Ana Sayfa Blog Sayfa 2296

Marmaris’de deniz dibindeki atık su sistemi tehlike saçıyor

Marmaris’e 16 kilometre mesafedeki Adaköy Mahallesi Yalancıboğaz mevkisindeki 7,5 kilometresi karada, 406 metresi de denizin 20 metre dibinde bulunan atık tahliye sistemi, suyunu Akdeniz’e döküyor. Marmaris Çevrecileri Derneği, gönüllü dalgıçlarıyla, Muğla Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (MUSKİ) sorumluluğundaki atık su tahliye sisteminde bugüne kadar dört kez inceleme yaptı. Derneğin gönüllü iki dalgıcı, son incelemede 30 dakika deniz dibinde kalarak arıtma sisteminde meydana gelen arızaları ve sızdırma yapan bölümleri fotoğraflayıp görüntüledi.

Buna göre, 10 tahliye bacası borusundan yedisinin kırık olduğu tespit edildi. Foseptiklerin sızdırmazlık özelliğini yitirdiği, aşınmalardan dolayı borularda çatlama ve delikler meydana geldiği belirlendi. Ayrıca arıtılmayan atık sular nedeniyle çok sayıda ‘balon balığı’ ve ‘aslan balığı’ gibi tehlikeli türlerin buralarda ürediği, bu hattan beslendiği ortaya çıktı. Dalgıçlar, incelenmek üzere deniz dibinden ve tahliye boruları çevresinden su ile çeşitli numuneler de aldı.

‘Sekiz yıldır böyle’

Marmaris Çevrecileri Derneği Başkanı Ahmet Kutengin şöyle konuştu: “Dernek olarak 2011 yılından bu yana Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi ile alanında uzman kişilerle, ilçedeki körfez ile Yalancı Boğaz’daki atık su tahliye sistemi üzerinde bilimsel inceleme yaptırıyoruz. Açık denize bırakılan atık su ve denizlerin korunması için 308 sayfalık bilimsel rapor hazırlandı. Video ve fotoğraflar çekilerek raporlara konuldu. Bu bilimsel rapor ile analizleri MUSKİ başta olmak üzere Muğla Valiliği, Marmaris Kaymakamlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve üniversitelere gönderildi. Aradan geçen sekiz yılda hiçbir çözüm alınamadı. Bu yıl dört defa deniz dibindeki arıtma sistemlerini gönüllü dalgıçlarımızla inceledik. Ne yazık ki arıtma tesisi, arıtmayan sistem haline gelmiş.”

“Yaz dönemlerinde nüfus artışına bağlı olarak gerçekleşen su tüketimindeki artış, atık su oluşumundaki artışı da beraberinde getirmektedir” diyen Kutengin şunları söyledi:

“Marmaris’in doğal kaynaklarının korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve halk sağlığı açısından deniz deşarjı öncesinde atık su arıtımı yapılması büyük önem taşımaktadır. Marmaris’in atık suyunun arıtması için kullanılan makine ve sistemler zamanla ömrünü tamamlamıştır. Deniz ve güneşi ile turizmin gözde ilçelerinden biri olan şehrimizde kirlilik önlenemediği takdirde çok büyük sorunlar bizleri beklemektedir”

Ceren Özdemir’in katil zanlısı akli denge mazeretine sığındı

Ordu Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları 3’üncü sınıf öğrencisi Ceren Özdemir’i evinin önünde bıçaklayarak öldüren, yakalandığı anda da 2 polis memurunu bıçaklayarak yaralayan katil zanlısı Özgür Arduç‘un yargılamasında ilk duruşma sona erdi. Hakkında üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen ve ceza indirimi uygulanmaması talep edilen Arduç, duruşmaya tutuklu bulunduğu cezaevinden, Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla katıldı. Arduç’un ifadesinin alındığı dava, 20 Ocak 2020’ye ertelendi.

‘Yapmadığım pislik kalmadı’

Davanın görüldüğü Ordu Adliyesi çevresinde geniş güvenlik önlemleri alındı. Ordu 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ifade veren Arduç şunları söyledi:

“Ben halkın saldırısına uğramıştım. 1987 yılının Nisan ayında dedem beni çocuk yuvasına bıraktı. Yurttan 18 yaşında kaçtım. Başıma bir şey geldi o yüzden kaçtım. 2 defa tecavüze uğradım. Kendime yediremedim suç işledim. Cezaevinden kaçınca Eminönü’ne gittim. Ağaçlık altında yatarken adamlar geldi. Orada da tecavüze uğradım. Tecavüze uğrayınca içimdeki iyi şeyleri öldürdü insanoğlu. Bütün kötülükleri edeceğim insanlara dedim. Köpek, kedi hiç acımadan tren önlerine attım. O kadar çok şeyler yaptım ki şimdi anlatsam… Tecavüze uğradığımı utancımdan kimseye anlatamadım. İnsanlardan nefret ettim. Yapmadığım pislik kalmadı.

2003’te Ordu’ya geldim. İnsanların evine girer, hırsızlık yapardım, kundaklama yapardım. 2005’te Dinçer Akçevre’yi bıçakladım. Cezaevine girdim, orada da pislikler yaptım. İnsanların dolabına işedim, büyük abdestimi yaptım. İnsanlara kötülük yapmak için her şeyi düşündüm. İnsanlığım kalmadı. Bu saatten sonra yaşasam ne olur, ölsem ne olur? 14 sene sonra açığa çıktım. Kaçtım. Önüme kim gelirse onu öldüreceğim dedim. Akli dengem yerinde olsa 12 yaşında çocuk bıçaklar mıyım? Önüme kim çıkarsa öldüreceğim dedim, ant içtim. Gözüm dönmüştü.”

‘Kendime engel olamıyorum’

Mahkeme Başkanı’nın Ceren Özdemir’i neden hedef seçtiği sorusuna ise Arduç şu yanıtı vardi:

“Ceren’den önce başkanlarını takip ettim kalabalığa karıştılar öldüremedim. Ceren ansızın önüme çıktı. Takip ettim, Metin diye birini sorarken ansızın bıçakladım. Kaçtım. Ordu savcısı ifademi aldı. Akli dengen yerinde dedi. Benim akli dengem yerinde değil. Ben bir camiiye gittim. 6 yaşında çocuk gördüm olaydan önce. Ben kendime laf geçiremiyorum. Kendimi bıçaklarım diye cebime koymuyorum. 6 yaşındaki çocuğu öldürecektim, çok yorulmuştum azat ettim.

2 dakika iyi oluyorum, 10 dakika kötü oluyorum. Ceren’i gözüme kestirmedim, karşıma kim çıkarsa öldüreceğim dedim. Önceki ifadelerimi kabul etmiyorum. Sinir halinde verdim. Allah’tan peygamberden korkmuyorum dedim. Bu ifademi kabul edin. Ceren’i 2 defa bıçaklayıp kaçtım. Beni fark etti o yüzden kendisine Metin diye birini sormaya çalıştım. Takip etmiştim onu ama tesadüfen önüme çıktı. Polisler üstümü aramadan beni araca attı. Polisi de öldürecektim sapladım bıçağı. Kendime engel olamıyorum. Van’da yüksek güvenlikli cezaevindeyim, intihar ettim. Ben tedavi görmek istiyorum. Hiç iyi değilim. Sürekli intiharı düşünüyorum. Pişman oldum, vicdan azabı çekiyorum ama elimde değil. Beni sövseniz, dövseniz ne olacak? Tecavüze uğradığım için kötülük yapıyorum. Kimse Özgür neden kötü diye sormuyor.”

Duruşma 20 Ocak’a ertelendi

Arduç’un ifadelerinin ardından Ordu 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi ara kararını açıkladı. Mahkeme heyeti, Aile ve Çalışma Bakanlığı avukatlarının davaya müdahil olmasını kabul ederken, çeşitli illerden gelen baroların avukatlarının müdahil talebini ise reddetti. Mahkeme, katil zanlısı Arduç’un akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti amacıyla Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden rapor talep edilmesine karar verip, duruşmayı 20 Ocak 2020’ye erteledi.

Duruşma öncesi kadınlardan eylem

Duruşma öncesi kadın platromu temsilcileri açıklama yaparak cinayete tepki gösterdi. Duruşma öncesi sabah saatlerinde Ordu Adliyesi önünde toplanan Kadın Savunma Ağı, Ordu ve Giresun Kadın Platformu üyesi çok sayıda kadın ellerinde dövizler taşıyarak eylem düzenledi. Kadın cinayetlerinin protesto kınandığı eylemde, Ceren Özdemir’in fotoğrafı ve ‘Ölmek değil yaşamak istiyoruz’ yazılı pankartı açan kadınlar ortak açıklama yaptı. Kadın platformu temsilcileri, kadına yönelik şiddet olaylarına dikkat çekerek, Ceren Özdemir cinayetine ilişkin davanın yakın takipçisi olacaklarını belirtti.

 

Murat Dağı’nda madene verilen ÇED Olumlu kararına iptal

Kütahya’da bulunan Murat Dağı’nda açılmak istenen altın madeni projesine ilişkin verilen ‘ÇED Olumlu’ kararı yargı tarafından iptal edildi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Murat Dağı’nda Anadolu Export Maden firması tarafından açılmak istenen altın madeni projesi için ÇED Olumlu kararı vermiş, bölge sakinleri, baro ve çok sayıda yurttaş bu karara karşı dava açmıştı.

Artı Gerçek’ten Rıfat Doğan’ın haberine göre davaya bakan Kütahya İdare Mahkemesi projenin projenin insan sağlığı, orman ve bitki varlığı, hayvanlar, yeraltı ve yüzey suları ile tarım alanları açısından önem arz eden riskler barındırdığını belirtti. Mahkeme şu uyarı ve tespitlerde bulundu:

Tüm Gediz Havzası’nı etkileyecek

  • Bu doğrultuda bakıldığında, yağış ve kar sularının oluşturduğu drenaj ile madencilik faaliyetinden kaynaklı oluşan kirlenmiş yeraltı sularının ve açık ocakta birikecek olan suların yüzey sularına deşarjı ile Gümele Göleti başta olmak üzere Murat Çayı ve Gediz Nehri’ni etkileme riskinin olduğu ve bu riskin tüm Gediz Havzası’nı etkileyebileceğinin de açık olduğu,
  • ÇED raporunda, pasa alanında yağış ve kar suları ile meydana gelecek asidik maden drenajının oluşmayacağı bu nedenle herhangi bir önleme gerek duyulmadığı belirtilmişse de, özellikle pasa sahalarında oluşan kirli suların yüzey ve yeraltı suyu açısından büyük risk oluşturduğu,

190 bin ağaç kesilecek

  • Proje sahasının içinde yer aldığı bölgenin deprem bölgesi olması ve alanda yer alan toprağın yapısına ilişkin özelliklerin de göz önünde bulundurularak projenin ana kısımları (havuzlar, yığın liç) için uygun yer seçimi yapılmadığı,
  • Bilirkişi tarafından yeniden yapılan hesaplamada, 3.548.403,15 m2 işletme alanından kesilecek ağaç sayısının 190.089 adet, çıkacak hasılatın ise 57.075 m3 olarak hesaplandığı, bu durumun kamu mallarının kullanımı açısından çok büyük bir eksiklik olduğu ve orman ekosistemine ilişkin olarak ÇED Raporunda yer alan tüm değerlendirmeleri sakatladığı,

Siyanür tarım alanlarına taşınabilir

  • Çalışma sahasında, kullanılan siyanür ve havuzların tabanına serilecek jeomembran ile barajlarda depolanan ağır metallerden kaynaklanan risklerin, yan dereler ve yeraltı suları ile yakın çevredeki tarım alanlarına, Gediz havzasının kaynağı olması nedeniyle tüm havzanın tarım topraklarına taşınmasının olası olduğu, bu durum tarımsal üretim, gıda güvenliğini ve insan sağlığını tehdit edebilecek riskler içerdiği,
  • Bu nedenle dava konusu, Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu kararına konu Yıldız Altın Gümüş Madeni Kapasite Artırımı Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Kırma-Eleme Tesisi projesinin yukarıda detaylarıyla değinildiği şekilde, insan sağlığı, orman ve bitki varlığı, hayvanlar, yer altı ve yüzey suları ile tarım alanları açısından önem arz eden riskler barındırdığı,

Riskler giderilemeyebilir

  • ÇED raporunun anılan risklere yönelik olarak alınacak tedbirler bakımından yetersiz olduğu ve bir takım eksiklikler içerdiği, başka bir ifadeyle söz konusu risklerin, dava konusu ÇED raporu ile alınması taahhüt edilen tedbirler ile giderilmesinin mümkün olmadığı.”

Kütahya İdare Mahkemesi yukarıda açıklanan nedenlerle  “ÇED olumlu” kararında hukuka uyarlık olmadığını belirterek dava konusu işlemi iptal etti.

Sur Belediyesi eşbaşkanları tutuklandı

Diyarbakır’da gözaltına alınan ve bugün mahkemeye çıkarılan Sur Belediyesi eşbaşkanları Filiz Buluttekin ile Cemal Özdemir, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçlamalarıyla tutuklandı.

20 Aralık’ta gözaltına alınmalarının ardından İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınıp yerlerine kayyım atanan eşbaşkanlar ile Belediye Meclis Üyesi Yılmaz Eken, İl Emniyet Müdürlüğü’ndeki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilmişti. Buluttekin ve Özdemir, savcılık ifadelerinin ardından “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanmaları talebiyle Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edilmişti.

Buluttekin hakkında, “terör örgütü propagandası yapmak” ve “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, hükümeti ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak” suçlarından başlatılan soruşturmalar da devam ediyor.

İBB, Kanal İstanbul İşbirliği protokolünden çekiliyor

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, düzenlediği basın toplantısı ile başkanlık koltuğuna oturduğu 23 Haziran’dan bugüne geçen zamanı değerlendirdi.

Çarşamba günü de bir basın toplantısı ile Kanal İstanbul projesini değerlendireceğini belirten İmamoğlu, Ocak ayında da konuyla  ile ilgili bir çalıştay düzenleyeceklerini belirtti. Önceki yönetimin imzası bulunan Kanal İstanbul İşbirliği protokolünden çekiliyoruz” diyen İmamoğlu şöyle konuştu:

“Neyin ihalesini yapıyorsun, hangi ÇED raporundan bahsediyorsun? Bizden önceki yönetimin imzası bulunan Kanal İstanbul İşbirliği protokolünden çekiliyoruz. Ocak’ın ilk haftasından Kanal İstanbul Çalıştayı’nı yapacağız. Sahada araştırmalarımız var süreci devam eden.Bu konuyla ilgili yetişirse çarşamba günü açıklama yapabiliriz. Kanal İstanbul için yapılan protokolden de çekileceğiz. Yasalardan kaynaklanan haklarımıza sonuna kadar sahip çıkacağız.”

Sözkonusu protokol Kanal İstanbul proje alanında kalan Sazlıdere Barajı‘nın yıkımını da kapsıyor.

Kendilerine karşı yöneltilen antidemokratik yol ve yöntemlerden yılmayacaklarını ve 16 milyonun hakkını arayacaklarını kaydeden İBB Başkanı, şu ifadeleri kullandı:

“Asla susmayacağız. Atatürk Havalimanı mı? Tartışacağız. Kapatıldığı için bu milletin kaç milyarlarcası çöpe gitti, anlatacağız. Kanal İstanbul. Çizgi film yapmak çok kolay. Kanalın etrafına 60-70 katlı gökdelen dikmek de kolay. Bütün bunlara 16 milyon insan adına karşı çıkacağız. Herkesin de konuşmasını isteyeceğiz. 16 milyonluk vatansever İstanbullular; dünyaya örnek olmuş muhteşem insanlarımız bu şehrin asli sahibidir. Bunu kimse unutmasın. Kimse göz ardı etmesin. Sizlerin huzurunda tekrar ediyorum ki, biz, hiçbir biçimde ve hiçbir zaman mazerete sığınmayacağız.”

İmamoğlu konuşmasında şu noktalara değindi:

Suriyeli sığınmacılar: İstanbul’un önemli bir sorunu. Her geçen gün büyüyen ve dramatikleşen bir sorun. Seçimlerin hemen ardından çalışmalara başladık. Sahada çalışma yürüten kuruluşlarla ilk toplantıyı gerçekleştirdik. 17 Ekim’de 22 ilçe belediyesi ve fon sağlayıcı uluslararası kuruluşlarla konferans yaptık. Görüş ve öneriler aldık. 11 Aralık’ta eylem planı çalıştayı tamamladık. İBB tarihinde ilk kez eylem planı çalışmalarına başladık.

Kurbağalıdere: Sorunu hem de ihale edilmiş rakamdan büyük tasarruflar yaparak çözüyoruz. Kurbağalı dere yemyeşil bir alana kavuşacak. Ayvalı Dere yağmur suyu çalışmasına da hızlıca başladık. Sel baskınlarına dur diyeceğiz.

İstanbul Otoparkı: Devir alır almaz hızla islah edildik. Resmen işgal altındaydı, temizledik ve güvenli bir hale getirdik. Belediyemiz için daha önce gider kapısıydı artık gelir kapısı.

Belediye iştirakleri: Yıl sonu itibariyle, iştiraklerimizi toplamda 20,5 milyar lira ile kapatıyoruz. Yaklaşık yüzde 15 daralma oldu. 27 iştirak şirketimizin çoğu zarardaydı. Pek çoğu kendi belediyesinin ihalesine giremeyecek haldeydi. Pek çok iştirak şirketinin devlete olan vergi borcunu ödenmemişti. Biz, bu şirketlerimizin devlete olan vergi borçlarının büyük bölümünü ödedik. Geri kalan tutarın büyük bölümünü yeniden yapılandırdık ve ödemeye devam ediyoruz. İştiraklerimizin ihalelere girmesi sonucu, başkalarının şirketlerine 400 milyon liraya ihale edilen işleri, 200 milyon liraya belediye iştiraki şirketlerimiz yapar hale geldi. İlk altı ayda iştiraklerdeki bu fotoğrafı tersine çevirdik. İGDAŞ hariç, iştiraklerimizde yaklaşık 500 milyonluk fark yarattık ve kara geçirdik. İGDAŞ ile birlikte 900 milyon lira gibi bir kar ile bu yılı kapatıyoruz.

Kadın Dayanışma Evi: Sığınak sonrası ‘Kadın Dayanışma Evi’ni ay sonu itibariyle hizmete açıyoruz. İhtiyaç̧ sahibi kadınlar çocukları ile birlikte hayata tutunacak ve barınma ihtiyaçları karşılanacak, bu amaçla açılan 40 oda kapasiteli ‘Dayanışma Evi’mizden yararlanacaklar.

Belediyeye kadın eli: Kadınların İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve tüm iştiraklerinde işe alımlarda önceliğimizi kadınlara verdik. İSPARK’ın 2 bin 500 personeli arasında tek bir kadın çalışan bile bulunmuyordu. Bu tabloyu değiştirmeye başladık. 2’si üst düzey yönetici İSPAR’taki işe alımlarımızın yüzde 50’sinden fazlasını kadınlardan seçtik. Hamidiye A.Ş. tarihinde de ilk kez üretimde kadın çalışanlar istihdam etmeye başladı. Yeni başlayan yöneticilerde yarı yarıya kadın – erkek oranı sağladık. Metro’da kadın şoför sayımızı artırmaya, İstgüven’de ve diğer tüm iştiraklerimizde kadın istihdamına ve kadına kariyer yollarında fırsat eşitliğine öncelik verdik. İBB tarihinde ilk kez 2 kadın genel sekreter yardımcısı birden atadık. 8 kadın daire başkanına işbaşı yaptırdık. İştiraklerimizde 3 genel müdür ve 10’ün üzerinde üst yönetici kadın liderlerimizden seçildi.

Şehir Tiyatroları: Sadece 8 ilçeye sıkışmış, sahne sayısı 11 olan Şehir Tiyatrolarının sahne sayısını artırıyoruz. Kültür-sanat hizmetlerinden en az faydalanan ilçeler öncelikli olmak üzere, yeni kültür ve sanat merkezleri açıyoruz. İstanbul tam anlamıyla bir festivaller ve sportif etkinlikler kenti olacak. ‘İstanbul Turizm Platformu’nu da kurduk ve bir destinasyon olarak İstanbul’un hak ettiği yere ulaşması için çalışmaya başladık. Göreceksiniz, İstanbul dünyadan en çok yabancı ziyaretçi çeken ilk 3 kentten biri olacak.

Şeffaflık: İstanbul’da şeffaflık ve yerel yönetim çalışmalarına başlamıştık. Sonuçta dünyada belki de ilk kez bir belediye meclisinin 4 milyona yakın izlendiğini gördük. Bu kadar ilgi ulusal parlamentolarına bile görülmemiştir. İstanbul’u ilgilendiren tüm kararlar herkesin bilgisi dahlinde olsun, hiç kimse kendini dışlanmış hissetmesin diye mekanizmalar kuruyoruz. Bunlar sadece bir başlangıç. İstanbul Kent Konseyi’ni kurduk ve derhal yönetime katılmasını sağladık. Hemen her alanda onlarca çalıştay düzenledik. Bizim için demokratik katılım çok ama çok önemli.

Haydarpaşa ve Sirkeci Garları: Garlar bir hokus pokusla 16 milyonun elinden alınmaya çalışılıyor. Bu konuda İBB olarak yetkilerimizi çok iyi biliyoruz. Bu yetkileri an be an takip edeceksiniz. 16 milyon İstanbullunun hakkını kurda kuşa yem ettirmeyiz.

Adalar ve fayton sorunu: Adalar’da arkadaşlarım çalıştay yaptı. Süreç hâlâ devam ediyor. Net olarak burada elektrikli ve lastikli araçlarla yapılacaktır. Bunların dizaynı ve boyutları Adalar’da uyum içinde olacak. Turistik amaçlı yolculuklarla alakalı belirli güzergâhlarda yine Adalar’a uyumlu iki, dört kişilik elektrikli araçlarla sağlayacağız. Gerçek ihtiyaç sahipleri dışındaki kişilerin kapıdan kapıya destek verecek bir sistem oluşturuyoruz. 35 civarındaki faytonun simgesel olarak devam etmesi konusunda adalar’da oturan insanların bir kanaati var. Az önce başlattığım bütün hizmetler İBB tarafından yapılacak. Yeni bir bireysel hizmetten bahsetmiyorum. Buna tavsiye edilen 35 civarındaki fayton meselesi de dahil. Bu sürece de şahsen ben kendi vicdanı sorgulamam ile buna ben de karşıyım. Bunun olmasından yana değilim. Ben de gerekli olmadığını düşünenlerdenim. Süreç devam ediyor.

Kanal İstanbul iyi bir fikir mi? Prof. Saydam anlatıyor…

Son haftalarda gündemden düşmeyen Kanal İstanbul için bugün (23 Aralık) nihai ÇED Raporu askıya çıktı. 10 gün boyunca kamuoyunun görüşüne sunulacak olan rapor, daha sonra yürürlüğe girecek.

Bundan altı yıl önce Yeşil Düşünce Derneği’nin düzenlediği Çılgın Projeler Konferansı’nda Hacettepe Üniversitesi’nden deniz bilimci Prof. Dr. Cemal Saydam çok etkili bir sunumla Kanal İstanbul’un neden ve nasıl bir ekolojik felakete sebep olacağını açıkca anlatmıştı.  Konferansta yapılan sunumlar daha sonra tarafından kitaplaştırıldı.

Konu tekrar gündemdeyken Cemal Saydam’ın 2013 yılında yaptığı konuşmayı tekrar hatırlatmak istedik. Konuşmanın video kayıtlarına buradan ulaşılabilir.

***

“Her fırsatta yazdığım gibi, eğer bir inat uğruna bu kanal projesi gerçekleşir ise bu işin bir daha geri dönüşü de olmaz. Hata yaptık kapatalım deseniz dahi olmaz. Sistem bir kez anoksik (oksijensiz) koşullara döndü mü geri dönüşü  sonsuza kadar olmaz ve bu yöneticilerimiz tarihe denizlerin ekolojisini değiştiren ama ülkemiz de uluslararası bir felakete yol açan ülke olarak geçer.”

Kanal İstanbul ile ilgili olarak bir görüş ortaya koyabilmeniz için Akdeniz, Karadeniz ve Marmara Denizi hakkında detaylı bilgi sahibi olmanız gerekmektedir. Aksi halde böyle bir fikir cazip gelebilir ve de dünyadaki diğer örneklere bakarak neden bizde de olmasın yaklaşımını öne sürebilirsiniz.

Yokuş yukarı Karadeniz

Sonuçları beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama denizleri konuşturmak benim işim. Diyelim ki İstanbul Boğazı‘nda bir yere oturdunuz ve Boğaz’ın o eşsiz manzarasını seyrediyorsunuz. Dikkatli bakarsanız gözlerinizin önünde akan devasa bir nehir oluğunu fark edersiniz. Gözünüzün önünden de bir iki gemi geçmiş ise bir tarafa giden gemilerin daha yavaş, diğer yana gidenlerin de neredeyse koştuğunu fark edebilirsiniz. Normal koşullarda Marmara’dan gelip Karadeniz’e giden bir gemi 30 km uzunluğundaki Boğaz boyunca en az 30 cm yokuş çıkmak zorunda kalır. Nedeni de basit: Karadeniz, Marmara’ya göre ortalama en az 30 cm yüksektir. Eğer poyraz varsa ve de aylardan Haziran ya da Temmuz ise bu yükseklik çok daha fazla olur; 70-80 hatta 1 metreye kadar çıkabilir. Hatta yol boyunca tuzluk da azalır suyun kaldırma kuvveti azalır ve gemi suya daha da batar, motorlar daha da zorlanır. İyi de neden acaba? İşte Türk Boğazlar sistemini dünyadaki diğer kanallardan ayıran ve de yerkürede sadece ama sadece bize has olan bu özelliğinin nedeni Karadeniz’e giren tatlı suların fazla olmasından kaynaklanmaktadır. Karadenizdeki tatlı su girdisinin ana kaynağı da Tuna, Dnyeper, Dnyester ve Don nehirleridir.

‘Doğal arıtma sistemi’

Marmara Denizi etrafındaki onca yapılaşmaya kirlenmeye karşı bunca zaman direnmesini, direnebilmesini yine belki dünyada sadece bu denizimize has su bütçesi ile direnmiş görünüyor.

İki tabakalı bir yapıya sahip olan Marmara denizimizin ilk 25 metresi Karadeniz suyu ile doludur ve bu su Marmara’nın toplam  3378 km3 hacminin sadece 230 km3 kesimini kaplar.

Geri kalan 3148 km3 yoğun Akdeniz suyu ile doludur. Yani Marmara Denizi’nin sadece %7 lik bir kesimi etrafındaki yerleşim yerlerinin atıkları ile boğuşmak durumunda idi. Yapılan çalışmalar ile neredeyse %95 doğruluk oranı ile Marmara Denizi’nin su bütçesi çıkarılmış ve Karadeniz’den gelen suyun Marmara denizi üst tabakasını üç ayda bir değiştirebildiği; Akdeniz’den gelen suyun ise Marmara Denizinin %93’nü oluşturan alt tabakayı yedi senede bir değiştirebildiğini göstermiştir.

İşte bu nedenle Marmara Denizi üst tabakası yakın zamana kadar hiçbir arıtıma tabi tutulmadan yüzeye verilen kirliliğin geri dönüşümü olmayan kötü etkilerinden kendini kurtarabilmişti. Artık İstanbul metropolünün atık suları  arıtılmakta ve arıtılmış sular Marmara Denizi’nin alt tabakasına verilerek Boğazlar aracılığı ile Karadeniz dip sularına taşınmaktadır.

Marmara Denizi 12000 sene önce bir tatlı su gölü idi. Keza aynı şekilde Karadeniz de o dönemlerde göldü. Akdeniz ise her zaman olduğu gibi yoğun tuzlu bir deniz idi. İklimsel değişimlerden dolayı yükselen Karadeniz göl suları önce Boğazlar aracılığı ile Marmara’ya daha sonra da Akdeniz’e ulaşınca tuz dengesinin sağlanması amacı ile de Akdeniz yoğun suları alt taraftan Karadeniz’e kadar ulaşmıştır. Bu son hali, son 3000 seneden beri oluşmuş olan hassas bir dengedir. İşte bu nedenlerden dolayı Akdeniz ve Karadeniz’in yapısal özelliklerini bilmek Marmara Denizinin anlaşılmasında çok önemlidir.

Akdeniz ile Karadeniz’in farkı

Akdeniz dikey karışımın çok olduğu ve bu nedenle de atmosferik oksijenin en diplere kadar taşınabildiği; binde 38,8 tuzluluğa sahip 15 ila 30 derece arasında sıcaklıklarda değişim gösteren bir denizdir. Güney tarafındaki çöl misali de içerisinde hiçbir şey barındıramadığı için denizin çölü olarak tabir edilen bir haldedir. Bu hali elbette güney sahillerimizdeki turizm sektörü için hayati öneme haizdir ancak balık açısından da belirli nehir önlerinin haricinde neredeyse ekonomik balıkçılığın olmadığı olamayacağı bir denizimizdir.

Öte yandan Karadeniz ise dikey karışımın olmadığı; belirli yoğunluk tabakalarının hem balık yaşamını hem de anoksik alt tabakayı belirlediği; dünya denizleri içerisinde sadece kendine has pek çok özelliği barındıran bir denizimizdir.

Doğal olarak denizlerin oksijen kaynağı atmosferdir ancak bu Marmara Denizi’nde sadece ilk 25 metre için geçerli bir durumdur. Tabakalaşma nedeni ile atmosferik oksijen alt tabakaya geçemez; bu nedenle Marmara Denizine oksijen sağlayan sular sadece Çanakkale Boğazı’nın altından gelen sulardır. Buradan giren sular da ancak Çanakkale Boğazı Marmara birleşmesine kadar etkili olabilmekte ve Marmara içerisine girince hemen balık yaşamını destekleme sınırının çok altında seviyelere inmektedir.

Dolayısı ile Marmara Denizinin alt tabakasındaki oksijen eksikliğinin nedenlerini anlamak Marmara Denizinin dinamikleri ve Kanal İstanbul’un olası etkilerini incelemek açısından çok önemlidir.

Marmara Denizi oluşumu öncesinde en derin yeri 1400 metre olan kapalı bir göl havzası idi ve bu nedenle dip kesimlerde organik madde birikimi ve doğal bozunma sonucu oksijen tükenme noktasına gelmiştir. Deniz koşullarının oluşumu sonrasında ise ekoloji tamamen değişmiş ve son 3000 seneden bu yana da Marmara Denizi’nin alt tabakası balık yaşamını desteklemekten çok aşağıdaki seviyelerde ve de özellikle İstanbul tarafında oksijensizlik sınırına yaklaşan seviyelere inmiştir.

Bütün sistem birbirine bağlı

Oksijenin İstanbul tarafında tükenme noktasına gelme nedeni de İstanbul şehri ile değil; Boğaz çıkışında mevcut olan “jet akımı”na bağlıdır. Bu jet akışının nedeni de İstanbul Boğazı’ndaki su dinamikleri ile belirlenmektedir. Görüleceği gibi sistem birbiri ile ilintili, her birinin ardında bambaşka nedenler ve özellikler olan karmaşık bir yapıdadır. Bu jet akımının nedeni ise Boğaz’aa 60-70 metre kalınlığında giren Karadeniz suyunun Boğaz boyunca Hisarlar önünde ve Salacak önlerindeki iki hidrolik kontrol noktasından geçmesi ve Marmara denizine 15 metre kalınlığında girmesine dayanmaktadır. Bu akımın tam tersi yönde olan ve Marmara’nın altından gelen yoğun Akdeniz suyu ise 30-40 metre kalınlıkta başladığı Boğaz serüvenini  sadece en altta birkaç metre kalınlıkta tamamlamakta ve Karadeniz’in dip suyuna doğru akmaktadır.

Bu jet akımı, Marmara’nın bugünkü oksijen fakirliğinin ana unsurudur. Buna detaylı girmeden önce bu jet akımının uydulardan nasıl izlendiğine bir bakalım.

İstanbul Boğazı’ndan Marmara Denizi’ne çıkan su, Hayırsız Ada‘ya çarpınca nasıl ikiye ayrılmış. Sanki bir gemi suyu yarıyor gibi. Bu olay Marmara için çok ama çok önemli. Bu su, Marmara’ya doğru sanki bir hortumun ucunu sıkmışçasına hızla çıkarken çok önemli bir olaya neden oluyor ve Marmara’nın tuzlu alt tabakasından önemli ölçeklerde suyu emiyor ve yüzeye taşıyor.

Kapalı döngü

Bu su çıkışını takiben Marmara Denizi’nin alt tabakasında bulunan ve başka türlü yüzey suyuna karışma olanağı olmayan ve en önemlisi de besin tuzları açısından çok ama çok zengin olan alt tabaka suyu, yüzey suyu ile karıştırmaktadır. İşte bu karışım sonrasında da yüzey suyunda organik madde çoğalması izlenmektedir. Karadeniz suyunun Marmara denizinde yarattığı en önemli olay bu “jet” çıkışı sonrası oluşan organik yüktür. Yüzeyde balıklar için besin kaynağı oluşturan ve Marmara’nın balık açısından zenginliğinin nedeni olan bu akım, daha sonra oluşan maddelerin dibe çökmesi ile alt suya oksijen yükü bindirmektedir. Marmara Denizi’nin orta ve batı kesiminde oluşan bu yük, dip suya batışını takiben de Akdeniz’den gelen ve Çanakkale Boğazı’nın altından geçerek Marmara’nın dip çukurunu dolduran su ile birlikte bu sefer Karadeniz’e doğru yaklaşmaktadır. Yani kapalı bir döngü oluşmakta ve organik maddelerin parçalanması sonrası tükenen oksijen doğal olarak Marmara’nın kuzeydoğusunda yoğunlaşmaktadır. Marmara Denizi yüzeyinde oluşan organik madde oluşumlarını bu uydu resminden de görmek izlemek mümkündür.

Uydu verisinden de görüleceği gibi Boğaz’dan daha koyu renkte çıkan Karadeniz suyu zaman içerisinde Marmara’daki daha yeşil renkle karışmaktadır. Burada renklerin daha yeşil olması daha yoğun alg patlaması anlamına gelmektedir. Bu yoğun alg patlamaları Marmara Denizi’nin kısıtlı oksijen girdisi nedeni ile İstanbul önlerinde oksijeni sıfırlama noktasına kadar getirmiştir.

Kanal İstanbul Panama’ya Süveyş’e benzemez

İşte bu nedenlerden dolayı Kanal İstanbul’u bir Panama Kanalı’na bir Süveyş’e benzetmek denizlerimizin özelliklerini hiç ama hiç bilmeyen anlamayan kişilerin öne süreceği bir şekilsel benzetmeden öteye gidemez.

Sistemin çalışma prensipleri ile ilgili olarak bu gerçekleri sıraladıktan sonra şimdi gelelim olası bir “Kanal İstanbul”lu senaryoya. Her nerede yapılırsa yapılsın, diyelim ki açıldı ve Karadeniz suyu bu insan yapımı ve aslı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için basındaki hurafelere göre dibi dümdüz ve 25 metre derinlikteki ikinci kanaldan Marmara’ya doğru hızla akmaya başladı. Akmaya başladı diyorum çünki bu kanal açılsa da açılmasa da Karadeniz ile Marmara arasındaki su seviye farkı aynı kalacaktır. Yani DzKK Seyir Hidrografi Dairesi tarafından yapılan ölçümlere göre olan su seviye farkından dolayı bu ikinci kanalda da su bu sefer boğazdaki derinliklere tümseklere çarpmadan olduğu gibi Marmara’ya akacaktır. Karadeniz ve Marmara arasında belirli bir zaman döneminde dahi 65 ila 15 cm arasında değişen yükseklik farkı nedeni ile kanaldan geçecek olan su tuzluluğu hiç değişmeden aynı Boğaz çıkışı gibi Marmara’nın kuzeyinde bir yerde jet akımı ile Marmara’nın üst suyu ile buluşacak; ama bu sefer hem bol besinli üst tabakadan ve belki de yoğun tuzlu alt sudan da su kapacak ve sistemin alışık olmadığı yeni bir yem fabrikasının çalışmasına neden olacaktır. Bu seviye değişimleri kanalı Panama benzeri kapaklar ile idare ederiz şeklinde düşünenlerin bir kez daha düşünmesi için elzem olan değişimlerdir.

Planlanan kanal, basındaki haberlere göre İstanbul ile Tekirdağ arasında bir yerden Marmara’nın üst suyuna taşıyacaktır. İşte bu yeni fabrikanın üreteceği organik yük, ilk önce Marmara’da yaratacağı ikinci organik yük nedeni ile balık üretimine belki de katkıda bulunacaktır. Ama zaman içerisinde meydana gelen organik yük, sonuç olarak alt tabakaya geçecek ve yine oksijen tüketerek parçalanma sürecine katılacaktır. İşte bu olay zaten sınırda olan alt tabakadaki oksijen seviyesi üzerine ek bir yük olarak binecek ve oksijen bakımından sınırda olan alt su eninde sonunda ama mutlaka bir şekilde oksijensiz kalacaktır.

Hidrojen sülfür tehlikesi

Tüm dert de bu aşamadan sonra başlamaktadır. Sistem bir kere oksijensiz kaldı mı bu sudaki kimyasal dengeler tamamen değişecektir. Oksijensiz ortamda alt suyun besini daha da bol hale gelecek ve her iki fabrika daha çok organik madde üretmeye başlayacaktır. Bu da üst tabaka için daha fazla organik madde üretimi anlamına gelse de alt tabaka için ilave oksijen yükü demek olacak ve alt taraftaki kimyasal yapı çok daha kötüleşecektir. Bir başka olumsuz etki de oksijensiz suyun denizin dibine temas ettiği yerde bu sefer çok daha değişik koşullar oluşacak ve 25 metredeki tabakalaşma sınırında çok ince mangan oksit parçacıkları ile dolmaya başlayacaktır. Bu, zamanla tüm Marmara’yı kaplayacak ve 25 metrenin altına zaten zor ulaşan güneş ışığı artık hiç geçemez olacaktır. Bu senaryolar birleşince alt sudaki hidrojen sülfür konsantrasyonu kısa zamanda hızla artacak ve her lodos sürecinde alt suyun üst su ile karışması ile atmosfere de çıkacaktır. Lodos rüzgarları güneybatılı olduğu için bu hidrojen sülfür kokusu İstanbul’a doğru taşınacak ve tüm şehir zamanla artan bu kötü koku ile kaplanacaktır. Zamanında Haliç’teki veya İzmir Körfezi‘ndeki koku misali… Oksijensiz alt tabakadaki suyun eninde sonunda İzmit Körfezi’ne dolması ile Körfez’de deniz dibinde ve su tabakasındaki deniz yaşamı kesinlikle sona erecektir. Sadece lodos değil bu sefer doğudan esen her rüzgar ile ilk etapta Körfez’in tamamı çürük yumurta kokusu ile dolacaktır.

Bu işin ilk aşaması, eğer sistem anoksik koşullara dönüşür ise hidrojen sülfürlü bu su İstanbul Boğazı’nın altından Karadeniz’e doğru giderken Salacak’ta veya Hisarlar önünde yine üst su ile karışacak bu sefer de Karadeniz suyunun kimyasal yapısını etkilemeye başlayacak ve Boğaz çıkışındaki suyun yapısal özellikleri de değişecektir. Mesela Hisarlar önlerinde veya Kuleli Askeri Lisesi önlerinde zaman zaman dipten kaynayan sular veya girdaplar şeklinde beliren değişimler bu sefer alt tabakadaki hidrojen sülfürlü yani çürük yumurta kokusunu da beraberinde taşıyacak ve Boğaz yaşanmaz hale gelecektir. Ama buradan çıkan su sadece koku taşımayacak bol da besinli olacak ve bu da yine organik yükün artması anlamına gelecek ve Marmara’nın altı sürekli olarak şok üstüne şok dalgaları ile bombalanacak; ama sonuç olarak her lodos ile daha da artan kesafette ama aynı nefasette olmayan hidrojen sülfür (çürük yumurta) kokulu hava İstanbul’u kaplayacaktır. Zaman içerisinde İstabul’un kanalizasyon deşarj projesi de bu anoksik sudan etkilenecektir. Boğaz boyunca üst su ile karışım noktalarında da suyun kalitesi bozulmaya başlayacak ve Marmara’nın üst suyunun da kalitesi hızla bozulacaktır.Balık yaşamı ne olur derseniz Boğaz balıkların göç alanı olmaktan çıkacak ve geride kalanlar ya Karadeniz’de ya da Akdeniz’de yerleşecek ve bir daha asla Marmara’ya girmeyeceklerdir.Bu da göç etme alışkanlığına sahip türlerin yepyeni davranışlar geliştirmesine neden olacaktır.

Bütün senaryolarda sonuç: Felaket

Bunlar benim uzmanlık alanlarım ile ilgili bildiklerimin üzerine geliştirebildiğim senaryolar. Bu işe beraber emek sarfettiğim diğer kişiler ile de görüşünce hep aynı olguya ulaşıyoruz: Felaket. Tam uzmanlık alanım değil ama dahası da var. Kanal İstanbul’u yaptınız ve devasa bir ada oluşturdunuz. Bu adanın yeraltı sularını besleyen Istranca (Yıldız) Dağları’ndan gelen tatlı suyun önünü de, açtığınız 25 metre derinliğindeki kanal ile kestiniz. Yeraltındaki doğal su depoları (akiferler) tatlı su doldurmayınca, bu sefer zamanla bu yeni adadaki tüm yeraltı tatlı su kaynakları deniz suyu ile dolacaktır. Yani bu ada zaman içerisinde kuyularından sadece deniz suyu çıkan bir ada haline gelecektir.Yani bu adada yaşayacak kişilere sonsuza  kadar su taşımak zorunda kalacaksınız. Burada oluşan yağmur suyu ve kanalizasyon atıkları da ayrı bir tablo elbette. Kanala verirseniz Marmara’ya gidecek ve orada etki yapacak. Kanalın alt akıntısı da olmayacağı için çare tüm kanalizasyonu toplamak ve Karadeniz’e vermek; hem de devasa borular ile. Nedeni, burada oluşacak ve orta boylu bir devlet sayısına ulaşacak insan sayısı. Onca masraf ile bu kanalizasyon suyunu tam arıtımdan geçirseniz dahi boşaltacağınız yer yine Karadeniz. Diyelim 50-60 metre derinliğine verdiniz, iyi de bu su az sonra İstanbul Boğazına girecek. Yani yeni ada eski Boğaz’ın katili olmaya namzet. Bol besinli su Karadeniz’in zaten bol besinli suyu ile birlikte Boğaz’a girerse, zaten besinden  dolayı şok üstüne şok yaşayan Marmara, bunların altından kalkamaz.

Konunun bir başka boyutu daha var elbette. Benim bildiklerimi Ukraynalı ve Rus bilim adamları da biliyor. Böyle bir projenin uzun zaman sürecinde kendileri için ne anlama geldiğinin elbette farkındalar. Neden ses çıkartmıyorlar acaba? Nasılsa olmaz diyecekler ama boşa harcanacak her para bizim zarar ama onların da kar hanesine yazılacak.

Vatanımı seven ve doğru işler yapılmasını isteyen bir bilim adamıyım. İşim de deniz bilimleri yani kendi işimi yapıyorum ve de uyarıyorum:  Bu bir daha asla geri dönüşü olmayacak projeyi lütfen unutun diyorum. Her fırsatta yazdığım gibi, eğer bir inat uğruna bu kanal projesi gerçekleşir ise bu işin bir daha geri dönüşü de olmaz. Hata yaptık kapatalım deseniz dahi olmaz. Sistem bir kez anoksik koşullara döndü mü geri dönüşü sonsuza kadar olmaz ve bu yöneticilerimiz tarihe denizlerin ekolojisini değiştiren; ama ülkemiz de uluslararası bir felakete yol açan ülke olarak geçer.

 

Kanal İstanbul için ÇED raporu askıya çıktı

Kanal İstanbul için son şekli verilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu Çevre Bakanlığı‘nca ‘halkın görüşü’ne açıldı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın hazırladığı ve 10 gün boyuna askıda olacak rapora, İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere  çok sayıda meslek örgütü, çevre kurumları ve deprem uzmanları karşı çıkmış ve önemli eleştiriler getirmişti. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın ‘çevre anlamıyla bir kurtuluş’ dediği Kanalı ‘kim ne derse desin yapacağız’ ısrarı bilinirken, halkın görüşlerine ne derece itibar edileceği sorusu ortada duruyor.

75 milyar lira bedel ile yapılacak Kanal İstanbul için hazırlanan son ÇED raporuna göre; projenin yedi yılda tamamlanması planlanıyor.

Kazı aşaması dört yıl sürecek

Küçükçekmece, Avcılar, Arnavutköy ve Başakşehir ilçelerinden geçecek yaklaşık 45 km uzunluğunda ve 20.75 metre derinliğinde olan projenin kazı aşaması dört yıl sürecek. Yılda yaklaşık 275 milyon metreküp kazı yapılacak. Kanaldan çıkacak toplam hafriyat miktarı yaklaşık 1 milyar 155 milyon 668 bin metreküp olarak hesaplandı. Bu miktarın 1 milyar 79 milyon 252 bin metreküpünü kara kazısı, 76 milyon 416 bin metreküpünü deniz ve göl taraması oluşturacak. Kanal boyunca karada yapılması planlanan yaklaşık 1,1 milyar metreküplük kazının 800 milyon metreküplük kısmı Karadeniz’e bağlanılan kesimde gerçekleştirilecek.

Tek yönlü işletilecek

Kanal İstanbul Projesi kapsamında işletme (trafik) simülasyonu ve kanal işletme prensibinin belirlenmesi kapsamında yapılan çalışmalar sonucunda da kanalın tek yönlü işletmesine karar verildi. Kanal İstanbul Projesi kapsamında; kanal içerisinde acil bağlama alanları, acil müdahale merkezleri, kanal giriş ve çıkış yapıları, gemi trafik sistemleri gibi alt ve üst yapılar, liman, lojistik merkez, yat limanı, kanal içerisinde ihtiyaç duyulan noktalarda karşıdan karşıya ulaşımı deniz yolu ile sağlayacak kıyı yapıları, tahkimat ve dolgu alanları gibi kıyı tesisleri yapılması planlanıyor.

Karadeniz kıyısı doldurulacak

Kanal İstanbul Projesi ile entegre olarak geliştirilecek projeler; Marmara ve Karadeniz Konteyner Limanları, Küçükçekmece Yat Limanı ve Karadeniz kıyısında rekreasyon amaçlı dolgu ile lojistik alan dolgusu olarak sıralandı. Karadeniz kıyısına rekreasyon ve lojistik alan için toplam 54 milyon 605 bin 865 metrekare dolgu yapılacak. Dolguda kanal hafriyatından çıkacak malzeme kullanılacak.

Projenin inşaat aşamasında yaklaşık 8-10 bin kişinin, işletme aşamasında ise 500-800 kişinin çalışması öngörülüyor. Çalışma alanı olarak tanımlanan ve inşaat faaliyetlerinin yürütüleceği kesim yaklaşık 63.2 milyon metrekare olarak hesaplandı. İnşaat faaliyetleri tamamlandıktan sonra kanal yapı yaklaşım sınırına kadar olan kesim diğer kamu ihtiyaçları için terk edilecek alan 25.75 milyon metrekare olacak. Kanal için kullanılacak alan 37.5 milyon metrekare olarak açıklandı.

‘Kritik kuş türlerinin popülasyonu etkilenecek’

Kanal güzergahı boyunca toplamda 21 takım, 44 familyaya ait 124 kuş türü tespit edildi. Raporda tespit edilen kuş türlerinden bazılarının proje alanının belli kesimlerini kışlama alanı, üreme alanı ve konaklama alanı olarak kullandığı belirtilerek şu ifadeler kullanıldı:

“Proje faaliyetinin kuşlar üzerine olacak en büyük etkisinin habitat kaybı olacağı düşünülmektedir. Küçükçekmece Gölü, proje sahasında tür çeşitliliği bakımından en zengin alandır. Hem kışlayan türler, hem üreyen türler hem de göç sırasında konaklayan türler için çevresinde ve su gövdesinde elverişli alanlar oluşturmaktadır. Bu alanların kaybedilmesi sonucunda bazı kritik önemde türlerin üreme ve kışlama popülasyonları etkilenecektir. Bunları önlemek amacıyla Küçükçekmece Gölü’nün bir kısmının sedde ile ayrılarak mevcut hali ile korunması ve Altınşehir’deki sazlık alana benzer bir habitatın muhafaza edilen göl alanı içerisinde oluşturulması önerilmektedir.”

‘Taşımalı’ tarih

Raporda projeden 1. derece etkilenecek Küçükçekmece Gölü ve çevresinin önemi “Prehistorik dönemlerden beri insan yaşamı için uygun bir ortam sağlamıştır. Bu nedenle bölge tarihöncesi ve tarihi dönemlerde oldukça değişik kökenli insan topluluklarının göç ve istila hareketlerine sahne olmuştur” sözleriyle anlatıldı.

Türkiye’nin ve Avrupa’nın yaklaşık 600 bin yıl öncesine dayanan en eski yerleşimcilerine ait izlerin tespit edildiği Yarımburgaz Mağarası’na da değinilen raporda dikkat çeken nokta ise şu oldu:

“Bu çalışmalar sırasında hem tescilli hem de ilk kez tespiti yapılabilecek olası arkeolojik alanlarda kurtarma kazılarının bir takvim ve bütçeye uygun olarak planlanıp kurtarma kazılarının başlatılması, proje sahası içerisinde kalan ve inşaat faaliyetleri ile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan tarihi köprü, tarihi yol, korugan, tabya gibi yapıların ise Hasankeyf Projesinde olduğu gibi belgeleme, koruma, bir başka yere taşıma ve orada sergileme gibi uluslararası iyi uygulama örneklerine uygun projelerinin inşaat öncesi dönemde hazırlanarak yürütülmesi önemle tavsiye edilmektedir.”

Hollanda Yüksek Mahkemesi’nden iklim krizine karşı emsal karar

Dünyanın dört bir yanında insanların, hükümetlerin iklim krizine karşı acilen harekete geçmesini talep ederken, Hollanda Yüksek Mahkemesi çığır açan bir karar verdi. Mahkeme, tüm hükümetlerin sera gazı emisyonlarını azaltmak amacıyla üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerekliliğini vurguladı.

Cuma günü verilen karar, Avrupa’nın iklim adaleti konusunda önde gelen sivil toplum kuruluşlarından Urgenda’nın, Hollanda hükümeti aleyhindeki iklim davasının nihai kararı olmasının yanı sıra kurumun üçüncü yasal zaferi. Bu karar, 2015’de Lahey Bölge Mahkemesi’nde ve 2018’de Lahey Temyiz Mahkemesi’nde alınan olumlu kararların bir devamı niteliğinde.

Hükümet iklim krizinden sorumlu

20 Aralık’ta Hollanda Yüksek Mahkemesi, hükümetin 2020 yılında ülke ölçeğindeki emisyonların 1990 yılına kıyasla en az %25 azaltılması gerektiği yönünde alt mahkemelerde verilen kararı onadı. Yüksek Mahkeme, Hollanda hükümetinin iklim krizinin sorumluluğunu üstlenmemesi sebebiyle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki yükümlülüklerini ihlal ettiğini belirtti.

Yüksek Mahkeme’nin kararı sonucunda Hollanda hükümeti, 2020’ye kadar %25 emisyon azaltım hedefine ulaşmak için ek önlemler almak zorunda. Bu durum, 2015 ve 2016 yıllarında devreye giren kömürlü termik santrallerin kapatılmasını gerektirebilir. BM Çevre Programı, kararın açıklanmasından yaklaşık bir ay önce, Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için emisyon azaltımının beş kat artırılması gerekliliğini doğrulamıştı.

Minnesma: Emisyonları azaltmak mümkün

Hukuki kararla ilgili olarak, Urgenda’nın direktörü Marjan Minnesma “Yargıtayın önemli kararından son derece memnunuz. Gelecek yılın sonuna kadar emisyonların %25 azaltılması hala mümkün. Urgenda’nın da aralarında yer aldığı 750 kurum, hükümetin bu hedefe ulaşmak için alabileceği 50 önlemi içeren bir liste sundu. Üzerimize düşen görevi yapmaya hazırız. Hükümetin kararı bir an önce hayata geçirmesini bekliyoruz” dedi.

Robinson: Karar, mücadelenin önünü açacak

Eski BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri ve eski İrlanda Cumhurbaşkanı Mary Robinson, Madrid’de gerçekleşen BM İklim Değişikliği 25. Taraflar Konferansı sonrasında sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik çabaların ivme kazanması gerektiğinin netlik kazandığını söyledi. Robinson, Hollanda mahkemesi tarafından verilen bu kararın, bu mücadelenin önünü açtığını söyledi.

Urgenda tarafından kazanılan dava, Hollanda’nın iklim politikasını değiştirdi. Hukuki zafer aynı zamanda Belçika, Fransa, İrlanda, Almanya, Yeni Zelanda, İngiltere, İsviçre, Norveç ve Avrupa Birliği’nin de aralarında bulunduğu iklim değişikliği konusunda hükümetlere karşı açılmış ve milyonlarca insanın desteklediği hukuki mücadelelere de ilham verdi.

Özlüer: Küresel çevre hukuku mümkün

Ekoloji Kolektif’nden Avukat Fevzi Özlüer ise mahkeme kararını  “Halkların ve canlıların iklim adaleti hakkını koruyan bu yurttaş davası, küresel çevre hukukunun mümkün olabileceğine dair umudu canlı tutmuştur” şeklinde değerlendirdi.  Özlüer açıklamasını şu sözlerle sürdürü:

Aynı zamanda, çevre hukukunun devletler arasında ikili veya uluslararası kuruluşlar temelinde işleyen çoklu müktesebatında ciddi bir aşınmayı temsil ettiği Kyoto ve Paris İklim anlaşmalarının hemen ardından ihtiyaç duyulan güçlü siyasal aktörü göstermesi açısından önemlidir. Davaya salt bir stratejik dava, iklim krizine karşı ulusal düzeyde hukuki bir propaganda aracı olarak bakmak davanın etki ve önemini azaltacaktır.

Bu dava, küresel çevre hukukunun mümkün olmasına dair yol ve yönteme dair ipuçlarını vermesi açısından anlamlı ve önemlidir. Davanın argümanlarının, hukuki pozitivizmin sınırlarını zorlayan özgünlüklerini bir yana bırakacak olursak politik sonuçları itibariyle; küresel eşitsizliklere dikkat çeken yönünün daha önemli ve anlamı olduğu açıktır. Dava, yeni bir küresel ekolojik hukuki düzenin, devletler arasında ve küresel organizasyonların müzakereleriyle değil, adaletsizliğin mağduru toplum kesimleri ve onların örgütlerinin küresel ve ulusal mücadeleleri ile kurulacağını ispatlamıştır

Erdoğan Kanal İstanbul için tarih verdi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı Hizmet İhracatçıları Buluşması’nda Kanal İstanbul projesi ile ilgili açıklama yaptı. İstanbul Kongre Merkezi‘nde gerçekleşen buluşmada konuşan Erdoğan, İnşallah önümüzdeki haftalarda ihaleyi yapıyoruz ve Kanal İstanbul’a başlıyoruz. Bunun çalışması bir haftalık bir yıllık değil ta belediye başkanlığımın sonlarına doğru atılmış bir adımdır” dedi.

Kılıçdaroğlu’na cevap

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kanal İstanbul projesinde faaliyet gösterecek müteahhitlere yönelik  “Bugünden söylüyorum, iktidar olduğumuzda asla paralarını vermeyeceğiz” demişti. Kılıçdaroğlu, Erdoğan için ise “O da emin ben de. Beyefendi gidici” ifadelerini kullanmıştı.

Konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun ifadelerine değinen Erdoğan,  “CHP ne yaparsa yapsın biz bu projeyi yapacağız. Bir defa devletin en olduğundan bihaber olan bir zat. Sen gelemeyeceksin o ayrı bir konu da. Devlette devamlılık esastır. Müteahhit anlaşmasını sözleşmesini yapmış. Uluslararası konumu olan müteahhitlere bir şey hatırlatmak istiyorum. Bakın bu ülkede nasıl bir siyasetçi var bilin. Bu da ana muhalefetin başında” dedi.

‘Kanal İstanbul’un çevrecilik özelliği var’

Önümüzdeki haftalarda ihale yapılacağını duyuran Erdoğan,  “Kanal İstanbul’un birçok özelliği var, çevrecilik özelliği var. Türkiye’ye kazandıracağı haklar var. Selimiye’nin önünde tanker 7 ayı aşkın zaman yandı. Büyük bir tehlikeydi. Fakat Kanal İstanbul ile bir defa bu tehditler adeta yok seviyesine geleceği gibi, ülkemize ciddi manada getirisi olacaktır. Tüm bunların çalışmaları yapılmış, Karadeniz’den Marmara’ya iniş, farklı bir özellikle Kanal İstanbul sahip çıkacaktır” iddialarında bulundu.

‘İstemeseniz de yaptık’

Erdoğan proje ile ilgili açıklamalarını şu şekilde sonlandırdı: “Atalarımız ‘Bal bal demekle ağız tatlanmaz’ diyor. Bunlar sıradan işler değil. Bunlar 3’üncü köprü için, Avrasya, Marmaray ile ilgili yapamazsınız demediler mi? Osmangazi için yapamazsınız demediler mi? Yaptık yaptık, istemeseniz de yaptık. Şu anda İstanbul-İzmir 3-5 saat. Şehir hastaneleri diyoruz, niye yapıyorsunuz diyorlar. SSK’nın genel müdürlüğünü yaptığında iflas ettirdi, biz şehir hastaneleri yaparak olayı farklı yerlere taşıyoruz.

Devlet kurumlarından da olumsuz yanıt

İstanbul Boğazı’nda gemilere geçiş kolaylığı sağlamak, kazaları önlemek ve gelir sağlamak amaçlarıyla Küçükçekmece-Terkos Gölü arasındaki vadinin kazılarak yapılması planlanan Kanal İstanbul projesine birçok çevre örgütü ve meslek odaları itiraz etmişti. Daha sonra ÇED süreci boyunca Orman ve Su İşleri Bakanlığı  ile Devlet Hava Meydanları İşletmesi gibi devlet kurumlarının da olumsuz rapor verdikleri ortaya çıkmıştı.

Projenin bölgedeki depremleri arttıracağı, ekolojik sistemi yok edeceği, İstanbul’un içme suyunu etkileyeceği, ve söylendiği gibi Boğaz trafiği azaltmayacağı iddia ediliyor.

 

İklim değişikliğine karşı yerel çabalar ne durumda?

15 Aralık’ta sonuçlanan COP25 toplantıları taraflı-tarafsız birçok uzmana göre, iklim krizinin çözümü konusunda umut yaratmadı. 2019 yılında ardı ardına açıklanan Arazi Raporu, Değişen İklimde Okyanuslar ve Kriyosfer Raporu gibi IPCC raporları, dünyanın dört bir yanında düzenlenen küresel protestolar ve şiddetlenerek artan iklim etkileri bile COP25 toplantılarında bazı ülkelerin içinden çıkılmaz uzlaşmaz tutumlarını değiştirmelerine yetmedi. Aslında birçok gözlemciye göre COP25 toplantılarından bir sonuç alınamayacağı çok önceden ortaya çıkmıştı. ABD’nin Paris İklim Antlaşması’ndan aylar önce çekilmesi, petrol ve kömür üreticisi ülkelerin fosil yakıtlarla ilgili sınırlamalara karşı çıkması, gelişmiş ülkelerdeki büyük şirketlerin karbon piyasası ve vergileri konusundaki uzlaşmaz tutumları masadan dişe dokunur bir antlaşma olmadan kalkılmasına yol açtı.

Hükümetler düzeyindeki çabaların küresel iklim değişikliğini önlemede yetersiz kalabileceği uzun yıllardan bu yana aslında konuşuluyordu. O nedenle de bunu önleyebilmek adına küresel düzeyde, ancak yerel çabaların da gösterilmesi gerektiği, özellikle Kyoto Antlaşması’nın umulan sonuçları vermemesi nedeniyle daha fazla tartışılmaya başlanmıştı. Bu tartışmalar çeşitli yerel hareketlerin başlaması sonucunu doğurdu ve özellikle 2000’li yılların başından itibaren özellikle kentlerin fosil yakıtlara bağımlılığını azaltmak için yerel örgütlenmeler ortaya çıkmaya başladı. Bu örgütlerin en büyüğü ise başlangıçta sadece Avrupa Birliği ülkelerini kapsayan; kentlerinin sera gazı emisyonlarını azaltmak ve enerji açısında fosil yakıtlara bağımlılığı ortadan kaldırmak için oluşturulan iklim ve enerji için belediye başkanları sözleşmesi; kısa adı ile CoM. AB’nin iklim ve enerji politikalarına uyumlu olarak tamamen gönüllülük temelinde 2008 yılında oluşturulan örgüt, binlerce yerel yönetimi küresel iklim değişikliği ile mücadele için bir araya getiriyor. Bugün 60 ülke ve 320 milyon nüfusu temsil eden irili-ufaklı 10,000’e yakın yerel yönetimin içinde yer aldığı CoM, 2015’de üye yerel yönetimlerin önüne iddialı bir hedef koydu: 2030 yılına kadar CO₂ emisyonlarının referans yıla göre %40 oranında azaltılması… Ülkemizden de 19 milyon nüfusu temsil eden 22 belediye CoM’un imzacıları arasında…

Sözleşmeyi imzalayan belediyeler iki yıl içinde örgüte kabul edilebiliyor ve 2030 yılı hedefine uygun Sürdürülebilir Enerji Eylem Planı-SEEP’ ismi verilen bir plan sunmak durumundalar. Planın ana gövdesini sera gazı emisyonlarının azaltılması oluşturuyor. Bu çerçevede belediyeler sürece katıldıkları yıllara oldukça yakın bir referans yıl alarak sektörlere göre kentin karbon envanterini çıkarıp hangi sektörlerden azaltıma nasıl gideceklerini, enerji kaynaklarını fosil yakıtlardan nasıl bağımsızlaştıracaklarını, azaltıma karşın emisyonlarını sürdürdükleri sera gazları için orman ve yeşil alan gibi yeni yutak alanlarını nasıl yaratacaklarını ayrıntılı olarak bir plan yaparak CoM yönetimine sunmak zorundalar. Son olarak kentin ve kentlilerin küresel iklim krizine karşı hazırlıklarının artırılmasının da planda belirtilmesi bekleniyor CoM yönetimi tarafından… Bu güne kadar birçok ülkedeki çok sayıda yerel yönetim CoM’a verdikleri taahhütlere uymuş; hatta aralarında hedef büyütüp 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını %40 azaltmanın ötesinde ‘karbon nötr’ kent olmayı hedefleyen ünlü Avrupa kentleri de var. 2025’de karbon nötr kent haline gelmeyi hedefleyen Kopenhag gibi. Son dönemde Avrupa Birliği ülkelerinde yeşil-çevreci partilerin yerel seçimlerde başarılı olması projenin de başarı şansını çok yükseltmiş…

Ancak ülkemize gelince durum biraz değişiyor. Türkiye’den CoM’a katılan ilk büyük yerel yönetim İzmir Büyükşehir Belediyesi. Bir önceki belediye başkanı döneminde 13 Nisan 2015’de CoM’a katılan İzmir Büyükşehir Belediyesi, karbon envanter çalışmasını da tamamlamış. 2014 yılını temel alarak yaptığı envanter çalışmasında 22 milyon ton CO₂ eşdeğeri sera gazı emisyonu olduğunu bulmuş belediye. İşte sorun tam bu noktada başlıyor. Diğer ülkelerdeki belediyeler yaptıkları karbon envanterinde kentsel ısınma, trafik, sanayi, atık yönetimi gibi alanlara göre ayırıp her alandan yapacakları indirimleri raporlarken ülkemizde belediyeler envanterde bu ayrımı yapsalar bile sanayi alanında ‘yetkisizlikten’ müdahalede bulunamıyorlar. İzmir örneğine bakarsak; 2014 yılını temel olarak alıp yaptığı envanter çalışmasında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bulduğu 22 milyon ton CO₂ eşdeğeri sera gazı emisyonunun 14 milyon tonluk bölümü sanayi kaynaklı… Bu durumda Büyükşehir Belediyesi’nin CoM’a verdiği 2020 için %20’lik; 2030 yılı için ise %40’luk sera gazı emişyonunu azaltma sözü (envanter ve azaltım stratejilerinin olduğu Sürdürülebilir Enerji Eylem Planı-SEEP)  kalan 8 milyon tonluk kentsel ısınma, trafik, atık yönetimi gibi alanlardan yapılabilecek. İşi daha da basite indirgersek 8 milyon ton üzerinden hesaplanan indirim İzmir için gerçekte 2020 için 1 milyon 600 bin tona denk geliyor ve bu da İzmir’in gerçek sera gazı emisyonunun sadece %5-6’sı… Bu durumda önce Avrupa Birliği ülkelerinde başlayan ve dalga dalga diğer ülkelere yayılan küresel iklim değişikliğini yerel inisiyatif ile durdurabilme hareketi, ülkemizde daha başlangıçta başarısızlığa mahkum oluyor.

Tablo: Çeşitli Avrupa kentlerinin sera gazı emisyonları ve azaltım hedefleri.

Sonuç olarak artık bir krize dönüşen küresel iklim değişikliğini AB ülkelerinde başlayan ve birçok ülkeye yayılan yerel insiyatif ile durdurma çalışmaları, 2030’da sera gazlarında %40 azalma sağlama hedefine doğru yürüyor. Daha şimdiden birçok belediye %20’yi aşkın sera gazı emisyonlarında hazırladıkları SEEP planları ile indirim sağladı. Çok sayıda Avrupa ülkesinde yerel seçimleri küresel iklim değişikliğine karşı çok daha duyarlı olan yeşil ve çevreci parti ve adayların kazanması, küresel iklim değişikliğini yerelden genele tırmanan bir çizgi içinde önleyebilme şansını artırıyor. Ancak ülkemiz için aynı şeyleri söylemek çok zor… Özellikle sera gazı emisyonlarının yarısından fazlasından sorumlu olan sanayinin üzerinde yerel yönetimlerin hiçbir denetim ve yaptırım yetkisinin olmaması; enerji sektörünün üretimden dağıtıma kadar sadece karı hedefleyen özel sektörüne bırakılması yerel yönetimlerinin daha başlangıçta başarı şansını ortadan kaldırıyor. Üstelik diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ülkemizden çok az sayıda yerel yönetimin iklim ve enerji için belediye başkanları sözleşmesine katılım isteği var…

Küresel iklim değişikliği hızla bir krize dönüşüyor. Gezegenimizi korumak için önümüzde çok az zaman kaldı… Ancak COP25 toplantılarının da gösterdiği gibi birçok ülke yaklaşan korkutucu sonun farkında değilmiş gibi davranıyor. Ancak onlar hiç değilse yerel yönetimlerin önünü kesmiyorlar; sera gazlarını azaltabilmeleri için…