Ana Sayfa Blog Sayfa 1995

İrlanda’dan gelen slogan: İklim değişikliği erkek sebepli; feminist çözümlü bir sorundur

Bu yıl 23’üncüsü düzenlenen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali içerisinde düzenlenen etkinlikler kapsamında İrlandalı ekofeminizm aktivisti V’cenza Cirefice ile bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Festivalin Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Dicle Kızılkan‘ın kolaylaştırıcılığında gerçekleştirdiğimiz söyleşi İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açıldığı bu zamanda çok daha büyük bir anlam kazanıyor. 

***

Dicle Kızılkan: Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nden herkese merhaba. Öncelikle arkadaşlarımı tanıtmak istiyorum. V’cenza Cirefice İrlandalı bir ekofeminist ve oradaki ekofeminist bir kolektifin üyesi. Fossil Free NI adlı aktivist bir grubun koordinatörü. V’cenza İrlanda’da kadın ve ekstraktivizm üzerine doktora yapıyor.  Bahar Topçu bale öğretmeni ve iklim aktivisti. Kendisini yeşil ve feminist olarak tanımlıyor. Şimdi sözü Bahar ve V’cenza’ya bırakıyorum.

Bahar Topçu: Teşekkürler Dicle. Tekrar merhaba V’cenza. Kadınların çevresel mücadelelerin ön saflarında olduğunu söylüyorsun. Bunun Türkiye için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Feminizm üzerine akademik işlerdeki ve aktivizm uygulamalarındaki güncel tartışmalarda ekofeminizm git gide daha önemli bir yer tutuyor.

Öncelikle lütfen kendini neden ve nasıl bir ekofeminist olarak tanımlamayı seçtiğini anlatır mısın? Teorisiyle, günlük uygulamalarıyla ve aktivizmiyle ile nasıl ilişki kurdun?

V’cenza Cirefice: Sanırım kendimi her zaman çevreci ve de feminist olarak gördüm. Ama bu ikisini ve teorilerini birleştirmem lisansa başlayıp ekofeminizm hakkında okumamla oldu. Ekofeminizmle ilgili bir paragrafı okuduğumda kafamda bir ampul yandığını hatırlıyorum. Farklı baskıların ve mücadelelerin nasıl birbirine bağlı, örülmüş gibi olduğunu anlamama gerçekten yardımcı oldu. Sonra ekofeminizmin özünde kapitalizm, sömürgecilik, ataerki gibi baskıcı sistemlerdeki cinsiyetçilik, ırkçılık gibi bir sürü sorunun kökünü saptadığını anladım. Bu feminizm için yeni bir şey olmasa da ekofeminizimin yaptığı şey, insan olmayan doğayı da ezilen sınıfa dâhil etmek. Sevdiğim yanı da bu.

Tüm bu dünya görüşü, olaylara ve dünyaya sistematik bir bakış açısıyla yaklaşmak beni aktivist olarak da etkiledi. Akademik araştırmamı da ekofeminizm üzerine yaptığım için şanslıyım. Ayrıca Dicle’nin bahsettiği ekofeminist kolektifine de dahil oldum. Gerçekten harika bir topluluk. Bir sürü yürüyüş, atölye ve etkinlik düzenleniyor. İrlanda’daki diğer feminist kolektifler de öyle. Mesela, Galway feminist kolektifi, açık bir şekilde ekofeminist değiller ama çevresel adalet ile toplumsal cinsiyet adaleti arasındaki bağlantıyı gerçekten anlıyorlar.İçinde bulunduğum, olaylara yapısal bir açıdan bakan aktivist hareketler bu şekilde. Ekofeminizmin gerçekten güzel bir yanı şu, akademik bir olgu ama kolektif hareketlerle ve bizi bu keşmekeşe sokan baskıcı yapıları değiştirmek ile yakından ilgili. Bu gruplarda bulunduğum için bağlılık ve dayanışma hisleri içindeyim.

‘Kültürel ve materyal ekofeminizm’

B.T: Doğayla olan ilişkimize ekofeminizmin yaklaşımı üzerine konuşmak istiyorum seninle. Bazı eleştiriler ekofeminizmin oldukça özcü olduğunu söylüyor çünkü gezegene doğa ana demek ve kadını doğanın üretkenliğiyle bağdaştırmak özcülük gerçekten. Bir başka eleştiri de siyasi mücadelenin dışında kaldığı yönünde. Sen ne düşünüyorsun? Bu eleştirilere hareketin içinden biri olarak nasıl yaklaşıyorsun?

V.C: Özcülük konusundan başlayalım. Ekofeminizmden bahsedilirken konuşulması çok önem arz eden bir konu. Bu konunun bahsini açmana gerçekten memnun oldum. Birçok ekofeminist, özcü oldukları şeklinde ağır eleştiriler aldı ve bence bu aslında çok isabetli bir eleştiri. Ama feminizmde olduğu gibi, ekofeminizmin de bir sürü farklı dalı var. İki geniş kola ayrılabilir: Kültürel ekofeminizm ve daha materyal ekofeminizm.

Kültürel kol çok özcü ve ben bu kolu takip etmeyi pek sevmiyorum. Amerikalı beyaz orta sınıf kadınlar tarafından 80’ler ve 90’larda geliştirilen bu kol, kadın ve doğa arasında özel, kozmolojik ve ruhani bir bağ çiziyor. Doğa ana ve tanrıçalara tapınma hakkında çok konuşuyor. Sanırım siyasi açıdan, bu oldukça sorun yaratıyor çünkü çoğu zaman, mücadelelerine katılmadan yerli kültürleri sahipleniyor. Ayrıca, bütün kadınların aynı kategoride olduğunu, aralarında bir fark bulunmadığını ima ediyor ve diğer cinsiyet çeşitlerini tamamen gizliyor.“Kadın olmak için, bu şekilde olmalısın” der gibi.

‘Kadınların çevreyle daha maddesel bir bağı var’

Benim kendimi daha çok dâhil ettiğim dal materyal ekofeminizm. Bu dal, doğanın ve kadınların, toplumun yapılandırmış olduğu kategoriler olduğunu söylüyor. Kadın ve doğanın arasındaki bağlantının kökü, aslında kapitalist, ataerkil üretimde ve bu sistemlerin, çevresel bozulmanın ve iklim değişikliğinin en kötü etkilerini kadınlara dayatmasındadır. Ve çevreyle aralarındaki ilişki, toplumsal cinsiyet rolleri ile bağlantılıdır. İş gücünün cinsiyete göre bölünmesi ile de ilgilidir. Bakım ve üreme işlerinin çoğunu kadınlar yaptığı için çevreyle daha maddesel bir bağları vardır.

Bence sırf bir kısmı özcü diye bütün bir hareketi yabana atmamak önemli. Gerçekten iyi bir anlayış sunabileceğini düşünüyorum. Özellikle kesişimsellik konusunda. Siyah feminist Kimberle Crenshaw bu kavramı geliştirdiğinden beri, kesişimsellik hakkında konuşan ilk hareketlerden biri ekofeminizm oldu. Irk, sınıf, etnik köken, cinsellik, cinsiyet ve çevrenin ilişkili olduğunu ve birbirleriyle kesiştiğini ilk konuşan hareketlerden de biriydi.

B.T: 2018’de İrlanda, Anayasasında kürtajı yasaklayan 8’inci Maddenin iptalini referanduma taşıdı ve yüzde 60’lık bir oy oranı ile kürtajın bir insan hakkı olduğunu savunanlar kazandı. Nasıl hissetmiştin? Ekofeministler kürtaj hakkı hareketinin nasıl bir parçası oldular?

C.V: Aslında bunun hakkında konuşacağım için mutluyum. Çünkü bu İrlanda için çok büyük bir andı. Bu, taban aktivizminin işe yaradığının bir kanıtıydı. 30 yıldır İrlanda’daki feminist organizasyonların verdiği uğraşların da öyle. İrlanda referanduma giderken seçim yanlısı grubun bir parçası olma ayrıcalığına eriştim. İnanılmaz bir şeydi. Referandumun olduğu yıl yurt dışında yaşıyordum, ama uzaktan dayanışma hareketlerine katılabildim. Yurt dışında yaşayan bir sürü İrlandalı insanın dünyanın her yanından dayanışmaya katıldığını görmek güzeldi.

Referanduma ekofeminist bir bakış açısından bakarsak… Birçok farklı çeşit feminist grup bu mesele üzerine organizasyon yapıyordu. Referanduma uzanan süre için bu en önemli meseleydi. Dublin’deki ekofeminist topluluk da çok aktifti. Propaganda yapıyorlardı, kapı kapı geziyor, bağış topluyor, yürüyüşlere katılıyorlardı. Siyasetçilerle konuşuyorlardı.

Dublin’de kürtaj hakkı için gerçekleştirilen yürüyüş

‘Kadının vücudu kaynak olarak görülüyor’

Ekofeminist bir bakış açısından… İçinde bulunduğum gruplar, üreme adaletinin, çevre adaletine bağlı olduğunu gerçekten anlıyordu. Çünkü sistematik bir yaklaşımda bulunuyorlardı. Onların bunu nasıl anladığı, ya da benim nasıl anladığıma gelirsek… Sömürgecilik, ataerki ve kapitalizm gibi baskıcı sistemler, “biz” ve “ötekiler” konseptlerini yaratmaya bağımlıdır. Kendi, faal ve kontrol sahibidir. Ve ötekiler kontrol edilecek, sömürülecek ve hükmedilecek bir kaynak olarak görülür. Sistem bunu doğaya yapıyor, kadınlara yapıyor, yerli toplumlara yapıyor. Nesne gibi gördüğü herhangi birine yapıyor. Bu durumda, bence kadın vücudu bir kaynak olarak görülüyor. Yola getirilecek ve kontrol edilecek, sistemin devam etmesi için gereken iş gücünü üretecek. Kapitalizmin devam etmesini sağlayacak. Bu kesinlikle insanlıktan çıkaran bir dünya görüşü.  Bu,sistemin doğaya ettiği muameleyle bağlantılı.Mümkün olduğunca kullanılacak bedava bir kaynak gibi görülüyor.Üreme adaletini de, fiziksel olarak doğum yapma eyleminden çok daha fazlası olarak görüyorum. Üreme eylemleri hayatı sürdüren eylemlerdir. Gerçek üreme adaleti, barınma, temiz bir çevre, ekonomik ve sosyal refahı kapsar. Yani aslında hepsi birbirine bağlı.

B.T: Kadın vücudu ile ilgili söylediklerin aklıma Vandana Shiva’nın bir sözünü getirdi. Diyor ki, ataerki ve modern tıp, kadının vücudunu değersizleştirmek için ortaklaşa çalışıyor. Senin sözlerinle bunlar kafamda tam oturdu aslında. 

Bununla beraber iklim adaleti hareketi açısından da konuşmak istiyorum bunu. Kesişimsellik, mücadele ettiğimiz ataerki ve iklim inkârcılığında karşılıklı bir şekilde çalışıyor. İklim adaleti için ön saflarda uğraşan kadınlar karşılarında onları ötekileştiren beyaz ve zengin erkekleri bulabiliyor. Kadın haklarıyla paralel bir şekilde iklim krizini de inkâr ediyorlar. İklim hareketi ve feminist hareketin dayanışması da giderek gelişiyor haliyle.

Bunun hakkında ne düşünüyorsun? Çünkü tüm bu nefreti ve eleştiriyi bir şekilde beraber karşılıyoruz, öyle değil mi?

C.V: Evet, kesinlikle. İklim değişikliğine karşı verilen mücadelenin ön saflarında gençler, kadınlar var. Şanslıyım ki WECAN’de (Kadınların Dünya Ve İklim Hareketi Ağı) staj yaptım. Dünyanın her yanında iklim değişikliğine karşı mücadelenin ön saflarında olan kadınları belgeliyor, vurguluyorlar. Bence bu mücadelede bu kadar çok kadının ön saflarda bulunmasının sebebi, kadınların çevreye daha duyarlı olduğu özcü bir bağlantı değil. Bence sistem bu insan grupları için iyi işlemiyor. Zaten sömürülüyorlar ve neoliberal sistemin en kötü etkileriyle yüzleşiyorlar. Kendi hayatında birçok zulümle karşılaşınca, doğaya yapılan zulmü görmek birçok açıdan daha kolay. Ama sanırım bağlama göre değişir. Bence bunları yaş, sınıf, etnik köken, cinsellik gibi şeylerin de etkilediğini görmek önemli. Kadınların karşı karşıya kaldığı düşmanlık ile ilgili örnek vermemiz gerekirse… Yerli kadınlar, beyaz olmayan kadınlar, küresel boyutta sömürgecilik, kapitalizm ve ataerkinin üçlü tehdidiyle karşı karşıya. Cinsel şiddet, ölüm tehditleri… Hatta daha yavaş şiddet çeşitleriyle: Su sistemleri, yaşamak için bel bağladıkları toprakları gibi geçim yollarının tüketilmesi… İklim değişikliğini yaratan sistemin tümünün ataerkiden, bunun bağlı olduğu kapitalizm ve sömürgecilikten kaynaklandığını düşünüyorum. Ve sistemin ataerkil tarafı, bu ataerkil dünya görüşündeki kabul edilebilir toplumsal cinsiyet rollerine karşı gelen aktivistlere tepki gösteriyor. Aktivistler öne çıkıyor, çekinmeden konuşuyor ve alenen karşı geliyorlar. Bu da sistem için kabul edilemez. Çünkü dediğin gibi, sistemin birçok farklı parçasına meydan okuyor.

‘Feminist bakış açışı önemli’

Bence feminizmin iklim hareketine katabilecekleri gerçekten harika. Olayın, toplumdan bağımsız, kenarda var olan bir çevre düzenlemesi olmadığı fikrini sunuyor. Aynı zamanda toplumsal adaletten bahsediyoruz. Mesela dünyanın her yanında taban organizasyonlarının çoğu kadınlar tarafından yapılıyor. Özellikle beyaz olmayan kadınlar ve yerli kadınlar tarafından. Ama yukarı çıktıkça, daha ana akım STK’larda, idarelerde, kurumlarda, çoğunluğun batılı beyaz erkekler olduğunu görüyoruz. O yüzden bu duruma sürekli dikkat çeken feminist bir bakış açısı olması önemli.

İklim hareketlerine feminist yaklaşımların en sevdiğim yönlerinden birisi, krizin sistematik köklerini işaret ediyor oluşu. Bireysel yaşam tarzı değişikliklerine bağlı neoliberal yaklaşımlar yeterli değil. Değişmesi gereken sistemin kendisi. Mesela ev içi tüketim uygulamalarını değiştirmekten bahsediyorsanız ama ev içindeki toplumsal cinsiyete göre iş bölümüne karşı çıkmıyorsanız, hâlihazırda sahip olduğumuz sistemi kopyalamış olacaksınız yalnızca. Ve devam ettireceksiniz. Teknolojik düzeltmelerin veya çözümlerin piyasada olduğunu söylemek ise, bu eşitsiz güç ilişkilerini olduğu gibi bırakacaktır. Yani aslında krizin köküne değinmez. Baskının ve sömürünün devam etmesine izin verir. Feministlerin önceliklendirip cinsiyetçiliğe, ırkçılığa meydan okuyan farklı çözümler göstermesini müthiş buluyorum. Krize farklı, daha derin bir şeklide bakıyorlar.

B.T: Söylediklerine ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Birçok araştırmaya göre, iklim değişikliğinin darbelerinden ilk etkilenenler kadınlar. Kuzey ya da Güney Yarımküre’de olmaları bir şeyi değiştirmiyor. Her seviyedeki kadınlar iklim değişikliğinin darbelerinden etkileniyor. Buna karşılık, iklim değişikliğine sebepler olanlara baktığımızda, dediğin gibi, sistemde ve karar vericilerde, erkekler ve kadınlar eşit sayıda değil. İklim değişikliğinin sebebi çoğunlukla karşımıza çıkan, ataerkil fosil yakıtçı yaklaşım. Söylediklerin, gerçekten bu krize karşı feminist bir yaklaşım hakkında çok önemli şeyler söylüyor.

V.C: İrlandalı iki ekofeministe ait “Mothers of Invention” adında harika bir podcast’ımız var. Sloganları: “İklim değişikliği erkek sebepli; feminist çözümlü bir sorundur.” Bence bu gerçekten durumu özetliyor.

B.T: Evet özetliyor. Şimdi sahada daha çok feministe ihtiyacımız var. Hem erkek hem kadın.

V.C: Evet, kesinlikle, her cinsiyetten insana.

B.T: Evet, evet.

Artık pandemiye geçebiliriz. Covid-19 yayılıp hükümetler tarafından bazı yaptırımlar uygulandığından beri, hayatında neler değişti ve neler değişmedi? Hala o topluluklarda ve aktivist gruplarda etkin olma şansın var mı? Ve bu çevrimiçi dünyada birbirinizle nasıl ilişki kurduğunuzu bize anlatır mısın?

V.C: Evet, tabi ki. Bu çevrimiçi platformların sağladığı yakınlığa aslında şaşırdım ve memnun oldum. Müthişti, çevrimiçi toplantılara katılabildim. Çevrimiçi atölyeler de sundum. Hatta daha dün bir atölye sunduk, çok güzeldi. Ayrıca Aktif Umut adında bir iletişim ağına dahilim. Burada, dünyada gördüğümüz krize karşı içimizden gelen cevaba bakıyoruz.O yüzden içinde bulunduğumuz zamanla da çok ilgili. Şu anda aktivistleri desteklemek için de birçok çevrimiçi atölye düzenledik. Onlar da çok güzeldi. Ve ekofeminist topluluğun ve NN’in çok aktif bir şekilde ortak projelere katılması ve projeler üretmesi gerçekten ilham vericiydi.

Bence ekofeminizmin amacı da bu. Bireyci, rekabetçi bir toplumdan empati ve dayanışmaya dayalı bir topluma geçmek. Bu tür bir geçişin gerçekleştiğini görmek gerçekten fevkalade. Bu yüzden topluluklar kurmak aktivizm için çok önemli. Bu gibi zamanlarda, seni destekliyorlar, bu çok güzel. Bu fırsatı, yerli konuşmacıları, ya da Güney Yarımküre’deki kadınları çağırmak için kullanıyoruz. İnternet olmasa bu insanlar toplantılarımızda bulunamazdı. O yüzden normalde duyamayacağımız seslere söz verebilmek büyük bir şans.

B.T: Ne güzel bir işbirliği, teşekkürler. Senden ekofeminizm yaklaşımları dinlemek heyecan vericiydi.

V.C: Ben teşekkür ederim.

Dağ keçilerinin çilesi bitmiyor: Bu kez Erzincan’da avlanma için ihale açıldı

Tüm tepkilere rağmen Tarım ve Orman Bakanlığı dağ keçileri, kızıl geyikler ve çengel boynuzlu dağ keçileri gibi yaban hayvanlarının avlattırılması için yeni ihaleler açmaya devam ediyor.

Bu seferki ihale haberi ise Erzincan’dan geldi. Erzincan’ın farklı bölgelerinde bulunan 10 dağ keçisinin avlanması için bugün 227 bin TL bedel ile ihaleye çıkıyor.

BirGün’den İsmail Arı’nın haberine göre, Tarım ve Orman Bakanlığı 13’üncü Bölge Müdürlüğüne bağlı Erzincan Şube Müdürlüğü, “Av turizmi kapsamında avlattırılacak yabancı avcı kotalarının satış işi” adı altında bugün ihale yapacak.

Toplam 10 dağ keçisi için ‘öldürme pazarlığı’

10 dağ keçisinin avlanması ihalesi, “pazarlık” yöntemiyle Erzincan Doğa Koruma ve Milli Parklar Şube Müdürlüğü Toplantı Salonu’nda yapılacak.

İhale ilanına göre, Erzincan’ın Abrenk bölgesinde bir, Doğandere bölgesinde iki, Bağlıca bölgesinde iki, Çayyaka bölgesinde bir, Dutluca bölgesinde iki ve Sarıçiçek bölgesinde de iki dağ keçisi olmak üzere toplam 10 dağ keçisi ihaleyle katlettirilecek.

Öldürmek için kurs ücreti verecekler

Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı duyuruya göre, ‘Avcılık Eğitim Kursu’ açılacak ve ‘aday avcılardan’ da 203 lira 21 kuruş ücret alınacak. Avcılık eğitim kursunda eğitimler, profesör, doçent, öğretim görevlisi ve okutmanlar ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmenler tarafından verilecek. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, ‘av turizmi’ kapsamında elde ettiği gelir de her yıl katlanarak arttı.

Türkiye’nin dört bir yanında ihaleler

Daha önce de Dersim’de kutsal kabul edilen ve “Xızır’ın davarı” diye anılan dağ keçilerinin avlanmasıyla ilgili ihale açılmıştı. Gelen tepkiler üzerine  Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, dağ keçilerinin avlanabilmesi için 13 Temmuz’da açılan ihalenin iptal edildiğini açıklamıştı.

Daha sonra açıklama yapan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Adana Milletvekili Ayhan Barut, Dersim’de keçilerin öldürülmesinin iptal edildiğini ancak birçok bölgede ihalelerin devam ettiğini duyurmuştu.

Barut, Tarım ve Orman Bakanlığı 7’nci Bölge Müdürlüğü sorumluluk bölgesinde bulunan Adana, Mersin, Hatay, Niğde ve Kayseri’de 97 adet yaban keçisi için ihale yapıldığını aktarmıştı.

Haberlerde iklim inkarcılarına, iklim savunucularına kıyasla iki kat fazla yer ayrılıyor

Yapılan yeni bir araştırma iklim değişikliği ile ilgili haberlerde iklim inkarcılarının, iklim savunanlara kıyasla iki kat daha fazla yer kapladığını ortaya koydu.

Brown Üniversitesi’nden sosyolog Rachel Wetts tarafından yapılan araştırmada ABD’nin en fazla okura sahip üç anaakım gazetesi mercek altına alındı.

34 bin 948 makale incelendi

Araştırma çerçevesinde New York Times, USA Today ve Wall Street Journal’da 1985 ve 2013 yılları arasında çıkan iklim değişikliği hakkında yayınlanan toplamda 34 bin 948 makale incelendi.

Ayrıca 1985 ve 2013 yılları arasında iklim değişikliği hakkında yayınlanan 1768 basın bülteni arasından rastgele örnekler topladı.

Gazete Duvar’ın aktardığına göre Wetts, basın bültenlerini iklim eylemini destekleyen ya da karşı çıkanlar diye sınıflandırdı. Ardından, bir makalenin belirli bir basın bültenine dayandığını düşündüren benzerlikleri ortaya çıkarmak amacıyla, alıntıları tespit eden bir yazılımı kullanarak yayınları ve gazete makalelerini karşılaştırdı.

İklim inkarcılarına iki kat fazla yer

Geçmişte yapılan araştırmalar, iklim değişikliğinin medyada yer alırken hangi mesajların öne çıkarılmış olduğuna odaklanmıştı. Yeni araştırma ise, medyada yer almaya çalışan tüm mesajları göz önünde bulundurarak ve hangilerinin bunda başarılı olduğunu analiz ederek bu araştırmalara katkı sağladı.

Bu araştırma, ayrıca, iklim değişikliğiyle ilgili kamusal söylemi kimin ve neyin yönlendirdiği hakkındaki çeşitli hipotezlerin daha sıkı bir testten geçmesi için fırsat sundu.

Wetts’in geçtiğimiz hafta Proceedings of the National Academy of Sciences web sayfasında bildirdiği üzere, tüm basın bültenlerinin yalnızca yüzde 10’u iklimi koruma yanlısı eylemlere karşı mesajlar içeriyordu. Bununla birlikte, bu tür (krizin varlığını reddeden/ç.n.) yayınların yüzde 14’ü gazetelerde kendine yer bulurken, iklim krizine karşı eylemi destekleyen basın bültenlerinin yalnızca yüzde 7,2’si bunu başarabildi.

Yokoluş İsyanı tarafından New York Times gazetesi önünde yapılan eylem

‘Objektiflik arayışı iklim krizi karşıtlığını büyütüyor’

Bu, genel olarak, basının ilgisini çeken tüm yayınların yüzde 18.4’ünün iklim eylemine karşı mesajlar verdiği anlamına geliyordu. Bulgular, gazetecilikteki denge ve nesnellik normlarının -haber içeriğinin bir sorunun her iki tarafını da objektif biçimde iletmesi ilkesinin- iklim krizi söylemi karşıtlığını büyüttüğü fikrini destekliyor.

Bazı araştırmacılar, bu normların, son yıllarda iklim değişikliğinin medyada yer alma şeklinin biçimlendirilmesinde daha az önemli hale geldiğini ileri sürüyorlar. Buna karşın, Wetts şunları yazıyor: “İklimi koruma eylemine karşı çıkan mesajlardaki bu orantısız içeriğin 2000’li yılların ortalarından bu yana azaldığına veya tersine çevrildiğine dair hiçbir işaret bulamıyorum.”

Aynı zamanda bu bir ideoloji meselesi değil: En muhafazakar gazete olan The Wall Street Journal, iklim krizini reddeden basın bültenlerine içeriğinde pek de yer vermiyor.

Wetts, bu iklim eylemi muhaliflerinin medyada kendine yer bulmasının zamanla daha kritik bir hale gelebileceğini kabul ediyor. Araştırması, bu olasılık hakkında bir fikir içermiyor. “Benim bakış açıma göre, bir kuruluşun mesajına atıfta bulunan eleştirel bir referans, bu ilgi grubunun bakış açısına görünürlük sağlayan bir unsur olarak kabul edilir” diye yazıyor; sonuçta, dedikleri gibi, reklamın kötüsü olmaz.

‘Ticari çıkarlar ön plana çıkıyor’

Wetts ayrıca basın bültenlerinde kendine yer bulan kuruluşların özelliklerini de analiz etti. Daha büyük işletmelerden gelen basın bültenlerine, küçük işletmelerden gelenlere kıyasla daha fazla yer verildiğini ortaya çıkardı. Ayrıca, iş birlikleri ile meslek ve ticaret derneklerinden yapılan basın açıklamalarının, basında diğer kuruluş türlerine kıyasla daha çok ilgi görme ihtimali daha yüksekti.

Wetts, bunun nedeninin, bu yapıların genel ekonomik refah açısından önemli olarak algılanmaları, bu yüzden de özellikle bakış açılarının haber değeri açısından yüksek görülmesi olabileceğini söylüyor. Yazar, bu bulgunun ‘ticari çıkarların, çağdaş Amerikan demokrasisindeki politik tartışmaları biçimlendirmede orantısız bir şekilde etkili olduğuna ilişkin iddiaları desteklediğini’ yazıyor.

Doğal madenleri işleten veya doğayı kirletici sektörlerde çalışan işletmelerin basın açıklamalarının, diğer tür kuruluşlardan daha fazla alıntılanma ihtimali düşüktü. Ama şaşırtıcı bir şekilde, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi, Amerikan Jeofizik Birliği, Ball Aerospace & Technologies Corporation ve Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı gibi bilimsel ve teknik kuruluşların bültenleri, haber içeriklerinde kendine yer bulmakta özellikle yetersizdi; genel olarak gazete içeriklerindeki yüzde 9.8’lik oranla karşılaştırıldığında, buna benzer kuruluşların bültenleri yalnızca yüzde 2.9 düzeyinde kalıyordu.

Wetts, yaptığı açıklamada, “Daha fazla bilimsel uzmanlığa sahip işletmelerin daha fazla gazete yayınında kendine yer bulacağını düşünebilirsiniz ama bunun tam tersinin olduğunu buldum” diyor.

 

Diyarbakır ve Urfa’da korona krizi: Hastaneler doldu, sağlık çalışanları istifa eşiğinde

Haber: Müjgan Halis

2020 yılının en ciddi krizi olan koronavirüs, yaz aylarında biraz azalsa da ülkenin doğu ve güneydoğusunda ciddi bir tehdit haline dönüşmek üzere. Özellikle Diyarbakır ve Urfa’da pozitif çıkan vakaların sayısı ülke ortalamasının üstünde.

Şu ana kadar 5 bin 765 kişinin hayatını kaybettiği koronavirüs vakalarına ilişkin sorularımız yanıtlayan Diyarbakır Tabip Odası Yönetim Kurulu ve Türk Tabipleri Merkez Konseyi üyesi Dr. Halis Yerlikaya, “Buralarda durum vahim” diyor.

Yerlikaya, “Bayramdan 10 gün sonra virüsün ilk günlerindeki İtalya, İspanya gibi görüntülere tanık olabiliriz” uyarısında bulunuyor.

Diyarbakır’da hastaneler doldu

Bölgede vatandaşın kaderine terk edildiğin söyleyen Yerlikaya sahadan edindikleri bilgiler üzerine Diyarbakır hastanelerinin tam doluluk kapasitesine ulaştığını belirtti.

616 hastanın hastanelerde tedavi altında olduğunu, 100’e yakın hastanın da yoğun bakımda olduğunu belirten Yerlikaya şunları söyledi:

“Ancak bu 600 rakamı sabit bir rakam değil. Örneğin 50 kişi taburcu ediliyor, onun yerine 50 hasta yatıyor. Yani çok daha fazla bir oranla karşı karşıyayız.”

298 sağlık çalışanı enfekte oldu

Diyarbakır’da enfekte olan sağlık çalışanı sayısının bile virüsün geldiği aşamayla ilgili fikir verdiğini söyleyen Yerlikaya, 1 Haziran’daki gevşeme kararı öncesi 85 olan enfekte sağlık çalışanı sayısının 298’e ulaştığını belirtti. Yerlikaya sözlerini şu şekilde sürdürdü:

“Bütün kamu hastaneleri tam kapasiteyle çalışıyor. Bayram sürecinde de hiçbir önlem alınmadı. Mesela hareketlilik kısıtlanabilirdi, ama vatandaş tam anlamıyla kaderine terk edilmiş durumda.”

Koronavirüs salgınına ilişkin sürecin de şeffaf yürütülmediğini ileri süren Dr. Yerlikaya kentte her gün sadece yaklaşık 300 test yapıldığını belirtti.

‘İstifalar gündeme geliyor’

Vaka sayısının artmasının sağlık çalışanları açısından da sorun teşkil ettiğini söyleyen Yerlikaya, “Hem enfekte olanlar artmaya başladı, hem de süreç  uzadıkça yorgunluk oluştu. Hatta istifalar dahi gündeme geliyor” ifadelerini kullandı. 

Yerlikaya, istifaların sebepleri arasında sağlık çalışanlarının kendi branşlarına ilişkin çalışamaması ile sadece koronavirüs hastaları kabul edildiği için hastanelerin düşen gelirlerinin sağlık çalışanlarına yansımasını gösterdi. 

Virüsün ilk günlerinde hekimleri önceleyen tavan ödemeleri yapıldığını ancak bu ödemelerin şimdi yapılmadığını hatırlatan Yerlikaya “Hastanelerin merkezi olarak acilen desteklenmesi gerekiyor, böyle yürümez” dedi.

‘Tek sorun vatandaşta değil’

Dr. Halis Yerlikaya yaşadığı kent olan Diyarbakır’da koronavirüs vakalarının neden önlenemediği ya da azaltılamadığı sorusuna ise şu şekilde yanıt verdi:

Tek sorun vatandaşların hijyen kurallarına, maske ve fiziksel mesafe kuralına uymaması değil. Elbette bunlar da etkilidir ancak en önemli sorun, 1 Haziran’da alınan erken açılma kararı. Birincisi; böylesi küresel bir kriz merkezi olarak yönetilemez. Bölgeler bazında kararlar alınmalıydı.

İkinci olarak; hastalıkla mücadelenin bütüncül bir bakış açısıyla yapılması gerekir. Yani sen yoksula evde kal dersen, onu sosyal olarak desteklemek de zorundasın, ama böyle bir şey yok.  Örneğin Diyarbakır’da vakalar çoğunlukla yoksul ve kalabalık ailelerde görülüyor. Sen 10 kişi yaşanan bir evde, vakayı evden tedavi edersen elbette yayılır.

Üçüncü faktör ise test sayısı. Biz bütün açıklamalarımızda test sayısının artırılması gerektiğini söylüyoruz. Türkiye’de şu anda filyasyon uygulaması durmuş durumda.

Sürecin bilimsel olarak yürütülmesi gerektiğini belirten Yerlikaya, ekonomik kaygıların tıbbi kaygıların önüne geçtiğine dikkat çekerek “Şu andaki açıklanan rakamların gerçeği ne derece yansıttığı da şüpheli. Çünkü resmiyette tüm Türkiye’deki vakaların sayısı olarak açıklananlar, sadece Diyarbakır ve Urfa’daki rakamlara denk geliyor” diyor.

‘Kayyımlar salgınla mücadelede yetersiz’

Bölgedeki kayyım rejimlerinin de salgınla mücadeleyi kötü şekilde etkilediğini söyleyen Yerlikaya, kayyımların bölgedeki vakaların artmasında etkili bir politika yürütmediklerini belirterek şunları kaydediyor:

Toplumsal katılım, Dünya Sağlık Örgütü’nün de altını çizdiği bir gerçek. Ancak aynı zamanda bir hekim olan ve eski Tabip odası başkanlığımız da yürüten Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı şu anda hapiste. Bu kenti o yönetiyor olsaydı, belediyenin olanakları daha fazla vatandaş lehine kullanılırdı. Sosyal yardımlar yapılırdı, halk daha fazla bilgilendirildi. Şu andaki kayyım sadece bir algı yaratmaya oynuyor.

‘Sürü bağışıklığı stratejisi bir çıkmaz’

Yerlikaya konuşmasının devamında “Bütüncül bir değerlendirme yapılmalı. Bilimsel veriler esas alınmalı. Akademiden, meslek örgütlerinden, sendikalardan, siyasi partilerden katılımlar sağlanmalı” ifadelerini kullandı.

Hükümetin şu anki yaklaşımının sürü bağışıklığı stratejisi olduğunu belirten Dr. Yerlikaya  konuşmasını”Bunun bir çıkmaz olduğu da dünyadaki farklı ülkelerde yaşayarak kanıtlandı. Ne yazık ki, ateş şu anda sadece düştüğü yeri yakıyor” ifadeleriyle sonlandırdı.

Urfa’da günde 300-350 yeni vaka

Urfa da Covid-19 vakalarının artış gösterdiği bölge kentlerinden biri. Şanlıurfa Tabip Odası’ndan Dr. Rohat Benek, resim rakamlar net olarak açıklanmadığı için tam rakam veremediklerini ancak İl Hıfzısıhha Kurulu’nun karantina kararlarına bakarak kentlerinde günlük ortalama 300-350 yeni vaka tespit edildiğini söylüyor.

Dr. Benek Şanlıurfa’da salgının önünün alınamamasının nedenlerine ilişkin “Normalleşme süreci ile birlikte tedbirlerin gevşetilmesi ile toplumda Covid pandemisinin bittiği algısı oluştu ve nişan, düğün, taziye gibi kalabalıkların bir araya geldiği ortamlar yeniden oluşmaya başladı” değerlendirmesinde bulundu.

Benek’e göre bunun yanı sıra filyasyon çalışmalarının esnetilmesi, daha önce test yapılan Covid temaslı kişilere test yapılmaması, Covid pozitif hastaların evde karantinaya alınması gibi durumlarda salgının artma nedenlerinden.

‘Toplum rehavete kapıldı’

Salgın algısının oturmaya başladığı dönemde normalleşme adımlarının atılmaya başlanması ve var olandan daha iyi bir tablo çizilmesi ile beraber toplumda ciddi rehavet oluştuğunu söyleyen Benek şunları söyledi:

Bu da özellikle ilimizde normalleşme öncesi döneme göre daha ciddi bir tablo olarak karşımıza çıktı. Özellikle ulusal basında konunun eskisi kadar yer bulamaması toplumda Covid bitti algısı oluşumuna yol açtı.

Fotoğraf: AA

‘Çoğu kişi işsizlik sebebiyle Urfa’ya döndü’

Dr. Rohat Benek, 1 Haziran sonrası Urfa’da artışa geçen vakalarla ilgili İstanbul’dan memleketine dönen Urfalılara da dikkat çekti. Ona göre işsiz kalan pek çok insan mecburen doğduğu yere döndü, bu da salgının yayılmasına yol açtı:

Salgının ilk başladığı dönemlerde vakalar yoğun olarak İstanbul’daydı, şehirlerarası ulaşım açılınca işçi olarak İstanbul’da bulunan çok sayıda kişi işyeri kapandığı için memleketine geri dönmek zorunda kaldı. Bu virüsün İstanbul’dan bölgemize taşınmasını kolaylaştırdı.

Yine bölgenin en önemli sorunlarından olan mevsimlik tarım işçiliği nedeniyle illerimizde çok ciddi bir nüfus hareketliliği yaşandı. Ek olarak ekonomik olarak zor durumda olan ciddi bir nüfus bulunuyor bölge illerinde ve o vatandaşlarımız mecburen tüm risklere rağmen fabrikalarda, iş yerlerinde, inşaatlarda çalışmaya dolayısıyla sokakta olmaya devam ettiler.

‘Yaptırım ve denetimler artırılmalı’

Artan vaka sayılarının normalleşme süreci sonrası yoğunlaşmasının normalleşme öncesi döneme geri dönülmesi gerektiğini gösterdiğini belirten Benek alınması gereken tedbirleri şu şekilde sıraladı:

Öncelikli olarak filyasyon çalışmalarının yeniden yoğunlaştırılması, test sayılarının mutlaka artırılması gerekiyor. Bazı kısıtlamalar gerekli olmakla beraber kurallara uyulması konusunda yaptırımlar ve denetimler artırılmalıdır. Toplanmaya sebep olacak her türlü etkinlik cezalandırılmalı.  Piknik ve mesire alanlarının parkların kullanımı sınırlandırılmalı.

Beyrut’ta büyük patlama: En az 78 ölü, yaklaşık dört bin yaralı

Lübnan‘ın başkenti Beyrut‘ta devasa bir patlama meydana geldi. Beyrut Limanı’nda el konulan patlayıcı maddelerin bulunduğu 12 numaralı depoda meydana gelen patlama kilometrelerce öteden hissedildi.

Al Jazeera’nin aktardığına göre Lübnan Sağlık Bakanı Hassan Hamad yaptığı açıklamada en az 78 kişinin hayatını kaybettiğini, yaklaşık 4 bin kişinin yaralı olduğunu duyurdu.

Eski BBC muhabiri ve TV sunucusu Emilia Papadopoulos, patlamayı Kıbrıs’ın Limasol kentinde hissettiklerini, evlerin pencerelerinin titrediğini söyledi.

Kameralara yansıyan patlama anı

Sosyal medyada patlama anında amatör kameralar tarafınan çekilmiş çok sayıda görüntü dolaşıyor. Görüntülerde patlamanın liman yakınlarında yoğun duman çıkan bir yangın sırasında meydana geldiği, patlamanın şiddetiyle oluşan atom bombalarında gözlenen mantar bulutuna benzer bir basınç alanının geniş bir çember içindeki binaları ve sokakları tahrip ettiği görülüyor.

Görgü tanıkları patlamanın etkilerinin 10 kilometre uzaktaki binaları bile etkilediğini, binaların camlarının kırıldığını anlattı.

Beyrut Valisi: Atom bombasını andırıyor

Lübnan Başbakanı Hassan Diab 5 Ağustos Çarşamba gününü ulusal yas ilan ederken, Beyrut Valisi Marwan Abboud patlamanın Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını andırdığını söyledi.

Öte yandan Lübnan Hizbullah’ı patlamanın kaynağının, İsrail tarafından kendilerine ait silah depolarına yönelik gerçekleştirilen bir saldırı olduğu iddiasını yalanladı.

Hassan Diab AFP’ye yaptığı açıklamada depoda bulunan 2 bin 700 tonluk amonyum nitratın patladığını düşündüklerini belirtti.

Fotoğraf: AA

Patlamayla ilgili soru işaretleri

Patlamada Hristiyan Ketaib Partisi Genel Sekreteri Nizar Necaryan hayatını kaybetti.

Patlamanın BM Uluslararası Lübnan Mahkemesi’nin eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastı davasında kararını açıklamasına günler kala gerçekleşmesi dikkat çekiyor.

BM Uluslararası Lübnan Mahkemesinin, Hariri suikastı davasında kararını 7 Ağustos’ta açıklayacağı duyurulmuştu.

Türkiye’de koronavirüs: Bir gün içerisinde 18 ölüm, 1083 yeni vaka

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de görülen koronavirüs salgınına ilişkin güncel verileri açıkladı.

4 Ağustos tarihli verilere göre 24 saat içerisinde virüs sebebiyle 18 kişi daha hayatını kaybederken 1083 yeni vaka tespit edildi.Böylece toplam ölü sayısı 5 bin 765’e, vaka sayısı 234 bin 934’e yükseldi.

Ağır hasta sayısı 583

Bugün yapılan 46 bin 249 test ile birlikte toplam test sayısı 4 milyon 973 bin 466‘ya ulaştı. Son 24 saatte 994 hastanın toplamda ise 218 bin 491 kişinin iyileştiği duyuruldu.

Öte yandan yoğun bakım ve entübe hasta sayıları yerine açıklanmaya başlayan hastalardaki zatürre oranı yüzde 8,5 ağır hasta sayısı da 583 oldu.

‘Hasta sayısındaki yükselme ciddi’

Bakan Koca Twitter’dan yaptığı açıklamada yeni hasta sayısındaki yükselişe dikkat çekerek  “Yeni hasta sayısındaki yükselme ciddi. İki gün arasındaki fark, yakın zamanda ilk kez bu kadar belirgin. Bayram ve tatildeki temas ortamının ağır sonuçlara yol açmasını önlemeliyiz. Hepimiz birbirimize karşı sorumluyuz. Tedbirde birliğe ihtiyacımız var” ifadelerini kullandı.

İrlanda’da iklim aktivistleri hükümete karşı açtığı davayı kazandı

İrlanda Yüksek Mahkemesi ülkenin mevcut emisyonları azaltma planının yeterli olmadığı ve planın daha iddialı bir hedef doğrultusunda değiştirilmesi gerektiği yolunda karar verdi.

Ülkenin 2015 tarihli İklim Yasası’na göre, İrlanda’nın karbon salımını 1990’daki seviyesinden 2050’ye kadar geçen süre zarfında yüzde 80 oranında azaltmış olması gerekiyordu.

İrlanda İklim Davası

İrlanda Doğa Dostları (FIE), planın ne kısa ne de orta vadede salımların azaltılması için tasarlanmadığını gerekçe göstererek planı mahkemeye götürmüştü. İrlanda İklim Davası (CCI) olarak anılan davayı, geçen eylülde bir üst mahkeme reddetmiş, FIE kararı temyize götürmüştü.

Climate Home News’ten Isabella Kaminski’nin haberine göre mahkeme 31 Temmuz Cuma günü karara bağlandı.

‘Hükümet adım atmak zorunda’

İrlanda hükümeti iklim değişikliğinin önemini inkar etmiyor. Ancak mahkeme boyunca hükümeti savunan avukatlar devletin iklim krizine özel bir yanıt verme zorunluluğu olmadığını iddia etti.

Hatta avukatlar 2020’ye kadar emisyonlardaki yüzde 25’lik azalmanın dahi İrlanda toplumunda “radikal bir değişime” yol açacağını savundu.

Fotoğraf: Climate Case Ireland

 

Mahkemenin verdiği nihai karara göre, Ulusal Azaltım Planı‘nın (NMP) 2050’ye kadar geçen süreyi tamamen kapsaması gerekiyor. CCI’nın sözcüsü Clodagh Daly, davayı son derece önemli olarak nitelendirdi ve şunları söyledi:

Yedi yargıcın vardığı karar hükümetin kısa vadeli taahhütlerini yerine getirmedikçe uzun vadeli vaadlerde bulunamayacağını çok net bir şekilde ortaya koydu. Hükümet öne çıkıp adım atmalı, bu onun yasal zorunluluğu.

Daly ayrıca davanın ilk açıldığı tarihten bu yana geçen üç yıl içinde kamuoyunun iklim değişikliği meselesine ilgisinin gözle görülür biçimde ivme kazandığını söyledi.

Bakan tebrik etti

İklim Eylem, İletişim ve Ulaşım Bakanı Eamon Ryan da kararı sevinçle karşıladı ve FIE’yi davayı üstlendiği için tebrik etti:

“Bu kararı tutkumuzu arttırmak, eylemimizi güçlendirmek ve ortak geleceğimizin bizim için daha iyi bir yaşam getirebilmesi için kullanmalıyız.”

İrlanda’da yeni gelen koalisyon hükümeti yıllık emisyon azaltma hedefleri koyma ve 2050 yılında karbon emisyonlarını net sıfıra düşürme hedefini güçlendirme sözünü vermişti.

İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmeyi öneren dernek: Mayınlı bölgeye girdik çekiliyoruz

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını öneren raporun yazarı Türkiye Düşünce Platformu gelen eleştiriler üzerine bir açıklama yayınlayarak Sözleşme’nin kaldırılmasıyla ilgili taleplerini geri çektiklerini duyurdu.

Hükümetin sözleşmeden çıkma yönündeki niyetlerini açıklamasının öncesine denk gelen Mayıs 2020 tarihinde sunulan 10 sayfalık raporda sözleşmenin “toplumu cinsiyetsizleştirdiği”, “Örf, töre, namus kavramları değersizleştirdiği” belirtiliyordu.

Onursal başkanlığını Hayrettin Karaman‘ın yaptığı Türkiye Düşünce Platformu’nun yöneticileri arasında Sözleşme’nin imzalanmasının ardında AKP içindeki ‘fahişelerin’ bulunduğunu savunan ve bu sebeple dava edilen Abdurrahman Dilipak gibi isimler yer alıyor.

‘Bir dua dahi almadık’

Türkiye Düşünce Platformu tarafından yapılan açıklamada “En son hazırladığımız İstanbul Sözleşmesinin sakıncalı yönlerine dikkat çeken ve yerine kendi değerlerimize uygun bir tasarı öneren raporumuz ile mayınlı alana girdiğimizi fark ettik” denildi. Açıklamanın devamında şu ibareler yer aldı:

İstanbul sözleşmesinin karşısında olanlar ile sözleşmeyi savunanları bir araya getirip konunun çözümü için mücadele ettik. Onlarca görüşme yaptık, bazen gururumuz incindi, olmayacak kişilerden olmayacak sözler işittik. Fakat gelinen süreçte bu konu taraflarının ortak bir zeminde çalışma yapma imkânlarının kalmadığını müşahede ettik.

Rabbim alimdir, hakimdir, sadırlardakini bilendir. Nihayetinde bu sözleşmeyi hem savunanlarının ve hem de karşısında olanların bundan sonra bir araya gelmeleri mümkün değildir. Türkiye Düşünce Platformu olarak üzerimize risk alarak çözüm için çalıştık fakat hiç bir taraf bu çalışmalara özveri ile yaklaşmadı ve bir dua dahi alamadık.

‘Hayırlı işlere enerjimiz kalmıyor’

Bu sözleşmenin tarafında ve karşısında olan her iki kesimin çözüm üretemediklerinden gelecekte bunun sorumluluğunu omuzlarında taşıyacaktır. Biz platform olarak artık bu konudan çekiliyoruz, herhangi bir şekilde bu işin bir parçası olmayacağız çünkü çok yorulduk, yıprandık, yapacağımız diğer hayırlı işlere enerjimiz kalmıyor.

Bundan sonra yapacağımız hayırlı birçok hizmetimiz var, onlara odaklanacağız Allah aklını, vicdanını kullanmayan ülkemiz Müslümanlarının sonunu hayır eylesin. Platformumuz istişaresinde, yönetiminde bulunan değerli zevatın bu konudaki bireysel çalışmaları Platformu bağlamaz, kendilerinin şahsi fikirleridir buna saygı duyarız. Ayrıca üyelerimizin de bu konuda menfi ve müspet yorumları olabilir bu yorumlar da platformu bağlamaz. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

 

Yeşil kadınlardan ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır’ kampanyasına destek

Kadınlara yönelik şiddeti azaltmayı amaçlayan ve Türkiye’nin imzacı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma tartışmalarının üzerine başlayan sosyal medya kampanyasına Türkiye ve yurtdışındaki iklim ve ekoloji örgütlerinden de destek geldi.

Aralarında Yokoluş İsyanı, Genç Yeşiller ve 350.org’un bulunduğu hareketler sosyal medya hesapları üzerinden kadın üyelerinin siyah beyaz fotoğraflarını #İstanbulSözleşmesiYaşatır etiketi üzerinden paylaştı.

Yokoluş İsyanı: Yaşanabilir bir gelecek istiyoruz

Yokoluş İsyanı (XR) hesaplarından yapılan paylaşımda “Öldürülüyoruz, şiddet görüyoruz. İklim krizinden en çok biz etkileniyoruz. İklim göçmenlerinin yüzde 80’ini biz oluşturuyoruz. İklim felaketlerinin yaşandığı bölgelerde daha çok şiddet görüyoruz. İşte bu yüzden biz kadınlar isyan ediyoruz! İstediğimiz kıyafetle, istediğimiz saatte, istediğimiz kişiyle ve rengarenk hayallerimizle nesiller boyunca yaşanabilir bir gelecek istiyoruz” ifadelerine yer verildi.

 

Genç Yeşiller: Sözleşmenin yükümlülükleri yerine getirilsin

Genç Yeşiller ise sosyal medyada yaptığı paylaşımda “Genç Yeşil kadınlar ve lubunyalar olarak İstanbul Sözleşmesi imzacısı Türkiye’nin sözleşmenin getirdiği bütün yükümlülükleri doğrultusunda kadın ve LGBTI+lara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi konusundaki tüm uygulamaları yerine getirilmesini talep ediyoruz!” ifadelerini kullandı.

https://twitter.com/genc_yesiller/status/1288538182313803777

350.org: Türkiyeli kadınlarla dayanışma içindeyiz

Sosyal medya kampanyasına yurtdışından da destek geldi. 350.org tarafından yapılan paylaşımda “Türkiyeli kadınlarla dayanışma içerisindeyiz. Türk halkının uyanıp öldürülen bir kadının başka bir siyah beyaz görüntüsünü görmesi çok olağan hale geldi” denildi.

Türkiye hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme yönünde adımlar attığına dikkat çekilen açıklamanın devamında “350.org’da cinsiyet adaleti ve iklim adaleti arasında derin bir bağlantı olduğunu biliyoruz ve bu nedenle Türkiye’de harekete geçmek isteyenlerle bir aradayız” ifadeleri kullanıldı.

 

Temmuz ayı enflasyon rakamları açıklandı

Türkiye İstatistik Kurumu Temmuz ayı enflasyon rakamlarını açıkladı. Buna göre Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) temmuzda bir önceki aya kıyasla yüzde 0,58 arttı. Yıllık bazdaki artış ise yüzde 11, 76 oldu.

Aylık bazda yüzde 0,9 artması beklenen TÜFE, yüzde 0,58 artış gösterdi. Temmuz ayı enflasyon rakamlarında en yüksek artış yüzde 2,44 ile ulaştırma grubunda gerçekleşirken, gıda fiyatları aylık bazda yüzde 1,28 düştü. Yıllık enflasyon, baz etkisi ile haziran ayındaki yüzde 12,62 seviyesinden yüzde 11,76 seviyesine geriledi.

TÜİK verilene göre TÜFE’de (2003=100) 2020 yılı Temmuz ayında bir önceki aya göre yüzde 0,58, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 6,37, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 11,76 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 11,51 artış gerçekleşti.

Temmuz ayı enflasyon oranları

Bir önceki yılın aynı ayına göre artışın düşük olduğu diğer ana gruplar sırasıyla, yüzde 6,04 ile eğlence ve kültür, yüzde 7,78 ile ev eşyası ve yüzde 8,81 ile ulaştırma oldu.

Buna karşılık, bir önceki yılın aynı ayına göre artışın yüksek olduğu ana gruplar ise sırasıyla, yüzde 21,90 ile çeşitli mal ve hizmetler, yüzde 21,78 ile alkollü içecekler ve tütün ve yüzde 14,17 ile sağlık oldu.

Aylık en yüksek artış ulaştırmada

Ana harcama grupları itibarıyla 2020 yılı Temmuz ayında azalış gösteren diğer ana grup ise yüzde 1,28 ile gıda ve alkolsüz içecekler oldu. Buna karşılık, ana harcama grupları itibarıyla 2020 yılı Temmuz ayında artışın yüksek olduğu gruplar ise sırasıyla, yüzde 2,44 ile ulaştırma, yüzde 2,39 ile çeşitli mal ve hizmetler ve yüzde 2,38 ile ev eşyası oldu.

Çekirdek enflasyon

İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE’de 2020 yılı Temmuz ayında bir önceki aya göre yüzde 0,71, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 6,47, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 10,49 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 10,88 artış gerçekleşti.

Özel kapsamlı TÜFE

İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE’de 2020 yılı Temmuz ayında bir önceki aya göre yüzde 0,71, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 6,47, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 10,49 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 10,88 artış gerçekleşti.

Bakan Albayrak’tan enflasyon yorumu

Temmuz ayı enflasyon rakamlarını değerlendiren Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, “TÜFE Haziran ayındaki yıllık yüzde 12,62’den Temmuz ayında yüzde 11,76’ya geriledi. Enflasyon konusundaki mücadelemizi, hedefe ulaşma azmimizi ve bu konuda atacağımız yapısal adımları kararlılıkla sürdürmeye devam edeceğiz” dedi.