelerine devam ederken kazmayı vurdukları andan itibaren Kirazlı’da sebep oldukları ekolojik yıkım konusunda en ufak bir söz dahi etmedi” ifadelerini kullandı. Açıklamada 374 bin ağacın kesilmiş olduğu ve projenin Kirazlı ekosistemine vereceği zararlar tekrar hatırlatıldı.

‘Köylüler madene muhtaç değil’

Açıklamanın devamında şirketin sağladığını söylediği istihdamın yalnızca 6 yıllık bir süre olduğu vurgulandı ve şu ifadeler kullanıldı:

Kirazlı Altın Madeni Proje alanı civarında yaşayan köylüler madene mahkum değildir ve madencilerin sosyal rüşvetlerine ihtiyaçları yoktur. Alamos Gold ÇED Raporu’na göre Kirazlı’da 6 yıl çalışacak, rezerv bittikten sonra arkasında bıraktığı ekolojik yıkıma aldırmadan çekip gidecek ve halk bu yıkımla baş başa kalacaktır.

Köylerdeki tarımsal üretimin desteklenmesi, köylerde yeni iş olanakları yaratılması ve köylülerin ihtiyaç duydukları yol, su, elektrik gibi temel altyapı ihtiyaçlarının sağlanması kamunun sorumluluğundadır. Köylerin çöp konteynerleri, cami avlularının peyzajı, çeşme yapımı, köyün gençlerinin burs gereksinimi,  madencilere bırakılmadan yerel yönetimler ve ilgili kamu kurumlarınca çözülebilecek sorunlardır. Madencilerin sosyal rüşvetlerle bu ihtiyaçları çözmeleri ve köylüleri kendilerine bağlamaları kamu adına utanılacak bir durumdur. Doğu Biga, yaptığı açıklamada verdikleri sosyal rüşvetleri belirterek köylülerin başına kakmaktadır.

‘Rehabilitasyonda köylüler istihdam edilsin’

“Ruhsat belirsizliğinin bir an önce sonuca kavuşturulması için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ruhsatı yenilemeyeceğini bir an önce açıklamalıdır” ifadelerini kullanan Ekoloji Birliği, sonrasında şirkete verilen izin belgelerinin iptal edilerek rehabilitasyon çalışmalarına başlanması gerektiğini söyledi. Rehabilitasyon çalışmaları sırasında bölge halkının işe alınabileceğinin vurgulandığı açıklamada şu önerilerde bulunuldu:

Bölge halkı ve köylüler, istemeleri halinde, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından istihdam edilerek rehabilitasyon projesinde çalıştırılabilir ve mağduriyetleri bir ölçüde giderilebilir. Bir yandan da kamu ve yerel yönetimler tarafından bölgenin tarımsal ürünleri ve turizm değerlerinin bölgenin ve köylülerin refahı için en iyi şekilde değerlendirilmesi konusunda projeler geliştirilmeli,  üretim ve pazarlama kooperatifleri kurularak üretici desteklenmeli ve Kazdağı ve çevresinin değerleri temiz ve sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere aktarılmalıdır.

‘Şirket işçilere tazminatlarını ödemeli’

Bu karar ile halk arasında ayrımcılık yaratılması istendiğinin vurgulandığı açıklama şirkete yönelik işçilere tazminatlarının ödenmesi, sebep oldukları ekolojik yıkımın maliyetinin karşılanması ve diğer altın madeni projelerinden çekilmeleri talebiyle sonlandırıldı.

 

Eski usul bir sempozyum

 

Geçtiğimiz hafta sonu Özel Fener Rum Lisesi’nde (İstanbullu’nun Kırmızı Mektep’i) eski usul bir sempozyum gerçekleşti; Sapor. Oradaydım ve size neydi, neler konuşuldu, kimler katıldı anlatmakla kalmayacağım, kısa tarihim içerisinden başka örnekler arasına Sapor’u nereye yerleştirdiğimi, heyecanımı ve hatta ileriye dönük beklentilerimi anlatacağım.

Hadi, başlayalım.

Öncelikle sapor; lezzet, lezzeti belirleyen unsur, çeşni demek. Sempozyum bu bağlamda “…yemeğin eğlenmekten ve karın doyurmaktan öte bir kültür, toplumların hayatlarını geçmişten geleceğe bağlayan bir sosyolojik, antropolojik olgu olduğunu, ciddiyetle ele alınarak bize yol göstereceğini ve bunu paylaşarak yapabileceğimizi tasarlayan sempozyum.” diye tanımlanmış, web sayfasında. Az açmak gerekirse, kurufasulye kadar makul, demokratik hatta sıradan bir tencere yemeğinin doğudan batıya, bir evden diğerine farklarının sebebine yoğunlaşan bir muhabbetin habercisi.

Pekala.

Sapor, kurucusu Tuba Şatana’nın niyeti doğrultusunda, her yıl tekrarlanacak ve her yıl başka bir tema ile çağrısını yapacak. Bu yılın teması, İstanbul’du. Tuba, Sapor’u kurgulamada ilham aldığı iki sempozyumun adını sık geçiriyor; tema konusunda ilkini hemen paylaşayım; Oxford Food Symposium. Tuba, Oxford’un izinden giderek, her yıl gerçekleştireceği bu eski usul toplaşmaya, her yıl taze bir tema seçme kararı almış.

Alan Davidson ve Theodore Zeldin tarafından 1979’da başlatılan ve Türkiye’den Nevin Halıcı ile Aylin Öney Tan’ın (öncü) katılımlarıyla haberdar olduğum bu sempozyum son yıllarda Türkiye’den çok daha renkli ve çeşitli bir ilgi görmeye başladı. Sempozyumda sunulan bildirilerden oluşan risaleler pek çok gastronomi, sosyoloji, antropoloji okur, yazar, araştırmacısının değerli başvuru kitapları olarak raflarındadır. Size, eğer ilk kez haberdar oluyorsanız, kimisini Google Books kategorisinden online okuma şansınız olduğunu hatırlatmak isterim, bir göz atın.

Tuba’nın bir diğer ilhamı da sadece beş kez gerçekleşmiş bir sempozyum; Milletlerarası Yemek Kongresi.

Feyzi Halıcı’nın yönetimindeki Konya Turizm Derneği’nin (şüphesiz Nevin Halıcı’nın Oxford Food Symposium tecrübe ve ilişkilerinden alınan ilham ve destekle) 1986’dan 1994’e gerçekleştirdiği ve gastronomi dünyasına referansla çeşitli disiplinlerden pek çok duayen araştırmacı ve yazarı ağırlayan bu kongreler, bugün hayalini dahi kuramadığımız bir biçimde Konya ve İstanbul’u yeme-içme kültürünün merkezlerinden biri olmaya aday hale getirmiş önemli bir çalışmaydı.

Feyzi bey, 2017’de aramızdan ayrıldı. Bildirilerin basılmış kopyalarının tamamını sadece TBMM Kütüphanesi’nde bulabileceğiniz (sahaflardan takiple kendinize eksiksiz bir takım yaratma fırsatınız hala var) Milletlerarası Yemek Kongresi’nin o “eski usulü” ise bugün Sapor’a ilham oldu.

Eski usul ne demek, biraz da onu açayım size.

Malumunuz TEDx’lerden bu yana bildiri sunumundan ziyade kısa bir süre zarfından en vurucu konuda, en renkli ve en akılda kalıcı sunumu yapar olduk. Bunda bir yanlış yok, sakın aşağı gördüğümü düşünmeyin. Ben de hem Türkiye’de, hem de yurt dışında katıldım, konuşmacı olarak yer aldığım gibi, mutfakta çalışırken youtube’dan açıp da dinlediğim kanalların başında geliyor TEDx kanalları, hala. Amma ve lakin TEDx’lerin bir önceki kuşak sunumlardan önemli bir farkı var: Konuyu popüler kılmaya yönelik bir dili zorluyor! İyi tarafı, hiç kimsenin dinlemeyeceği bir fizik problemini popüler bir dille anlattığınızda ilgilisi artıyor. Kötü yanı ise, kanaatimce çok net: Her iyi fizikçi iyi bir hatip değil! İyi bir fizikçinin, kuantuma dair sıradışı bir önerisini TEDx formatında paylaşması misal, kabil değil. Tamam, diyeceksiniz ki akademi ne için! Hakkınız var, onun yeri ayrı ve fizikçimiz pekala da orada sesini duyurabilir ve fakat yemek, yemek kültürü dediğimizde, hem de multidisipliner bir buluşma için alan bir anda daralıveriyor işte, böylesi bir düzende.

Sapor, yemek kültürü gibi disiplinlerin kaynaştığı bir alanda eski usulü koruyan ve dolayısıyla gelişmesine imkan yaratan bir platform olmaya aday.

Alkışlıyorum.

Tema, dediğim gibi İstanbul’du ve buluşmaya mekan olarak Kırmızı Mektep’in seçilmişliği hepimiz için ayrı bir heyecan konusuydu. Eminim sizler de, aynı ben gibi, Tepebaşı’ndan Haliç’e ve karşı kıyısına bakarken ya da Balat yönünde yol alırken Bulgar Kilisesi’nin hemen arkasında ve hatta biraz daha meraklısıysanız şehrin, ara sokaklarında dolaşırken Eminönü’nden Fatih’e, Fener’e doğru, size tepeden, oturduğu güzel yükseklikten bakan bu kıpkırmızı binayı görmüş ve içini merak etmişsinizdir.

Kırmızı Mektep, 1453’de İstanbul’u fethiyle birlikte şehri terk eden ancak bir yıl sonra Fatih Sultan Mehmet’in daveti ve Patrik Gennadios’la yaptığı anlaşma ile geri dönen Ortodoks cemaatine ait. Anlaşma uyarınca cemaat 1454´te Fener sınırları içinde bir okul kurulmuş. Bu okulun adına “Patrikhane Akademisi” ya da “Rum Mekteb-i Kebiri” olarak denk gelmiş olabilirsiniz. Patrikhane bağlantısından da anlayacağınız üzere, tipik bir cemaat okulu olup felsefe, filoloji ve edebiyat gibi dersler teolojik ağırlıklı okutulurmuş. 1861’den bu yana da klasik eğitim sisteminin parçası.

Değişimi ve dönüşümü ile neredeyse altı yüzyıllık bir eğitim kurumu kısacası ama Kırmızı Bina o kadar eski değil.

Patrik III. İoakim döneminde, 1881’de inşa olmaya başlayan ve 1883’den bu yana hizmet veren Kırmızı Mektep, önceleri Patrikhane’nin seçtiği metropolitler(1) aracılığı ile yönetilmiş. Kapısında “πατριαρχική μεγάλη του γένους σχολή”(2) yazan, Marsilya’dan gelme kırmızı tuğlaları, Gotik mimarisi ile Hogwarts’ı andıran binanın mimarı, bu cemaatin üyesi, bu okuldan mezun olmuş Konstantin Dimadis. Lozan Antlaşması’yla birlikte okulun yönetimi sivillere geçmiş ve Fener Rum Erkek Lisesi adını almış. Tevkii Cafer Mektebi sokakta bulanan ve Patrik II. İoakim’in bağışladığı arazi üzerine III. İoakim tarafından inşa olan Yoakimyon Kız Lisesi’nin 1988’de yeterli sayıda öğrencisi olmaması sebebiyle kapanmasından bu yana da karma.

Müdür Dimitri Zotos ikinci gün bizi selamlar ve okulun tarihini anlatır ve konferans salonunun ancak 25 yıl önce gün yüzü gören tavanındaki “eğitimin koruyucusu üç aziz”i ile yan duvarlarındaki Homer’den Pitagor’a, İskender’den Heredot’a Yunan kültürünün kahramanlarını betimleyen rölyefleri incelerken öğrendik ki Lozan Anlaşması şartları uyarınca cemaatin haricinde öğrenci kabul edemeyen okulun bugün hepi topu 43 öğrencisi var.

Evet…

İstanbul’da, 2019’un Aralık ayında biz, eski usul bir sempozyumda gastronomi üzerine konuşmak, bildiriler sunmak, panelleri takip etmek ve dinlemek üzere bir araya gelen 150 civarı katılımcı, Kırmızı Mektep’de, böylesi bir mirasın parçası olduk.

Sahilden okula çıkan dik yokuşu ve avludan okula tırmanan merdivenleri, yine okulun içerisinde devam eden basamaklar aldı. Tuba, Harry Potter’dan fırlamışcasına, Hogwarts’ın girişindeki öğretmenler gibi karşıladı bizi.

Konferans salonunun da olduğu katta yerlerimiz gösterildi; soldaki amfi, kahve, atıştırmalıkların yanı sıra gastronomiye ve İstanbul’a dair özel bir toplama gayretinin belirgin olduğu kitapçıdan oluşuyordu. Orta sınıf, eşyalarımızı bırakabileceğimiz kapalı bir alan ve en sağda, elimizde kahve ya da çörekle girmemizin okulun öğrencileri aracılığı ile engellendiği muazzam konferans salonu!

Konferans, onur konuğu Andrew Dalby ile başladı. “İstanbul Bizansken” başlığını verdiği sunumu eski usul bir yavaşlığa rağmen çok eğlenceliydi. Dalby, Bizans’ın damak tadını anekdotlar ve çizimler eşliğinde anlatırken bizlere dünyanın her köşesinden taşınan baharatların yardımı ile oluşturulan kokulu, renkli ve muazzam çeşitliliğe sahip bir mutfağı ve balıklardan gelişen harikulade bir zanaatin bilgisini nakletmekle kalmadı; kurulan masaları, yeme içme adabını yabancı elçiler ve seyyahlar gözünden de aktardı.

Bizans damak tadının bileşeni olmakla beraber, bugün raflarımızdaki yerini korumayan onlarca içerik, çevirmenin daha çevirisini tamamlamasına fırsat vermeden izleyici tarafından (bazen mırıltılar, bazen de çeviriye yardım maksadıyla yüksek sesle) Türkçeleştirilirken; tahmin ederim Tuba nasıl bir takipçisi olduğu kadar, geleceğe dönük sorumluluklarının ne kadar yüklü olduğunu da hissetmiştir.

Andrew Dalby ve Tuba Şatana.

Dalby’i “Byzantion ve Khalkedon’da Balık ve Balıkçılık” başlıklı sunumu ile Prof. Dr. Oğuz Tekin, “Osmanlı Saray Sofrasındaki Hiyerarşi” sunumu ile Doç. Dr. Özge Samancı, “18. Yüzyılda Boğaz’da Üzüm ve Şarap Üretmek” başlıklı sunumu ile Prof. Dr. Suraiya Faroqi, “Esir Şehrin Mutfağı, İşgal Dönemi İstanbul” başlıklı sunumu ile de Aylin Doğan takip etti.

Suraiya hanım’ın öğrencisi ya da Boğaziçi, Bilgi veya Ibni Haldun üniversitelerinde yolu bir sebeple kesişmiş olanlar hak vereceklerdir; çok zayıf, zayıf olduğu kadar zarif ve saçından eteğine bakışınızı alamayacağınız hali ile halühazırda farklı bir kadın. Üzerine “e”lerinden, “ı”larından bıktığımız çok konuşanların boş dünyasında, Suraiya hanım’ın  “efendim”lerle birleştirdiği cümlelerinin ahengine, seçtiği kelimelerin çeşitliliğine ve sukunetle aktardığı bilginin sarihliğine hayran kalmamak kabil değil. Tümüne 18inci yüzyıldan bağ bahçe manzaraları eklenince… harikulade bir sunumdu. Ama eklemeliyim; sunumu kadar ardından gelen soru cevap kısmında, Profesör Faroqhi’nin salonun içlerine kadar ilerleyerek cevabını yakın mesafeden verme biçimi, sanıyorum Sapor’dan bende kalan en değerli görüntülerden biri. Öğrencisi olmuş olmayı isterdim.

Soldan sağa, Oğuz Tekin, Özge Samancı, Suraiya Faroqhi, Aylin Doğan.

İlk günün son paylaşımı bir paneldi ve İlhan Eksen’in moderatörlüğünde Deniz Alphan, Marianna Yerasimos ve Takuhi Tovmasyan’ı bir araya getirdi; başlık ömre bedel, “İstanbul Sofraları”.

Soldan sağa İlhan Eksen, Deniz Alphan, Marianna Yerasimos ve Takuhi Tovmasyan.

Deniz Alphan, Marianna Yerasimos ve Takuhi Tovmasyan’ın benim kuşağım yemekçiler için değerini anlatmam kabil değil. Öncelikle, çok eğlenceliler. Çok hüzünlüler. Çok çalışkanlar. Hiç çemkirmiyorlar. Hep üretiyorlar. Hiç esirgemiyorlar. Bir değil, ardın ardına bıraktığım cümleler üçü için de geçerli. Bu üç kadın, İstanbulluluğun sünni, Türk ve erkek olmayan herşeyinin temsilcisiler. Sadece Sefarad, Ermeni ya da Rumluk değil anlatmaya çalıştığım, kaybolan bir Samatya, bir Boğaz, bir Beyoğlu onlarda yaşadığı için. Esnaflık bilgisi, şehrin haritası, mahalleler arası ilişkiler, kurulan masalar, paylaşılan/ortak tatlar… bugün sepye birer fotoğraf karesinin detaylarından yakalamaya çalışacağımız tüm bilgi onlarda yaşıyor hala.

İlhan Eksen her birinden birer yılbaşı sofrası kurmalarını istedi ve niyesi, nasılı ile anlatmalarını. Marianna Yerasimos’un likorinosdan lakerdaya, Takuhi Tovmasyan’ın keşiş yemeği topikten anuşabura ve Deniz Alphan’ın kaşer kurallarına uyulan ve uyulmayan düzeni içinde hindiye yeğlenen kuzuya dair hikayeleri… tahmin ederim ki Sapor bir podcast olarak yerini aldığında sistemde, en çok paylaşılanlar arasında liste başı olacak.

İlk günü böylece tamamladık.

Solda ilk günün konuşmacıları ve ertesi günün moderasyonundaki değişimin işareti Öney kardeşler; sağda az eksikle ama tümü kadın bir ekipten gün sonu pozu.

İkinci gün, bir pazar günü, İstanbul’un uykulu saatlerinde yine toplandık Kırmızı Mektep’te.

Hogwarts School of Witchcraft and Wizardry diyeceğim ama değil tabi, sabah erken saat, Kırmızı Mektep’ın girişinde ben, Tuba Şatana ve Andrew Dalby. Fotoğraf: Mehtap Geliş

İlk gün toplantılara katılamayan okul müdürü Dimitri Zotos’la başladı gün. Ondan dinlediklerime araştırıp eklediklerimi yukarıda paylaştım ama kıyaslanamaz benimkiler. Zotos’un güler yüzlü, neredeyse neşeli ve samimi sunumu içimizi çizik çizik etti. Tarifi güç. Ama hemen ardından Balık Pazarı’nın dününü bugününü anlatmaya koyulan Şeref Acehan ve Feridun Dörtler’le beraber niyesi netleşti: Güler yüzle anlatılan, itham etmeden dost meclislerinde konuşulan hikayelerde bile bir an sessizlik oluveriyor. Sanki o anda herkes birlikte, içinden okuyarak tamamlıyor; söylenmesi yasak bir hikayenin kalbimize kazınmış cümlelerini… Şüphesiz hepimiz 6-7 Eylül’den utanç duyuyoruz, her birimizin kanayan bir yarası 20’lerde, 40’larda, 50’lerde, 70’lerde, 80’lerde İstanbul’u terk etmek zorunda kalanlar, herkes gözleyebiliyor rengimizin ne solgun, sesimizin sözümüzün nasıl da eksik olduğunu. Ama o sessizlik var ya, o sessizlik galiba bugün kadınlara gelen sıranın mimarı.

Sapor’a dönelim.

Feridun ve Şeref beylerden Balık Pazarı’nı, değişen esnafı, müşterileri, yeme içme alışkanlıklarını, özel ürünlerini dinlerken kapılar açıldı ve içeriye ellerinde kutularla Sapor ekibi girdi: Üç Yıldız Şekerleme’den badem ezmeleri ikram edildi. Zarif bir ağız hoşluğu oldu, sessizliğimizi kapatan.

Soldan sağa, Ruhi Güler, Nilhan Aras, Arif Bilgin, Sezin Öney, Uğur Yüksel ve Mary Işın.

Ardından Ruhi Güler sunumunu gerçekleştirdi.

“Tarihçilere bir öneri” diye nitelendirdiği Lüfer Devri’nden yola çıkarak hazırladığı “Lüfer Devri’nin (1858-1908) Siyasi Anlamı (Var mı?)” başlıklı sunumu, sanırım Sapor’un dinlemesi en keyifli paylaşımıydı. Her ne kadar sunumun bir noktasında Ruhi bey’in sıkıldığı hissine kapıldıysam da, teması İstanbul olan bu eski usul sempozyuma hakkını en çok o verdi diyebilirim. Risk aldı. Bizi sıkmaktan korkmadı. Disiplinlerarası bir alandan/boşluktan konuştu. Anekdotlarla dolu gibi yaparken kanıtlar sunarak bir tesbit yapmayı denedi… çok iyiydi. Böyle sunumların çok daha fazla olması gerektiği kanaatindeyim.

Ruhi Güler’in sunumunu Nilhan Aras, Arif Bilgin ve Uğur Yüksel’in “İstanbul İaşesi, Bu Şehir Nasıl Doyar” paneli takip etti. Aslında moderatörün Aylin Öney Tan olması planlanmış ancak Aylin’in asla bitmeyen projeleri, sayısız yazısı arasından çıkan bir yolculuk vesilesi ile kardeşi Sezin Öney’e emanet edildi masa. Bu değişiklikten bağımsız olarak, sempozyumun en ritminin, enerjisinin düştüğü paylaşım bu masada gerçekleşti. Tüm paneller, tüm sunumlar içinde karşıtlıktan en çok beslenecek konu bu panelin konusuydu. Nihayetinde her yerden buraya akan, taşınan, her coğrafyadan kopartılıp aktarılan İstanbul’a ne yeter? Evet, İstanbul 400 bin nüfusa sahipken de dışarıdan ürün alıyordu! Ancak bugün, kapitalizmin despot idaresi altında dahi bostanlar, seralar devam ediyor üretime. (geçtim Yedikule Bostanları’ndan, Beykoz’un, Şile’nin, Gümüşdere’nin kadınlarından, İstanbul Havalimanı’ndan uçacak olursanız aşağıya bakın, seralar oradalar hala) Burası bereketli bir coğrafya. Başka türlü gelişemez miydi, İstanbul? İstanbul’un kendine yetme imkanı yok muydu? Sanıyorum her an etkisi artarak hissedilen iklim krizinin endişesi ve gerçek gıdanın hasreti içerisinde bir İstanbul’da bu soruların karşılığı heyecanla tartışılırdı. Paneli takip eden soru cevapta Tuba’nın da öncül yaklaşımıyla biraz konuşuldu. İyi oldu.

Sapor’un nazarı diyelim.

Gaziantepli Orkide pastahanesinden gelen acıbadem ve fıstık krokanlarla tadımız tazelendi. Mary Işın’ın “Osmanlı Döneminde İstanbul’un Su Kültürü” ve Erdir Zat’ın “İstanbul ve Çilingir Sofrası” başlıklı sunumları ile devam ettik ve sempozyumu tamamlamanın, yeni bir başlangıçta olmanın şerefine gün batımını Firuze’de yakaladık.

Benim sempozyum favorilerime gelince… Ruhi Güler’in “Lüfer Devri’nin (1858-1908) Siyasi Anlamı (Var mı?)” başlıklı sunumu liste başım. Aşikardır. Onu “Osmanlı Saray Sofrasındaki Hiyerarşi” sunumu ile Özge Samancı ve “18. Yüzyılda Boğaz’da Üzüm ve Şarap Üretmek” başlıklı sunumu ile Suraiya Faroqi takip ediyorlar. Panellerin ikisi, “İstanbul Sofrası” ve “Beyoğlu Balık Pazarı; O Zaman, Bu Zaman” uzun süre benimle kalacaklar. Bir dolu şey öğrendim, kimi bildiklerimi hatırladım. Görmeyi çok özlediklerimi gördüm. Çok şey paylaştım sosyal medyada, kabıma sığamayıp. Bir dostum, o kadar güzel görünüyordunuz ki, besbelli çok iyi geçmiş dedi. Güzellik sosyal medyada gülümsemeden aktarılıyor ancak. Gülümsemeyenimiz yok fotoğraflarda. Hepimize iyi geldi, gri hücrelerimizin muhabbeti.

Bu sempozyum, taze bir filiz. Milletlerarası Yemek Kongresi ve Oxford Food Symposium’la kökleri karışarak yükselen, buradan, bizlerden destek alacak ama öteye, uzaklara da muhabbet gösterecek bir filiz. Öğle yemeklerini okulun yemekhanesinde, okul usulü, kahveyi zanaat kalitesinde, atıştırmalıkları vegan dahil en demokratik biçimde sunan misafirperverliğini de muhabbetinin parçası görüyorum. YEDİ ilk göz ağrımızdı. Şimdi Sapor’la birlikte renk ve usul ve görgümüz artacak. Diliyorum memleketin siyasi ve ekonomik ikliminin güç koşullarında filizlenen bu gayretler gelişsinler ve eski usul, yeni usul nice paylaşımlara açılsın yollar. Daha çok konuşalım, daha çok yazalım, daha çok tartışalım. Kaç milyon yıllık evrimin ürünü, zekamız. Söz üzerine söz kayma becerimiz. 2020’de dilerim daha çok sebep, daha çeşitli platform olsun hakkını vereceğimiz.

Sapor hoşgeldi, yeri daim olsun dilerim.

***

1- Metropolit: Hristiyanlık’ın Ortodoks mezhebinde, Patrik’ten sonra gelen ve bir bölgenin din işlerinde en yetkili makamında bulunan din insanı.

2-“πατριαρχική μεγάλη του γένους σχολή” yani Yunanca, “patrikhaneye bağlı büyük okul”

 

 

Patrik Maşalyan: 12 yıllık mahrumiyet sona erdi

Türkiye Ermenileri’nin 84. Patriği Mesrop Mutafyan‘ın 2008’de başlayan sağlık sorunlarıyla başlayan sıkıntılı seçim sürecinin sonuçları Çarşamba günü belli oldu.

Yeni patrik, 119 delegeden 102’sinin oyunu alan Sahak Maşalyan oldu. Seçimdeki rakibi ise Aram Ateşyan idi.  Maşalyan, seçimin sonuçlanması üzerine 17.00’de gerçekleşen karşılama duası (Hraşapar) ile görevine başladı.

Ne olmuştu?

Bir önceki Türkiye Ermenileri Patriği Mesrop Mutafyan‘ın ağır hastalığı yüzünden on yıldır tıkanma sürecinde olan patrik seçimleri, Mutafyan’ın ölümünün ardından tekrar başlatılmıştı.  İçişleri Bakanlığı Patrikhane ve Müteşebbis Heyet’e gönderdiği talimatnamede seçilmek için “İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne mahsus piskoposlar sınıfına dahil olma” şartı koymuştu.

84. Türkiye Ermenileri Patriği Mesrop Mutafyan

Karara tepki gösteren Türkiye Ermenileri sivil toplum örgütü Nor Zartonk ise açıklama yayınlayarak Bakanlığın kararının “inanç ve örgütlenme özgürlüğüne müdahale” olarak nitelendirmiş ve adaylardan seçimi boykot etmelerini istemişti.

Patrik Maşalyan: 12 yıllık mahrumiyet sona erdi

Türkiye Ermenileri’nin 85. Patriği Sahak Maşalyan, Agos’ta yer alan habere göre bir açıklama yayınladı ve  “12 yılı aşkın bir süre Patriksiz idare edilen Ermeni toplumu nihayet demokratik seçimlerle, hakkın ve halkın onayıyla yeni Patriğini seçti”ifadelerini kullandı. Açıklamanın devamında ise şu ifadeler yer aldı:

Bugün 85. Türkiye Ermenileri Patriği olarak seçilmiş olmanın kıvancını sizlerle paylaşmak isterim. Müteveffa Patrik Mesrop Mutafyan’ın trajik hastalığı nedeniyle on iki yılı aşkın bir süre Patriksiz idare edilen Ermenin toplumu nihayet demokratik seçimlerle, hakkın ve halkın onayıyla yeni Patriğini seçti. İki aşamalı bu seçimde 8 Aralık Pazar günü halk kiliselerde 102 sivil temsilciyi belirlemek için sandık başına gitti. 102 sivil delegenin 89’unu kazanan Turuncu listeyle şahsımın Patrik seçilmesi zaten geçen pazar günü garantilenmişti. Bugün 102 sivil delege 17 ruhani delegeyle birleşerek 119 kişilik bir Temsilciler Meclisi oluşturuldu. Gizli oylamayla yapılan seçim sonucu şahsım Episkopos Sahak Maşalyan resmen Patrik seçildi. Bu seçimler için emek sarf eden ve hiçbir özveriden kaçınmayan sivil ve ruhani delegelere ve bizleri gönülden destekleyen halkımıza minnet ve teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın izinleriyle ilk Patrik Bursalı Episkopos Hovagim’le başlayan İstanbul Ermeni Patrikliği dini ve cismani otoritesiyle Osmanlı İmparatorluğunun önemli kurumlarından biri olmuştur. Cumhuriyet döneminde de Ermeni toplumunun temsil makamı olmaya devam etmiştir. Cumhuriyet hükümetleri döneminde de laiklik ilkesi gereğince patriklerimiz, bugün de olduğu gibi, geleneklerimize uygun olarak seçimle işbaşına gelmişlerdir. Bu vesileyle Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ü rahmet ve minnetle anıyoruz. Cumhuriyetimizin ilelebet payidar kalmasını diler, bizlere bu seçim imkanını sağlayan devletimize ve hükümetimize sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan şahsında sonsuz şükranlarımızı sunarız. Bu seçimlerin sağlıklı ve huzur içinde yapılabilmesi için hiçbir özeni esirgemeyen sayın İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu’ya ve İstanbul Valimiz sayın Ali Yerlikaya’ya özel teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Ermeni toplumu Türkiye’deki en büyük gayri Müslim azınlıktır. Bu toprakların tarihi kadar kadim bir halkın bugünkü evlatları olarak ülkemiz insan mozaiğinin renklerinden birini temsil ediyoruz. Ermeni halkının bu topraklarda oluşan ortak medeniyete katkısı dün olduğu gibi bugün de devam edecektir. Çoğulculuğun, çok renkli ve çok sesli çağdaş bir toplum olmanın, birlikte yaşama kültürünün pekişmesi bağlamında bu seçimlerin yapılabiliyor olması çok önemlidir. Dünyanın şiddete savrulduğu bugünlerde barışın, hoşgörünün ve siyasal olgunluğun ülkemizde sergileniyor olması bizler için bir gurur kaynağıdır.

‘Patrik’ sözcük anlamıyla baba, peder demektir. Öyle ki bugün halkımız kendini temsil edecek, sorunlarıyla ilgilenecek, dini ve etnik birliğinin sembolü olan manevi babasını seçmiş, böylece on iki yıllık bir mahrumiyet dönemi sona ermiştir. Halkımın desteği ve dualarıyla yüce Rabbin rahmet eli üstümden eksik olmasın. Bu ağır mesuliyeti üstlenmek hayatımın en büyük şerefi olmuştur. Bu görevi layıkıyla icra edebilmem için hepinizin dualarına ihtiyacım var. Allah yardımcım olsun.

 

Dışişleri Bakanlığı’ndan ekonomik yaptırıma tepki

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Türkiyeli yetkililere ekonomik yaptırım öngören tasarıyı 4’e karşı 18 oyla onayladı. Tasarıda, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki askeri faaliyetlerini sonlandırması çağrısı yanında Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerinin alımı kapsamında da yaptırım uygulanması yer alıyor.

Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham ve muhalif Demokrat Senatör Chris Van Hollen tarafından hazırlanan öneride yaptırım uygulanacak kişiler arasında şu isimler yer alıyor:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez.

Sıra ABD Senato Genel Kurulu’nda

ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin onayladığı tasarı, ABD Senatosu Genel Kurulu‘nda da onaylanması halinde ABD Başkanı Donald Trump‘ın önüne gidecek. Kanun tasarıları ABD Başkanı tarafından veto edilebiliyor. Ancak meclis üyeleri 3’te 2 çoğunluk ile tasarıyı kabul ederse başkanın veto yetkisi ortadan kalkıyor.

Dışişleri Bakanlığından açıklama

Kararın ardından Dış İşleri Bakanlığı bir açıklama gerçekleştirdi. Açıklamada, “Barış Pınarı Harekatımız ve S-400 sistemi gerekçesiyle ülkemize yaptırım uygulanmasını öngören bir yasa tasarısının ABD Senatosu’nun Dış İlişkiler Komitesi’nde hangi saiklerle kabul edildiğini biliyoruz. Bunun nedeni, uzun zamandır (Suriye’nin kuzeyinde) itinayla hazırlanan projeye indirdiğimiz ağır darbeden kaynaklanan derin hayal kırıklığıdır” ifadeleri kullanıldı.

Yaptırım kararının kabul edilemez bulunduğu açıklamanın devamında ise şu ifadelere yer verildi:

Son dönemde Kongre’nin her iki kanadında iç siyasi hesaplarla yürütülen ve Türkiye aleyhtarı malum çevrelerce de desteklenen girişimler milli güvenliğimizle ilgili egemen kararlarımıza saygısızlığın yeni bir tezahürüdür.

Temsilciler Meclisi’nin 29 Ekim’de kabul ettiği benzer içerikli bir yasa tasarısına gerekli tepkiyi vermiştik. Bu kez Senato’nun gündemine alınmaya çalışılan tasarı, yaptığımız izahatların anlaşılmak istenmediğini gösteriyor.

ABD Kongresini, Türk-ABD ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik olarak geçtiğimiz haftalarda en üst düzeyde teyit edilen ortak hedeflerimize zarar vermeyecek yapıcı bir tutum benimsemeye ve aklıselimle hareket etmeye çağırıyoruz.

 

Dünyanın ilk ‘Mikrotonal Gitar Festivali’ 13 Aralık’ta İstanbul’da gerçekleştirilecek

Dünyanın ilk Mikrotonal Gitar Festivali, İTÜ MİAM’ın 20’nci sene kutlamaları kapsamında 13 Aralık Cuma günü İTÜ Maçka Kampüsü’nde gerçekleştirilecek. 13:30’da başlayacak olan festival Grammy ödüllü John Schneider, Würzburg Müzik Üniversitesi’nden Jürgen Ruck, İspanyol gitarist Fernando Perez ve Tolgahan Çoğulu & Sinan Ayyıldız Duo’nun konserleriyle sona erecek.

2008 yılında İTÜ MİAM bünyesinde ayarlanabilir mikrotonal gitarı geliştiren, bugün İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müdür Yardımcısı ve İTÜ MİAM’da klasik ve mikrotonal gitar eğitmeni olarak görevini sürdüren Prof. Dr. Tolgahan Çoğulu festival öncesinde Açık Radyo’da “Babil’den Sonra” programıma konuk oldu. Program kaydını şuradan dinleyebilirsiniz.

Batı müziği çalgılarıyla halk türkülerini veya Klasik Türk Müziği eserlerini yorumlamak Türkiyeli müzisyenler için her zaman bir mesele olduğu için müzisyenler, Türkiye müziğini batı çalgılarıyla yorumlarken daha çok komalı sesleri içermeyen yapıtları seçmeye çalışır. Bu mesele üzerine düşünen birçok müzisyen-çalgı yapımcısı farklı çalgılar geliştirdi. Tolgahan Çoğulu da bu müzisyenlerden biri. 2008 yılında tasarladığı ve halen üzerinde çalıştığı Mikrotonal Gitarla sorunun çözümüne önemli katkı yaptı.

Tolgahan Çoğulu

Tolgahan Çoğulu, Yüksek Lisans ve doktorasını İstanbul Teknik Üniversitesi Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi‘nde (MİAM) tamamladı. ‘Bağlama Tekniklerinin Klasik Gitar İcrasına Uyarlanması’ başlıklı doktora tezi 2011 yılında Almanya’da VDM Publishing tarafından yayınlandı. 2008 yılında ‘Ayarlanabilir Mikrotonal Gitar’ı tasarladı. 2012 yılında Atlas adını verdiği CD, Kalan Müzik tarafından basıldı.

Mikrotonal gitar için 41 eser yazdı. Mikrotonal gitar ile 34 ülkede konser ve seminer verdi. 2013 yılında Doçent oldu. 2014 yılında Georgia Tech Üniversitesi’nin   düzenlediği ‘Margaret Guthman Müzik Enstrümanları Yarışması’nda birincilik ödülü ve 5 Donizetti Klasik Müzik Ödülleri’nde “Özel Ödül” aldı. 2015 yılı Haziran ayında Sinan Cem Eroğlu ile kurdukları Mikrotonal Gitar Duo’nun CD’si Kalan Müzik tarafından yayınlandı.

2014 yılında İTÜ’de dünyanın ilk mikrotonal gitar bölümünü kurdu. 2016 senesinde bir sene boyunca Bristol Üniversitesi’nde ‘Mikrotonal Gitarda Tarihsel Akort Sistemleri’ başlıklı araştırma konusuna çalıştı ve seminerler verdi. 2015-2017 yılları arasında Würzburg Müzik Üniversitesi ile yaptığı ‘Mikrotonal Gitar için Repertuar Yaratma ve Sunma’ isimli proje DAAD tarafından desteklendi ve bu çerçevede mikrotonal gitar ve ensemble için 12 besteci eser yazdı.

2016 yılında dünyadaki ilk Mikrotonal Gitar Yarışması’nı düzenlemeye başladı. 2018 yılında Fernando Perez ile beraber yazdığı mikrotonal gitar metodu İspanya’da yayınlandı. ‘Microtonal’ adlı solo mikrotonal gitar albümü Ahenk Müzik tarafından yayınlandı. Halen İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ve Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde klasik ve mikrotonal gitar öğretmenliği yapmaktadır.

İTÜ Maçka Kampüsü’nde Grammy ödüllü müzisyen 

 John Schneider

Festival 13 Mart Cuma 13:30’da İTÜ Maçka Kampüsü Cevat Memduh Altar Salonu’nda Grammy ödüllü Amerikalı gitarist ve besteci John Schneider’in sunumuyla başlayacak.

     Jürgen Ruck

Festival saat 15:00’de aynı salonda gerçekleştirilecek olan ‘Microtonality as the future of music’ başlıklı panel ile devam edecek. Prof. Dr. Tolgahan Çoğulu’nun yöneteceği panelde Yelda Özgen, Amerikalı gitarist ve besteci John Schneider, Würzburg Müzik Üniversitesi’nden Prof. Jürgen Ruck, İspanyol gitarist Fernando Perez ve Sinan Ayyıldız panelist olarak yer alacaklar.

Fernando Perez

Festival, İTÜ Maçka Kampüsü İlhan Usmanbaş Salonu’nda gerçekleştirilecek konserle sona erecek. 17:00’de Fernando Perez, Tolgahan Çoğulu & Sinan Ayyıldız Duo sahne alacaklar.

Tolgahan Çoğulu & Sinan Ayyıldız Duo

Konserin saat 20:00’de başlayacak ikinci bölümünde Jürgen Ruck ve John Schneider ‘in performansları izlenenebilecek.

Festivale giriş ücretsizdir.

Detaylı bilgi için: www.miam.edu.tr

 

 

 

COP25’de iklim aktivistlerine polis şiddeti

Madrid’de sürdürülen BM 25. Taraflar Konferansı’nın (COP25) ikinci haftasına, iklim aktivistlerine yönelik polis şiddeti damgasını vurdu. Sendikalar, gençlik grupları, kadın grupları, STK temsilcileri ve yerli halklardan oluşan yüzlerce kişinin, Konferans Salonu’nun önünde yapmak istedikleri barışçıl protesto, önce BM sonra da İspanyol polisinin sert tepkisiyle karşılandı. Aktivistler, itilip kakılarak ve darp edilerek salondan dışarı çıkarılırken, giysileri ve eşyalarını almalarına da izin verilmedi.

Aralarında 350.org, CAN Uluslararası, Uluslararası Sendikalar KonfederasyonuGreenpeace, Af Örgütü gibi çok sayıda uluslararası STK’nin temsilcilerinin de bulunduğu eylemcilerin, konferansı izlemeleri için gerekli olan gözlemci kartlarına el konuldu. Kalabalık grubun yarın gerçekleşecek oturumlara alınıp alınmayacağı bilinmiyor.

Zirveyi izlemek üzere Madrid’de bulunan ve protestocularla birlikte dışarıya atılan 350.org Global Projeler Yöneticisi Cansın Leylim, yaşananları Yeşil Gazete’ye anlattı:

“COP25’e katılan bütün sivil toplum temsilcilerinin bir araya gelerek, Zirve’de süregiden karbon piyasaları üzerindeki tartışmaları etkilemek amacıyla barışçıl bir eylem yapılıyordu. İklim adaleti isteyen yüzlerce kişinin, hem iklim görüşmelerinin başarısızlığına dikkat çekmek hem de şimdiye dek iklim krizine katkı yapan zengin ülkelerin az gelişmiş ülkelere yapacakları adaptasyon yardımıyla ilgili olarak gerçek çözümler bulmalarını talep ettikleri bir eylemdi. ‘Yüksel ve öde’ sloganıyla gerçekleştirilen eylemin temel meselesi, iklim adaleti ve bunun finansmanıydı.”

İklim adaleti ve finansmanı

Leylim, yüzlerce eylemcinin, zirveyi izlemek üzere akredite olmuş, gözlemci konumundaki katılımcılar olduğunu belirtti. Konuşmaların bitmesinden hemen sonra yapılan eylemin iklim adaleti ve bunun finansmanını sorgulamak amacını güttüğünü anlatan Cansın Leylim, “Şiddetsiz, barışçıl bir eylemdi. Atılan tek slogan, ‘Ne istiyoruz, iklim adaleti. Ne zaman istiyoruz, hemen şimdi’ydi” dedi.

Bir anda BM polisinin üzerlerine gelerek, boyunlarında asılı olan kimlik kartlarını çekerek aldıklarını, grubu yaka paça dışarı çıkarmaya başladıklarını anlatan Cansın Leylim, “Bizi, dalgalara benzeyen, dev gibi alçalıp yükselen bir kapıdan ite kaka dışarı attılar. Bu da oldukça metoforik bir haldi. Tam anlamıyla iklim krizinin yaşattığıyla aynı durumu, bu kez kriz tartışılırken yaşadık” diye konuştu.

‘Kirleticiler içeri, halk dışarı’

“Gençler iklim adaleti istediğinde onlara göstermelik olarak teşekkür edip durdular” diyen Leylim şöyle devam etti:

“Fakat ne zaman iş eyleme döküldü, her zaman olduğu gibi halk dışarı atıldı ve içerideki kirleticilerin müzakereleri etkilemelerine izin verildi. Biz, dev gibi kapının dışında beraberce omuz omuza dururken, bir grup ‘beyaz’ polis önümüzde bir barikat gibi dikilerek içeri girmemize izin vermedi. Bir Amerika yerlisi kadını bebeğini emzirmek için bile içeriye almadılar. Şiddet içermeyen bir eylem için oldukça sert bir tepkiydi.“

Giysilerini, eşyalarını bile almalarına izin verilmeden dışarı atıldıklarını söyleyen Leylim, yarınki oturumlara girip giremeyeceklerini bilmediği, bazılarının akreditasyon kartlarına el konduğunu anlattı: “Duyduğumuz kadarıyla bu hafta bitene kadar gözlemci statüsüyle zirveye katılan STK üyesi kimseyi içeri almamayı konuşuyorlar. Bazı delegelerden bu yönde talep gitmiş. Halkın taleplerini duymak işlerine gelmedi, gerçek konuları konuşmak yerine virgül ve paragrafları konuşmayı tercih ediyorlar.”

STK’lerden ortak açıklama

Polisin sert müdahalesi sonrasında ortak bir açıklama yayımlayan STK’ler barışcıl protesto eylemi yapan sivil toplum üyelerine yönelik sert tepkiyi “muhalefet üzerinde benzeri görülmemiş bir baskı” olarak nitelendirdi.

Açıklama şöyle:

“İklim değişikliği talep etmek için bu yıl milyonlarca insan sokaklara döküldü. Gençlerimizin, kadınların, yerli halkların, işçilerin ve iklim adaleti hareketlerinin öncülüğünde, tüm sivil toplum, daha önce hiç olmadığı gibi sesini duyurdu ve dünyayı iklim acil durumuna uyandırdı.

Şimdi sesimiz susturuluyor. Yüzlerce kişi, bugün Madrid’deki COP25 salonlarının içinde gösteri yaptı – ilerlemeyi engellemek için değil, ileriye götürmek için. Sloganımız, “Yüksel, öde” idi. Giderek şiddetli felaketlerden musdarip olan toplulukları desteklemek için finansman sağlamak amacıyla Paris Anlaşması ve insan hakları hukuku çerçevesinde taahhütlerini yerine getirmeyi reddeden zengin sanayileşmiş ülkelere bir mesajdı. Fosil yakıt ekonomisinden uzaklaşmak, verdikleri zararı ödemekten ziyade, bu salonlarda dolaşmaya çalışan şirket kirleticilerine bir mesajdı.

Bu kirleticileri kovmak yerine, BMİDÇS 25. Taraflar Konferansı (COP25) insanları kovdu. Sesimizi dinlemek yerine, bizi susturmaya çalıştılar. İznimiz olmadan itilip kakıldık ve darp edildik. Müzakere salonlarından kovulduk. Devasa bir metal kapıyı açıp bizi dışarı attıklarında eylemimizi dışarıda yapabileceğimizi söyledik. Birleşmiş Milletler güvenlik güçlerinin akredite kartlarımızı alma niyetleriyle ilgi bilgilendirilmedik. Soğukta dışarı atıldık,  ceketlerimiz ve paltolarımız olmadan, büyük metal kapının bizi soğukta dışarıda bırakmasını izledik. Yerli bir kadının bebeğini beslemek için içeri girmesine izin verilmedi.

Bu, 25 yıllık müzakerelerde daha önce hiç olmadı. Ancak, karşılaştığımız bu krizin daha iyi bir sembolü olamazdı. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar adalet istiyor ve yöneticiler bizi dışlamaya çalışırken, baskı altındalar. Onlar, yaptıklarımız için bize teşekkür ediyorlar, ancak harekete geçme zamanı geldiğinde, kirleticilere bir platform sağlarken yüzümüze kapıyı çarptılar. Birleşmiş Milletler ve ülkeler, yerli halkların geleneksel bilgilerini tanımak istiyor, ancak yerli halkların haklarını tanımadılar. Bu, Şili’den COP25 salonlarına, yerel toplulukların ve yerli halkların hakları ve gelecekleri için savaştıkları her yerde, dünya çapındaki tipik bir örnek.

Geri adım atmayacağız. Sivil topluma, dünya halkına, bu müzakerelere ve tüm uluslararası süreçlere tam erişim istiyoruz. Seslerimizin duyulmasını istiyoruz.

Birleşik insanlar asla yenilmez!”

 Destekleyenler

Nathan Thanki (Şimdi İklim Adaleti!), Tasneem Essop (CAN Uluslararası), Bert de Wel (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu), Bridget Burns (Kadın ve Cinsiyet Destek Ağı),  Tom Goldtooth (Yerli Çevre Ağı / Indigena Minga-Madrid Danışma Üyesi)

İmzalayan STK’ler

350.org, Eylem yardımı, Uluslararası Af Örgütü, Asya Halklarının Borç ve Kalkınma Hareketi,  CCFD-Terre Solidaire, İklim Eylem Ağı – Güney Asya, İklim Gerçekliği Projesi, Kurumsal Hesap Verebilirlik, Ecologistas en Acción, Dünya’nın Dostları- Bulgaristan, Dünya Dostları- Uluslararası, Greenpeace Uluslararası, Yerli Çevre Ağı, İnteramerik Çevre Koruma Birliği,  La Ruta del Clima, Uluslararası Yağ Değişimi, SustainUs, Endişeli Bilimciler Birliği

Genç aktivistler bilim insanlarıyla medyayı bir araya getirdi

Madrid’de devam eden Birleşmiş Milletler İklim Konferansı’nda (COP25) dün sabah genç iklim aktivistleri Greta Thunberg ve Luisa Neubauer, “Bilimin Arkasında Birleş” başlıklı bir etkinlik düzenleyerek aralarında IPCC başyazarlarının da bulunduğu bilim insanlarını geniş bir katılımcı ve gazeteci grubuyla buluşturdular.

COP25’in yapıldığı IFEMA Konferans Merkezi’ndeki Action Hub’da düzenlenen toplantının açılında konuşan Greta Thunberg, “Luisa ve ben bu platformların akıllıca kullanılması gerektiğini düşünüyoruz, bu nedenle bugün bilim insanlarının seslerinin duyulmasını sağlayacak bir platform açmak istedik”, dedi. Sözlerine “Benim ve Luisa’nın sesleri pek çok kez duyuldu ve pek çok genç insanın seslerini duyurmaları şahane bir şey, ama biz bilim insanı değiliz. Bu nedenle bu harika bilim insanlarını davet ettik ve söylenmesi gerekeni söylemelerini istedik,” diye devam eden Thunberg, medyada bilimin yeterince ve olması gerektiği gibi yer bulamadığını söyleyerek, “Bilimin sesini dışarıda bırakan bir konuşmaya devam edecek kadar zamanımız yok” dedi.

Luisa Neubauer ise konuşmasına geçen sene de Katowice’de COP toplantısına katıldıklarını ama o zaman onları izleyen gazetecilerin “birkaç kamera daha az” olduğu esprisini yaparak başladı. Bu sene yeniden COP’a geldiklerinde neyin değişmiş olduğunu sorguladıklarını söyleyen Neubaumer şöyle konuştu:

“Çok şeyin değiştiğini kabul ediyorum. Artık çok daha fazla insan iklim değişikliğinden bahsediyor, herkes Gelecek İçin Cumalar’ı biliyor, ama üzücü olan şu ki, herkes konuşmanın iklim krizini çözmeyeceğini ve krizi çözmek için gerçek eylem gerektiğini unutuyor.”

Toplantının ilk konuşmacısı olan IPCC Başkan Yardımcısı Ko Barrett, son IPCC raporlarından yola çıkarak iklim değişikliğinin etkilerinden söz etti. Okyanusların insan etkinlikleri tarafından atmosfere salınan karbonun %20-30’unu bir sünger gibi emdiğini söyleyen Barrett, bunun okyanus kimyasını değiştirerek asitleştirdiğini ve bunun da balık popülasyonunu azaltarak geçimleri okyanusa bağlı milyonlarca insanı etkilediğini belirtti. Bilim çevrelerinin de iklim krizine karşı tıpkı gençlik gibi bir araya geldiğini kaydeden Barrett, gençlerin bilime ve karar vericilere yeni bir perspektif açtığını ve bilimin tartışmalarda temel oluşturmasındaki katkılarının büyük olduğunu dile getirdi. Barret, bilim insanlarının etkin elçileri oldukları için gençlere teşekkür etti ve insanların bilimi dinlemeye devam edeceğini umduğunu söyledi.

İkinci sözü alan Stockholm Çevre Enstitüsü’nden IPCC yazarı Sivan Kartha ise son buzul çağı ile bugün arasındaki sıcaklık farkının sadece 5 derece olduğunu ve bu farkın buzul çağında karaları kaplayan kilometrelerce kalınlıktaki buzulun erimesine ve dünyanın bugünkü haline gelmesine neden olduğunu aktardı. Şimdi durdurulmazsa yüzyıl sonuna kadar 4-5 derece ısınma olabileceğini söyleyen Kartha, “Bunun yarısı kadar, ya da 3-4 derecelik bile ısınma gerçekleşse neler olabileceğini bilmiyoruz, çünkü hiç o kadar sıcak bir dünyada yaşamadık” dedi. Kartha, emisyonların sıfıra indirilmesinin zorunlu olduğu uyarısı yaptı, bunun da ancak dünyanın ayrıcalıklı olan kesimlerinin emisyonlarını kesmesiyle ve tüketim biçimlerini değiştirmeleriyle mümkün olabileceğini belirtti.

Geçen ay 11 bin bilim insanının imzasıyla BioScience dergisinde yayınlanan “Dünya Bilimcileri İklim Acil Durumu İçin Uyarıyor” başlıklı bildirinin yazarlarından Tufts Üniversitesi Öğretim Üyesi William Moomaw da konuşmacılar arasındaydı. Sözlerine Luisa ve Greta’ya teşekkür ederek başlayan Moomaw, “iklim acil durumu terimini biz icat etmedik, siz ettiniz; bu sayede insanlar acilen harekete geçilmesi gerektiğini anlıyor”, dedi. Moomaw, iklimin çoktan değiştiğini söyledi ve ekledi:

“Ben bu çocukların doğduğundan farklı bir iklimde doğup büyüdüm, onlar benim göremeyeceğim bir iklimde yaşayacaklar.”

11 bilim insanının bile bir konuda aynı fikirde olması zorken, nasıl olup da farklı üniversitelerden beş bilim insanının yazdığı bir bildiriyi 11 bin bilim insanının imzaladığını anlatan Moomaw, emisyonların net sıfır değil, tamamen sıfır olması dışında bir çare bulunmadığını söyledi. Negatif emisyon denen şeyin, bugün yapmaya devam ettiğimiz emisyonların bir gün, bir yerlerde, birileri tarafından, bugün bilmediğimiz bir şekilde atmosferden geri alınacağını beklemek anlamına geldiğini belirten Moomaw, “Isınmayı 1,5 derecede tutmak için emisyonları önümüzdeki 10 yıl boyunca yılda %7,6 düşürmek zorunda olduğumuzu” vurguladı. Karbon nötralizasyonunun bir mit olduğunu ve söyleyen Moomaw sözlerini, “Ben iklim değişikliğini ilk kez 1960’larda duydum ve 1988’den bu yana bütün işim iklim değişikliğiyle uğraşmak. Bu iki genç kadının da benim yaşıma gelene kadar iklim değişikliğiyle mücadele etmek zorunda kalmalarını istemiyorum” diyerek tamamladı.

Union of Concered Scientist adına konuşan Rachel Cleetus ise, 2019’un tüm zamanların en sıcak ikinci yılı olacağını hatırlattı ve son 19 yılın hepsinin en sıcak yıllar arasında olduğunu vurguladı. Bu toplantının Dünya İnsan Hakları Günü’nde yapıldığını hatırlatan Cleetus, iklim krizinin insanlar üzerinde etkilerinin bugünden görüldüğünü, insanların felaketlerde öldüğünü, geçim kaynaklarını kaybettiklerini ve yerlerini terk etmek zorunda kaldıklarını, su ve gıda sıkıntısının, halk sağlığı sorunlarının şimdiden ortaya çıktığını anlattı. .

Son konuşmacı olan IPCC Başkan Yardımcısı Youba Sokona ise sera gazı emisyonlarının acilen düşürülmesinin buzulların erimesini ve okyanusun asitlenmesini sınırlandıracağını belirtti  ve atılacak her adımın çok önemli olduğunu vurguladı.

Dinleyicilerin eğitimin önemiyle ilgili bir sorusuna cevap veren Greta Thunberg eğitimde iklim değişikliğinin işlenmesinin önemli olduğunu ama yetişkinlerin eğitiminin daha önemli olduğunu söyledi. Thunberg, bilimsel bilgilerin ve rakamların insanların anlayabileceği şekilde aktarılmasının çok önemli olduğunu, çocukları bekleyemeyeceğimizi, bugün dünyayı yönetenlerin konunun aciliyetini fark etmeleri gerektiği vurguladı.