Ana Sayfa Blog Sayfa 1984

Bahçelerindeki 150 yıllık fıstık çamını kestiler: Çok yaşlıydı, birkaç dalı kırılmıştı

İstanbul Üsküdar’daki Bestekar Selahattin Pınar Sokak’ta, boğaz manzaralı dört katlı bir binanın bahçesinde bulunan tarihi fıstıkçamı, bina sakinleri tarafından kesildi. Ağacı kesenler izin aldıklarını söylese de Orman İşletme Müdürlüğü böyle bir iznin bulunmadığını açıkladı. Bina yönetimine 308 TL. idari para cezası kesildi. 

Ağacın kesilmesine tanıklık eden fotoğrafçı ve gezgin İlsu Dirgin olayın videosunu sosyal medyada paylaştı. Dirgin paylaşımında şunları söyledi:

Bu memlekette hiçbir kötülüğün karşısında duramıyoruz da hiç değilse küçük kötülüklere birazcık müdahale edebilmek istiyor insan. Bu asırlık fıstık çamını göz göre göre kestiler bu sabah”

Dirgin ayrıca ceza tutanağında ağacın 150 yıllık olduğunun belirtildiğini de söyledi. 

Paylaşım üzerine harekete geçen Üsküdar Belediyesi ekipleri adrese giderek incelemelerde bulundu. Belediye ekipleri incelemenin ardında yaptığı açıklamada “İhbarı alır almaz olay yerine intikal ederek özel mülkteki orman ağacının kesildiğini tespit ettik. Ceza yetkisi İl Orman İşletme Müdürlüğü’nde olduğundan tutanağı ilgili kuruma ilettik. İbretlik bir ceza için kurumla irtibat halindeyiz” ifadelerini kullandı.

İzin alınmamış

Binanın sakinleri ise ağacın izinli kesildiğini iddia etti. İsmini vermek istemeyen bir bina sakini “Ağaç çok yaşlıydı. Çocuklarımız bahçede ağacın altında oynuyor. Birkaç dalı kırıldı. Orman İşletmeleri Müdürlüğü’nden gerekli izinleri aldıktan sonra kestik” dedi.

İddialar üzerine açıklama yapan İstanbul İl Orman İşletme Müdürlüğü yetkilileri ise ağacın kesimiyle ilgili izin alınmadığını açıkladı. Yetkililere göre, fıstık çamı orman ağacı vasfında olduğu için kesilmesi izne bağlı. Özel mülkte bulunması durumu değiştirmiyor.

İzinsiz ağaç kesen bina yönetimine 308 lira idari para cezası uygulandı.  Alan özel mülk olduğu için apartman sakinlerinden birisi şikâyette bulunduğu taktirde ağacı kesen kişi hakkında adli soruşturma da başlayabilecek.

Güney Kore’de koronavirüs salgınlığı LGBTİ+ fobiyi tetikliyor

Kaos GL‘de The Conversation’da yayınlanan ve Güney Kore‘de koronavirüs salgınının homofobiyi nasıl körüklediğini anlatan bir yazı yayınlandı. Özde Çakmak tarafından çevrilen yazıda anlatıldığına göre, Güney Kore’nin başkenti Seul’ün, LGBTİ+‘ların gece hayatı için yoğun olarak tercih ettiği Jongno semtinde, belirti göstermeyen bir kişinin parti yapmasının ardından, ülkedeki LGBTİ+ topluluğu için alarm zilleri çalmaya başladı.

Yazıda aktarıldığına göre, bölgedeki bir gece kulübü geçen mayısta, Covid-19 teşhisi konulan bir müşterisinin ziyaretinin ardından mekanın dezenfekte edildiğini sosyal medyada paylaştı. Ardından kulüple ilişkili 100 Covid-19 vakasının tespit edildiği yolunda haberler basında yer aldı. Yazıda, bu durumun ülkedeki LGBTİ+fobiyi ateşlediği savunuldu.

‘Güney Kore’de Eşcinsel yok’ inancı var

Ülkede eşcinsellerin ve transların orduda ayrımcılık yaşamaya devam ettiğinin ve “askerliğin zorunlu olduğu bir ülkede bu durumun büyük bir sorun teşkil ettiğinin” belirtildiği yazıda, LGBTİ+’ların ülke tarihinde elde ettiği kazanımlara da değinildi. 

Bununla birlikte halkta “ülkede eşcinselliğin olmadığına” dair inanışın hayli yerleşik olduğu ve LGBTİ+ aktivistlerin yıllar süren mücadeleye rağmen bu inancı yerinden etmekte zorlandığı ifade edildi.

‘Eşcinseller için Covid-19 testi yaptırmak ifşa edilme riski taşıyor’

Muhafazakâr Evanjelik teolojiyi toplumsal ve politik muhafazakârlıkla birleştiren Protestan Hristiyanlığı’nın bir altkümesi olduğu belirtilen Kore Protestan sağının hala ülkedeki LGBTİ+ topluluğunu AIDS’i yaymak ve Kore ulusunu tehlikeye atmakla suçladığı belirtilen yazıya göre, Covid-19 salgınının homofobiyi tetiklemesinin ardında bu  çarpık mantık yatıyor olabilir:

King Club sosyal medyada bir müşterisine Covid-19 teşhisi konulduğunu duyurduğunda, haber Kukmin Daily’de – Protestan kiliseleriyle bağlantıları olan yerel bir gazete – yayımlandı. Yayımlandıktan kısa bir süre sonra, Kukmin Daily’nin yazısı başka yayın organları tarafından yayılarak queer topluluğa yönelik online homofobik tepkileri ateşledi.

Mevcut durumda, özellikle gey erkekler için, Seul’de Covid-19 testi yaptırmak ifşa olma tehlikesini beraberinde getiriyor. İfşa olmak ise işini, arkadaşlarını ve hatta aileni kaybetme riskini teşkil ediyor.

Yazının son kısmında cinsel azınlıkların “medya çılgınlığı yüzünden, sağlıklarını tehlikeye atmak ile diğer her şey arasında bir tercih yapmak zorunda” kaldığı ifade edildi.

Kore’de cinsel azınlık olmak ya da cinsiyet uyum operasyonu geçirmek yasal, ancak eşcinsel evlilikler yasal değil.

Kazdağları’nda yeni bakır madeni için Cengiz Holding’den köylüye ‘kolonyalı’ rüşvet

Kazdağları’nın metalik madencilik ile sınavı devam ediyor. Çanakkale’de Cengiz Holding tarafından yapılmak istenen Halilağa Bakır Madeni projesi için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci başladı.

Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne sunulan proje için ÇED toplantı tarihinin açıklanması bekleniyor. Konuyla ilgili açıklama yapan Su ve Vicdan Nöbeti ise şirketin çoktan köy muhtarlarıyla pazarlıklara ve yol inşaatına başladığını söyledi.

‘Yol çalışması ve reklamlar başladı’

Yapılan açıklamada “Bayramda şirketlerin kolonya, şekerleri köy muhtarları aracılığıyla köylüye dağıtılıyor. Muhtarlar şirketlerin reklamını yapıyor. Şirket köylerde yol yapmaya, muhtarlarla, kaymakamlıklarla, belediyelerle görüşmeler yapmaya başladı. Ne konuştukları, ne anlattıkları bilinmiyor” denildi.

Toplam ömrü 15 yıl

Taşeron şirket Truva Bakır İşletmesi tarafından faaliyeti yürütülen projeyi geçtiğimiz yıl Cengiz Holding, Kanadalı Liberty Gold ve Teck Resource’tan 55 milyon dolara satın almıştı.

İki yıllık inşaat ve iki yıllık kapatma dönemi hariç 15 yıl faaliyet ömrü olan projede, yılda 6 milyon, toplamda 90 milyon ton cevher üretimi olacak. Toplam pasa (atık) üretiminin ise 105 milyon ton olacağı öngörülüyor.

Süreç başladı

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 10 Ağustos tarihinde yapılan açıklamada ÇED Başvuru Dosyası’nın ÇED Yönetmeliği’nin 8. maddesi doğrultusunda uygun bulunduğu ve projeye ilişkin süreci başlattıkları belirtildi.

Açıklamanın devamında “Çevresel Etki Değerlendirmesi süreci tamamlanana kadar, süreç ile ilgili her türlü bilgiler ve projeye ilişkin görüş, soru ve öneriler Çanakkale Valiliğine (Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığına gönderilebilir” ifadeleri kullanıldı.

‘Güçlerimizi birleştiriyoruz’

Su ve Vicdan Nöbeti ise yaptığı açıklamada gelişmeler karşısında görüşmeler yapmaya başladıklarını ve tüm partilerin doğa hakları komisyonları ve belediyeler ile randevu talep ettiklerini belirtti.

Açıklamanın devamında “Alamos Gold’u da, Cengiz’i de, Tümad’ı da istemiyoruz. Güçlerimizi birleştiriyoruz. Hep birlikte talana karşı mücadele edeceğiz” ifadeleri kullanıldı.

Muharrem İnce ‘Bin Günde Memleket Hareketi’ni başlattı

Haftalardır CHP’den ayrılarak parti kuracağı öne sürülen ancak “Hareket başlatacağım” diyen Muharrem İnce, beklenen açıklamasını yaptı. Ankara Çukurambar‘daki bir otelde basın toplantısı yapan İnce, konuşmasında iktidarın yanı sıra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve parti yönetimini eleştirdi. 

Koronavirüs yüzünden basın mensupları dışındaki katılımcılara kapalı olan toplantıda İnce, konuşmasına Ahmet Arif’in “ Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirinden alıntı yaparak bayladı.  “Herkes konuştu. Bilen de konuştu bilmeyen de konuştu. Şimdi Muharrem İnce konuşacak” diyen Muharrem İnce’nin açıklamalarından öne çıkanlar şöyle: 

‘Başlattığımız hareket parti içi muhalefet değil’

  • Kurultayda CHP Genel Başkanı bir kişiyi bile dinlememiştir. Hafta sonu düzenlenen kadın kurultayına dahi gitmemiştir. Ayrılsam bile CHP’yi yıpratmak için değil kurtarmak için ayrılırım. Türkiye’nin sorunlarını ne tek adam iktidarı ne tek adam muhalefeti çözebilir. Türkiye’nin sorunları ortak değerlere sahip çıkmakla olur. Türkiye seçeneksiz değildir. Saray rejimine bağlı da değildir. Biz Türkiye’ye bir seçenek sunuyoruz. Başlattığımız hareket parti içi muhalefet hareketi değildir.
  • Hareketin adı “Bin Günde Memleket Hareketi”dir. Kadromuzla milletimizle zafere hazırlanıyoruz. Bu hareket gücünü de finansmanı da milletten almaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde nasıl millet bizi finanse ettiyse yine edecektir. 4 Eylül Sivas Kongresi’nin yıl döneminde Sivas’ta olacağız. Atatürk’ü sevmeyenler aramızda olmayacaktır.”

‘Seçim gecesi 4 milyon oyu sokağa bıraktılar’ 

Çok merak edilen Cumhurbaşkanı adayı olduğu seçimin akşamı yaşananlara dair konuşan İnce, CHP yönetimini eleştirdi. Kampanya sürecinde reklamlarının kesildiğini, moralinin bozulduğunu söyleyen İnce, şöyle devam etti:

“Mitingde görevlendirdiğim arkadaşım listeye konmamış. Bana yakın isimleri milletvekili yapmıyorlar. İlanlarımı televizyona vermiyorlar. Bilboardlara afişlerimi az asıyorlar. Örgütlere az para gönderiyorlar. Kazanmamam için ellerinden geleni yapıyorlar. Seçim gecesi ‘Bana bilgi verin’ dedim. Bilgi vermiyorlar. Sabah ‘Aldınız mı bütün tutanakları?’ ‘Aldık’ dediler. YSK’ye yazdım. 13 bin sandıkta CHP yok. 4 milyon oyu sokağa bırakmışlar. Erdoğan kaç az oy alsa seçim ikinci tura kalacaktı. 1 milyon 200 bin oy. Gece yarısı bizimkiler seçim ikinci tura kaldı dedi. Nereden biliyorsun? 4 milyon oyu sokağa bırakmışlar. Benden yalan söylememi istiyorlar. Krizi kötü yönetmiş olabilirim o yorgunlukla, özür dilerim ama bana veri vermediler.”

‘CHP Kürt vatandaşlarımıza teşekkür etmedi’

CHP’nin iktidara yürüme iddiasının olmadığını öne süren İnce, “İstanbul’u Ankara’yı Hatay’ı birçok yeri bize Kürt vatandaşlarımız kazandırdı. Seçimden sonra CHP Kürt vatandaşlarımıza teşekkür edemedi. Ben yüreğimi açarak teşekkür ediyorum. Adaylarımız iyi kampanya yaptı ama AKP’yi cezalandırmak için oy veriyoruz diyen Kürtleri yok sayamazsınız” dedi.

Partiyi bölme tartışmasına dair İnce, “Bölme olayı parlamenter sistemde olur. Bu sistemde bölme olmaz” ifadelerini kullanırken AKP tarafından desteklenip desteklenmediğine dair şunları söyledi:  “Sizi saray mı destekliyor deniyor. Destekliyorsa eğer kendince hata yapıyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçiminde İnce 8 puan CHP’den fazla oy aldı. HDP, İYİ Parti, MHP ve AKP’lilerden aldı. Ben AKP ve MHP’den oy alabilme potansiyeli olan bir adamın. Sarayım beni desteklemesi mantıklı değildir. Saray destekliyor diyenler CHP içindeki rant baronlarıdır.”

Sözlerin “Gölgede kalanların gölgesi olmaz. Güneşe çıkanların gölgesi olur” ifadeleriyle tamamlayan İnce soruları da kendi sordu ve yanıtladı. Gazeteciler İnce’ye soru almadığı için tepki gösterdi. 

 

Ankara’da İstanbul Sözleşmesi eyleminde gözaltına alınan kadınlar serbest

İstanbul Sözleşmesi‘nin geri çekilmesi tartışmalarına karşı eylem yaptıkları sırada gözaltına alınan kadınlar gece saatlerinde serbest bırakıldı.

Ankara Kadın Platformu üyesi kadınların, Kolej metrosu çıkışında yapmak istedikleri eylemde polis, Kurtuluş Parkı‘nda eylem yapmalarına izin verildiğini söyledi ve kadınlardan alanı terk etmelerini istedi. Kadınların direnmesi üzerine polis eyleme müdahale etti ve çok sayıda kadın sürüklenerek gözaltına alındı.

Gözaltına alınan kadınlar, ifadelerinin ardından gece saatlerinde serbest bırakıldı.

Belli çevreler tarafından “Türk aile yapısıyla” örtüşmediği savunulan Sözleşme için son olarak geçtiğimiz ayın başında AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş  “imzalanması yanlıştı” demiş, ardından ardından AKP’nin MYK toplantısında sözleşmenin feshedilebileceğinin tartışıldığı basında yer almıştı.

Kadınlar tartışmaların başından bu yana “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” şiarıyla ülkenin dört bir yanında eylemler yapıyor.

Yollara iklim krizi uyarlaması: Daha az asfalt, daha çok yeşillik

İklim krizinin yol açtığı yağış rejimlerinin sıklığındaki ve şiddet her geçen gün sera gazı emisyonlarının artmasıyla birlikte şehirler için daha çok tehdit oluşturuyor.

Artan yağışlara karşı hazırlıklı olmayan şehirler, insanların hayatlarını ve yaşadıkları evleri kaybetmesine sebep olan sel felaketleri ve toprak kaymalarıyla karşı karşıya geliyor.

Bu şehirlerden birisi de Hollanda’nın Arnhem kenti. Deniz seviyesinden 13 metre yüksekte yer alan kent, son yıllarda ciddi su baskınları yaşarken, kuraklıklar park ve bahçelerini kuruttu.

Yollar çimen ile değiştirilecek

Yeşil Odak’ta yer alan habere göre bunun üzerine iklim değişikliğiyle mücadele için doğa temelli çözümlere dönen şehir 10 yıllık bir plan yaptı. Bu planın bir parçası olarak, su baskınlarını önlemek için seçilen bazı yollar çimenlerle değiştirilecek, bazılarına ise serinlik ve gölge sağlamak için ağaçlar dikilecek.

Arnhem, Yeşil alanları artırarak, ısıyı emen ve su akışını artıran asfalt miktarını yüzde 10 azaltmayı hedefliyor. Tüm yağışların yüzde 90’ının kanalizasyon sisteminden ayrılmasını hedefleyen Arnhem, daha fazla zarar gelmesini önlemek için, fosil yakıtsız evlere, yel değirmenlerine ve güneş enerjisi parklarına yatırım yapmaya devam edecek.

Sıcak hava dalgaları, kuraklık ve çok sayıda sel yaşayan şehrin bu konularda hızlı ve iyi düşünülmüş adımlar atması, iklim değişikliğine uyum sağlamak ve mücadele etmek isteyen dünya çapındaki diğer şehirler için potansiyel modeller sağlıyor.

 

Greta Thunberg’in ABD’den Davos’a altı haftalık seyahat günlüğü

*TIME tarafından yayınlanan Greta Thunberg’in kaleme aldığı yazı, Açık Radyo için Nil Sarrafoğlu tarafından Türkçeleştirildi. Çeviri editörlüğünü ise İdil Ügüt yaptı. 

1. Bölüm: BM konuşması ve New York

New York şehrinde Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’ne girdiğimde ilk gördüğüm şey Roxy idi. Köpeğim. Büyük bir ekrana yansıtılmış ikimizin bulunduğu fotoğraf belli ki uluslararası sanat sergisinin bir parçası idi. Kahverengi Labrador gözlerini gördüğümde tam yanımdaymış gibi hissettim. Birden bire onu ne kadar da özlediğimi hatırlattı bu bana.

Bugün 23 Eylül 2019, Stockholm’den trene binerek yolculuğuma başlamamın üzerinden 7 hafta geçmiş. Eve nasıl ve ne zaman geri döneceğime dair en ufak bir fikrim yok. Malizia adlı yelkenlinin New York limanına girdiği ve alışılmadık, huzurlu okyanus hayatını geride bırakmamızın üzerinden 3 hafta geçti. 14 günlük bir deniz yolcuğundan sonra Özgürlük Anıtı’nı geçerek, Manhattan’da karaya ayak bastık ve kırmızı metro hattını kullanıp Central Park’a ulaştık. Deniz yolculuğuna alışmış bacaklarım titrerken insanlardan, kokulardan ve seslerden aldığım bütün izlenimler anlaşılmaz hale gelmişti. .

New York’ta geçirdiğim zaman gerçeküstüydü. Eğer Avrupa’daki basının ilgisi büyükse, buradakinin yanında hiçbir şey. Bir sene önce köpeğimin fotoğrafını BM’de göreceğim fikri düşünülemezdi. Şimdi ise bu tuhaf gelmiyor. Her yerde kendimi görüyorum. Önceki gece konuşmalarımdan biri BM binasının bir cephesine yansıtılmıştı.  Ama çok şükür bu tip şeylere karşı ilgim yok. Bu tür bir ilgiyi önemserseniz, muhtemelen aklınız başından çıkarak mantıktan uzak bir öz imgesi geliştirirsiniz.

Bu binanın kocaman labirentleri içinde hareket etmek çok zor. Başkanlar, başbakanlar, krallar ve prensesler, herkes gelip benimle konuşuyor. İnsanlar beni tanıyor ve aniden Instagram’larına sonrasında -#dünyayıkurtar başlığı ile – koyabilecekleri bir selfie çekmek için fırsat görüyorlar.  Belki bu, kendi nesillerinin gelecek tüm nesilleri nasıl yüzüstü bıraktığı utancını unutturuyordur. Sanırım geceleri rahat uyumalarına yardımcı oluyordur.

Yeşil odada, diğer konuşmacılarla birlikte otururken, konuşmamı okumaya çalışmam, sık sık havadan sudan konuşmalar ve selfielerle kesintiye uğruyor. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres geliyor. Biraz laflıyoruz, tıpkı nasıl yapılması gerektiğini öğrendiğim gibi.  Kırmızı su mataramı dolduruyorum ve tekrar yerime oturuyorum. Sonra Şansölye Angela Merkel’in sırası gelmek, kutlamak, fotoğraf çekilmek ve fotoğrafı sosyal medyaya koymak için izin istemek. Bir sıra oluşmaya başlıyor. Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Ardern sırada bekliyor ama etkinlik başlamadan pek de bir hamlede bulunmuyor.

New York City’deki yıllık BM Genel Kurul haftası her zaman büyük bir küresel etkinliktir, ancak bu yıl genel sekreterlik, odağın sadece iklim üzerinde olacağına karar vermesinden dolayı biraz daha özeldi. Beklentiler çok büyük. “Şimdi ya da asla” anı olarak tanıtılmıştı.

Dünya liderlerinin neredeyse tamamı izleyici olarak oturuyor, ancak genel kurulda konuşmak için davetiye alanlar yalnızca belirli “çözümleri” olanlar.

Etkinlik çok iddialı bir dijital ses ve ışık gösterisi ile başlıyor. Ses çok yüksek. Kulaklarımı örterek arka planda duruyorum.

“Bu oranları kabul etmiyoruz.”

Konuşma bununla ilgili, eğer tamamını okumak isterseniz.  Ve elbette kalan karbon bütçemizi ima ediyor. Fakat yankılanan tek mesaj “nasıl cüret edersiniz?”

Halkın içinde daha önce hiç kızgın olmadım. Evde bile zar zor kızgın olurum. Ama bu sefer konuşmadan en iyi şekilde yararlanmam gerektiğine karar verdim. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna hitap etmek, muhtemelen hayatınızda sadece bir kez yapabileceğiniz bir şeydir. İşte bu kadar. Hayatımın geri kalanında arkasında duracağım şeyler söylemeliyim ki 60-70 yıl sonra geriye baktığımda yeterince söylemediğim için pişman olmayayım. Bu yüzden duygularımın kontrolü ele geçirmesini seçtim.

Eve dönüş yolunda metroda, etrafımdaki birçok kişinin telefonlarından konuşmamı izlediğini görüyorum. Bazıları beni tebrik etmek için yanıma geliyor. Birisi bunu kutlamamız gerektiğini söylüyor. Ama tebriklerinin ne için olduğunu anlamıyorum ve ne kutlaması yapmamız gerektiğini hiç anlamıyorum. Bir toplantı daha sona erdi. Ve geriye kalan tek şey boş kelimeler.

2. Bölüm: Washington D.C.

Odadaki yetişkin kim? Bu soru geçtiğimiz yıl içinde tekrar tekrar soruldu. Ancak Washington, D.C. ABD Temsilciler Meclisi’ndeki yemek alanınında fast food zincirlerinin önünde durduğumdaysa bu soru tamamen yepyeni bir seviyeye erişiyor. Hamburger, şeker ve dondurma mağazaları. Dunkin Donuts. Baskin Robbins. Burada dünyanın en güçlü politikacılarını takım elbiseleri içinde oturup pembe milkshake içerken, abur cubur ve şeker yerken buluyorsunuz.

BM Genel Kurul toplantısına yaklaştığımız hafta içinde, ülkenin başkentinde birkaç gün geçiriyorum. Washington DC’de yapabileceğiniz türden şeyleri yapma fırsatını kullanıyorum. Müzeleri ziyaret etmek, Beyaz Saray’ın dışındaki protestolar, ABD Kongresi’nde konuşmak ve bunun gibi şeyler yapmak gibi. Ama çoğu zaman politikacılarla görüşüyorum.

Bir süre sonra her şey biraz tekrar halini alıyor. Ama bir bakıma neredeyse eve dönmüşüm gibi geliyor, çünkü politikacılar dünyanın neresinde olursanız olun, hemen hemen aynı.

Onları bilimi dinlemeye ve çok geç olmadan harekete geçmeye çağırıyorum. Bu kadar aktif ve kararlı olmamın çok şaşırtıcı olduğunu düşündüklerini ve büyüdüğümde benim de politikacı olabileceğimi ve dünyada gerçek bir fark yaratabileceğimi söylüyorlar. Daha sonra büyüdüğümde ve eğitimimi bitirdiğimde 1.5 ° C’nin, hatta 2 ° C’nin altında kalmamız durumunda harekete geçmek için çok geç olacağını açıklıyorum. Bundan sonra Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 1.5 ° C raporundaki bazı rakam ve rakamlardan bahsediyorum. Sonra gergin bir şekilde gülüyor ve başka bir şey hakkında konuşmaya başlıyorlar.

Bir grup, tahminen 20 genç iklim aktivisti, Beyaz Ev sözcüsü Nancy Pelosi’nin ofisinde toplanıyor. Grubumuz çoğunlukla Kuzey ve Güney Amerika’daki yerli halklardan temsilcilerden oluşuyor. First Nation kabilelerinden ve Amazon yağmur ormanlarından.

Duvarda Abraham Lincoln‘ün büyük bir portresi asılı. Toplantı sırasındaki atmosfer en iyi ihtimalle garip. Sanki tamamen farklı iki dünya çarpışıyormuş gibi. Yüzlerce yıllık adaletsizlik, yapısal ve sistematik ırkçılık, baskı ve soykırım ile ayrılan dünyalar.

Sonunda genç bir aktivist konuşmak istiyor. Adı Tokata Iron Eyes ve tüm Birleşik Devletler’deki en yoksul ve sosyal açıdan savunmasız topluluklardan biri olan Güney Dakota’da bir kızılderili rezervasyonu olan Pine Ridge’de yaşıyor.

“Sizce o adam o tablodan aşağıya bakarken bu odada oturmamız bizim için nasıl bir duygu?” diyor ve Abraham Lincoln’ü gösteriyor.

Sözcü Pelosi, herhangi birimizin rahatsız olması durumundan dolayı özür diliyor, yine de ülkesi için çok şey ifade eden harika bir adam olduğunu açıklıyor.

Tokata, “Halkımın ölmesini istedi” diyor. 1862’de Lincoln tarafından emredilen Dakota Kızılderililerinin infazlarına atıfta bulunuyor. “Bu tabloyla aynı odada oturmak… Sadece çok zor” diyor.

Her şeyi onun bakış açısından resmetmeye çalışıyorum. İklim adaleti için savaşıyoruz, ancak dünyanın pek çok bölgesinde toplumsal ve ırksal adaletsizlikler kamuoyunda resmi olarak asla kabul edilmediği müddetçe nasıl bir adalet sağlanabilir?

Aynı gün ABD Kongresi’nde beyanda bulunmaya çağırıldım. Ama bu sadece yanlış geliyor. Orada ne yapmam ya da söylemem gerekiyor? İktidardaki insanların bilimi dinlemelerini istiyorum, beni değil. Yine de çokça tereddüt ve düşünceden sonra bir yol buldum. Bir bilgisayar ödünç alıp alamayacağımı sordum. IPCC’nin 1.5 ° C raporunun bir çıktısını aldım. Beyanımı sunmaya hazırdım.

Daha sonra metroyla Tenleytown’a gittim ve 45 dakikalık mesafedeki ödünç aldığımız eve yürüdüm. Yürüyüş, hayal edebileceğiniz en güzel mahallelerden bazılarına doğru uzanıyor. Her ev peri masalından çıkmış minyatür bir kale gibi. En büyük evlerden birinin dışında beş yaşlarında kızıyla birlikte duran bir kadın var. Anne beni gördüğünde, “Sensin!” diyor. “Kızımla birlikte bir fotoğrafını çekebilir miyim?” 

“Tabii ki!” diye yanıtlıyorum.

Uzaklaştığımda kızına dönüyor. “Greta bir iklim aktivisti”, diye açıklıyor.  “Belki sen de büyüdüğünde aktivist olabilirsin.” Anne, iklim aktivistini dünyadaki en asil ve havalı şey olarak gösteren şekilde söylüyor.

Balerinin, başkanın ve astronotun karışımı gibi.

3. Bölüm: Bilim

Mesajım – ve her zaman öyleydi – bilimi dinle, bilim insanlarını dinleyin.

Tabii ki “Hangi bilim insanları?” tartışılabilir. Tüm bilimsel alanlarda sürekli ve bitmeyen bir tartışma var. Bilimin konusu bu. İklim krizi inkârcıları ve geciktiricileri de bu açıya bayılıyor. İklim krizinin bilimsel temelleri üzerinde gerçekten fikir birliği olup olmadığı konusunda şüphe yaymak için.

Bu argüman hemen hemen tüm diğer konularda kullanılabilir, ancak artık burada kullanmak mümkün değil. Bunun zamanı geçti. Fikir birliği ezici. Paris Anlaşması’nın ve IPCC raporlarının küresel olarak benimsenmesi ve kabulü konusundaki tartışmalar sona erdi. Peki bu iki şey aslında ne anlama geliyor?

Paris’te dünya hükümetleri, küresel sıcaklığı “2 ° C’nin çok altında” tutmaya karar verdiler. Ancak IPCC’nin en son güncellemesi – SR1.5 raporunda – bilim adamları 2 ° C’nin güvenli bir seviye olmadığının altını çiziyor. Bugün zaten yaklaşık 1.2 ° C küresel ısıtmayı geçtik ve raporlarında bunun yerine ısıtmayı 1.5 ° C’nin altına sınırlamanın önemini vurguluyorlar. Ve bu bize, devrilme noktalarını aşmaktan kaçınmak ve insan kontrolünün ötesinde geri dönüşü olmayan zincir reaksiyonlarına başlamak için mümkün olan en iyi şansı veriyor.

Peki nereden başlıyoruz? Dünya hükümetlerinin Paris Anlaşması’nda yapmayı taahhüt ettiklerini tam olarak yapmamızı öneriyorum. Mevcut olan en iyi bilimi takip etmek.

Ve bu, diğer yerlerin yanı sıra, IPCC’nin SR1.5 raporunda 108. sayfada 2. Bölümde de yer alıyor. Tam burada, 1 Ocak 2018’de, küresel olarak 420 Gt CO2 salımı kaldığı, 1,5° hedefin altında kalma şansımızın yüzde 66 olduğunu söylüyor. Ormancılık ve tarım gibi arazi kullanımı da dahil olmak üzere her yıl yaklaşık 42 Gt CO2 salıyoruz. Bu yüzden bugün, pek yakında salmak üzere olduğumuz 300 Gt’dan daha az CO2’ye düştük.

Bu, bütçe tamamen tükenene kadar 7,5 yıldan daha az olan “her zamanki gibi iş” emisyonlarının eşdeğeridir. Bu, bize 1,5° hedefine ulaşmak için en iyi ihtimali sağlayan karbon bütçesidir. Evet, doğru duydunuz, 7.5 yıldan daha az bir zaman.

Londra Olimpiyatlarını hatırlıyor musunuz? “Gangnam Style”ya da ilk Açlık Oyunları filmini? Bunların hepsi yedi veya sekiz yıl önce oldu. Bahsettiğimiz süre bu.

Ama bu rakamlar bile çok sulandırılıyor. Neredeyse hiçbir devrilme noktasını veya geri bildirim döngüsünü ne de Paris Anlaşması’ndaki net değerlerin küresel yönünü veyahut zehirli hava kirliliği tarafından gizlenmiş hali hazırdaki kilitli ısıtmayı içermiyor. Çoğu IPCC senaryosu aynı zamanda, gelecek nesillerin gerekli ölçekte bulunmayan teknolojilerle yüz milyarlarca ton CO2’yi atmosferden emebileceğini ve muhtemelen zaman içinde hiç olmayacağını varsaymaktadır.

Bu bakış açılarının daha sonra ne anlama geldiği hakkında daha fazla açıklama yapmaya çalışacağım. Ancak satır aralarını okursanız, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş değişiklikler yapma ihtiyacı ile karşı karşıya olduğumuzu fark edersiniz.

İklim krizi ve ekolojik kriz ile ilgili ifade kurmanın bu kadar zor olmasının bir nedeni, her şeyi kurtarmanın ötesinde sihirli bir tarih olmaması. Kaç kişinin hayatının kaybedileceğini veya toplumlarımızın tam olarak nasıl etkileneceğini tahmin edemezsiniz. Tabii ki neler olabileceğini öngören sayısız tahmin ve hesaplama var – her biri diğerinden daha felaket – ama neredeyse sadece çok sınırlı bir alana odaklanıyorlar ve hemen hemen hiçbir zaman resmin tümünü dikkate almıyorlar. Bu nedenle satır aralarını okumayı öğrenmek zorundayız. Tıpkı diğer acil durumlarda olduğu gibi.

Ama bunlar en azından temel öğeler. Bu rakamlar çok cömert olsa bile, bugün hala en güvenilir bir yol haritasıdır. Başvurmamız gereken şey onlar.

Ve bunları iletme sorumluluğunun bana ve diğer çocuklara düştüğü gerçeğinin ne olduğu tam anlamıyla görülmelidir – tüm hayal gücünün ötesinde bir başarısızlık.

4. Bölüm: Yolculuk

BM’deki konuşmamdan üç gün sonra New York’tan ayrılıyorum. Son birkaç gün her şey, tüm insanlar ve ilgi, biraz fazla geldi. Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’ndaki evden çıkmak ve son 1 ay bizi ağırlayan ev sahibine veda etmek büyük bir rahatlama gibi geldi.

BM’in yıllık iklim konferansı COP 25’in gerçekleştirileceği Santiago de Chile’ye seyahat edebilmek için okuldan 1 yıl uzatmalı izin aldım. Oraya nasıl gideceğime dair hiçbir fikrim yok, tek bildiğim, Santiago’ya zamanında ulaşmak için 1 Kasım’a kadar Los Angeles’a gitmem gerektiği. Yani şimdi bizi 5 haftalık sürekli bir seyahat bekliyor. Babam ve ben Manhattan’ı arkamızda bırakıyoruz ve Arnold Schwarzenegger’den ödünç aldığımız elektrikli arabayı kuzeye doğru sürüyoruz.

Muhteşem manzaralar, dağ geçitleri, buzullar, çayırlar, çöller, bataklıklar boyunca seyahat ediyoruz. New England’ın sonbahar renkli yapraklarını, Quebec ormanlarını, Minnesota’daki gölleri, Wyoming’deki manda sürülerini, Oregon’daki sekoya ağaçlarını, Arizona’daki kırmızı kaya oluşumlarını ve Alabama’nın pamuk tarlalarını görüyoruz.

Radyo istasyonları arasında dolanıyoruz. Seçenekler neredeyse sadece Hıristiyan pop ve country. Çoğu zaman sadece ikimiziz, ancak bazen gazeteciler veya tanıdığımız insanlar bize eşlik ediyor.

Her cuma o anda kendimi nerede bulursam orada grev yapmaya devam ediyorum. Denver, Iowa City, Charlotte, Rapid City, Edmonton, Vancouver, Los Angeles. Her yerde birçok insan destek için çıkageliyor, her yaştan insan. Ama hiçbir şey sokaklara yarım milyon insanın çıktığı Montreal’i geçemiyor.

Güney Dakota’da bir polis tarafından durdurulduk. Aynen bir Amerikan filminden çıkmış gibi aynalı gözlükleri, kovboy şapkası ve her şeyiyle bir karikatür gibi görünüyor. Bize nereye gittiğimizi soruyor. Santiago diyorum. O zaman arabada çok miktarda “dolar, silah veya ceset var mı?” diye soruyor. Hayır cevabını veriyoruz ve Missouri nehri boyunca, çayırlar, Badlands ve Rocky Dağları üzerinden devam ediyoruz.

Araba şarj olurken küçük kasabalar, alışveriş merkezleri, banliyöler, benzin istasyonları, çiftlikler, sanayi ve yerleşim alanlarında sokaklarında dolaşıyoruz. Nereye gidersem gideyim, insanlar konuşup selfie çekiyorlar.

Sabah 7’de uyanıyoruz ve akşamları yorulana kadar araba kullanıyoruz. Yiyecek satın alabileceğiniz her yerde yiyecek satın alıyoruz, ancak yoldayken ve vegan olduğunuzda o kadar kolay değil. Çoğunlukla konserve yiyecek, fasulye, patates kızartması, muz ve ekmek oluyor.

Geceleri ya motellerde ya da evlerini bize açan insanlarda kalıyoruz. Aktivistler, bilim insanları, yazarlar, doktorlar, gazeteciler, hippiler, diplomatlar, film yıldızları, avukatlar. Toplam 37 eyalette seyahat ediyoruz. Her eyaletin otomobillerin plakalarında bir slogan var ama ben kendiminkileri oluşturuyorum. Mesela:

Kuzey Carolina: Vejetaryen salata barlarında bile vejetaryen seçeneklerinin olmadığı yer.

Alabama: Gün batımının güzel ve Noel süslerinin erken olduğu yer.

Araba penceresinden Nebraska ve Montana’daki bitmeyen kömür trenlerini, Colorado ve California’daki petrol kuyularını, Indiana ve Pennsylvania’daki terk edilmiş fabrikaları, 16 şeritli otoyolları, sonsuz otoparkları ve alışveriş merkezlerini, alışveriş merkezlerini, alışveriş merkezlerini görebiliyorum. Büyük hayvan kamyonlarının minik havalandırma deliklerinden kesimhanelere giderken ineklerin ve domuzların gözlerine bakıyorum.

Birçok yönden insani ahlakın her türüne bir hakaret olan ekonomik farklılıklar ve sosyal adaletsizlikler karşısında şaşkınlık içindeyim. Özellikle yerli, Siyah ve İspanyol topluluklarını hedef alan baskı karşısında öfkeliyim.

Her yirmi dakikada bir, sonsuz miktarda yepyeni karavanların, motorlu teknelerin, dörtlü bisikletlerin ve traktörlerin satışa sunulduğu alanları geçiyoruz. Yol boyunca kürtaj karşıtı, evrim karşıtı ve bilim karşıtı kampanyalarla dolu dev reklam panoları görüyorsunuz.

Geceleri gökyüzü karanlıkta, kuzeyden güneye, bir kıyıdan diğerine pırıl pırıl parlayan sayısız petrol rafinerisiyle aydınlatılmış.

Birkaç rüzgar santralı ve güneş panelinin dışında, dünyanın en zengin ülkesi olmasına rağmen, herhangi bir sürdürülebilirliğe geçiş belirtisi yok. Görüşler Avrupa’nın çok gerisinde. Biz ücretsiz toplu taşıma ve döngüsel ekonomiyi tartışıyoruz – burada halk sağlığı hizmeti veya yayaların yürümesi için kaldırımlar bile yok.

Teksas’taki bir benzin istasyonunda 40’tan fazla çeşit kahve sayıyorum. Farklı türdeki alkolsüz içecekleri de toplamaya çalışıyorum, ancak 200 civarına ulaştığımda hesap şaşıyor.

Kovboy şapkalı yaşlı bir adam bana doğru yaklaşıyor.

“Ben büyük bir hayranım,” diyor, otoparka geçerek, önce dev kamyonetinin içine girip otoyolda ilerliyor.

5. Bölüm: Böcek

Herkesin beni gitmekten vazgeçirmeye çalıştığı tek yer Alberta, Kanada oldu. Alberta eyaleti, batı dünyasının en büyük petrol üreticilerinden biri ve asıl şöhret hakkı muhtemelen katran kumlarına ev sahipliği yapmasıdır.

İngiltere’nin tamamından daha büyük bir alan olan katran kumu, petrol şirketlerinin son 60 yılını doğrudan topraktan petrol çıkarmak için harcadığı yer. Büyük ekolojik ayak izine sahip bir süreç.

Alberta, endüstrileri için bir tehdit olarak gördükleri herkesi susturmak için sert yöntemleri ile tanınan çok güçlü ve bir hayli eleştirilen bir petrol lobisine sahip. Ve kesinlikle onlar için bir tehdit olarak görülüyorum. Tehditlerin seviyesi ve tacizler çok ciddileştiğinden, birkaç kez polis koruması talebinde bulunmam gerekiyor.

21 Ekim sabahı BBC’den bir film ekibiyle muhteşem Kanada manzaralarından geçerek Jasper Ulusal Parkı’na gidiyorum. Gözün görebildiği kadar uzanan muhteşem çam ormanları. Bana evi hatırlatıyor. Buradaki birçok ağacın yeşil olmadığı gerçeği dışında, iğneleri ya kahverengi ya da tamamen kaybolmuş. Çok garip görünüyor. Amerikan karaçam ağaçları olduklarını varsayıyorum, çünkü bu ağaçlar sonbaharda iğnelerini kaybederler.

Beni milli parkın etrafında gezdiren biyolog Brenda Shepherd, “Hayır, maalesef bunlar Karaçam ağacı değil,” diyor. Kahverengi, çam ağaçlarından birine yaklaşırken başını sallıyor ve ağaç kabuğu boyunca bir deliğe işaret ediyor. Delikten katılaşmış reçine gibi görünen bir şey sızıyor.

“Burada ağacın kendini nasıl savunmaya çalıştığını görebilirsin” diyor. “Ama işe yaramaz, yakında ölecek.”

“Bu bölgedeki kaç ağacın etkilendiğini düşünüyorsunuz?” diye soruyorum.

“Ortalama yüzde 50.”

Söylediğine anlam veremiyorum. “Yüzde 50?”

“O civarlarda” diye yanıtlıyor.

“Devrilme noktası” teriminin anlaşılması zor olabilir, ancak bu kendimce rastladığım en açık ve net örnek. Dağ çam böceği Kuzey Amerika kıtasında bulunur. Her kış buradaki sıcaklık çok düşük seviyelere iner. Örneğin İsveç’ten çok daha soğuk. Ve bu türün sadece çok küçük bir yüzdesi belirli bir süre boyunca bu sıcaklıkta hayatta kaldığından, bu geçmişte hiçbir zaman bir sorun olmamıştı. Ancak son birkaç on yılda bu alan önemli bir ısıtma seviyesi gördü. Kanada ve kutuplara yakın diğer ülkeler – dünyanın geri kalanından iki kat daha hızlı bir ısınma oranı gördü.

Böylece sıcaklık yükseliyor ve aniden kendimizi görünmez bir sınırın diğer tarafında buluyoruz. Aniden bu böceğin neredeyse tüm nüfusu kışın hayatta kalıyor. Ve bir devrilme noktasından geçmiş oluyoruz. Geri bildirim döngüleri olarak adlandırılan birkaç geri dönüş döngüsünü serbest bırakan geri dönüşü olmayan bir nokta: kendi kendini güçlendiren, genellikle geri dönüşü olmayan zincir reaksiyonlar. Ve yerel ekosistem, yeni gerçekliğe uyum sağlama yeteneğinden tamamen yoksun olduğundan, sonuçlar son derece görünür hale geliyor.

Ağaçlar dağ çam böceği tarafından saldırıya uğrar ve kısa bir süre sonra ölür.

Yerel çevre üzerindeki etkilerinin felaket olduğunu söylemeye gerek yok.

Ancak, ne yazık ki, Kanada Rocky Dağları’nda olan şey Kanada Rocky Dağları’nda kalmaz. Bunlar küresel mekanizmalar.

6. Bölüm: Devrilme Noktaları

Dağ çam böceği ile karşılaşmamdan bir gün sonra, glakyolog John Pomeroy ile bir randevumuz var. Saskatchewan Üniversitesi’nden araştırmacılar ekibi beni Athabasca buzuluna götürmeyi teklif etti.

Buzula doğru giden yürüyüş boyunca patika yolunun kenarına yerleştirilmiş tabelalar var. Her işaret belli bir yılı gösteriyor. John durup, 1982 yazan birini gösteriyor. “Bu, buzulun o yıl başladığı yer burası.”

Yakında herhangi bir buzul olmadığı için oldukça garip görünüyor.

“O zamanlar burada çalışmaya başladım,” diye devam ediyor. “O zamandan beri buzulların metre metre nasıl kaybolduğunu kendi gözlerimle izledim.”

Küresel ısıtma nedeniyle Athabasca buzulu, son 125 yılda 1,5 km geri çekildi ve hacminin yarısını kaybetti. Son tahminlere göre, şu anda her yıl 5 metre geri çekiliyor.

Katabatik rüzgarlar – buzullar üzerinde oluşan rüzgarlar – acımasız olabileceğinden, sahip olduğum her sıcak giysiyi giymem istendi. Ve abartmıyorlardı. Buz üzerine adım attığımızda, düz durmak yerine, ileri doğru hareket etmek neredeyse imkansız hale geliyor. Geçen uzun Kanada kışının tüm gücünün her gün gelmek üzere olduğunu hatırlatan yoğun bir kar yağışı var.

Denge ve ağırlığımızı desteklemek için kayak sopalarımızı kullanarak ödünç almış olduğumuz botlarımızla mücadeleye devam ediyoruz. John’un yeterince iyi gördüğü bir yere ulaştığımızda durup, sırt çantasını çıkarıp ve eşyalarını açmaya başlıyor. Prosedürleri adım adım açıklarken ölçümler yapıyor.

Sonra buzu kırmaya başlıyor. Bir parçayı kırıp bana veriyor.

“Dikkatli bakarsan, küçük siyah noktalarla dolu olduğunu görürsün. Bu kurum” diyor.

“Kurum nereden geliyor?” diye soruyorum.

“Her yıl burada yaşanan yangınlardan. Ormanın her yerinde yakacak odun haline gelen çok sayıda ölü ağaç olduğu için, ormanlar yangınlara karşı dayanıklılıklarını yüksek oranda kaybederler. ” 

Dün gördüğüm ağaçlardan bahsettiğini anlıyorum.

“Bu kadar kurum olduğunda, tüm buzul griye döner” diye devam ediyor. “Ve karanlık bir yüzey beyaz bir yüzeyden daha fazla ısı emdiğinden, buzulun daha hızlı eriyeceği anlamına gelir. Bu bir geri bildirim döngüsü. Bir zincirleme reaksiyonun bir parçası. ” 

Bu buzulun kurtarılıp kurtarılamayacağını soruyorum. Başını sallıyor.

“Hayır, bu zaten devrilme noktasını geçti ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Sayısız buzulla birlikte bu yüzyılda tamamen ortadan kalkacağını tahmin ediyoruz. Dünyanın buzullarına üçüncü kutup buz örtüsü denir. İçme suyu kaynağı olarak buzullara bağımlı olan tüm insanları düşünün. Ve bu yeterli değilmiş gibi, erime süreci normalde olduğundan çok daha yüksek olduğu için artık altyapımızı çok yüksek bir su akışı etrafında alıp inşa ettik. Bu, kurumaya başladığında ayar yapmamızı daha da zorlaştıracak.” 

Kaç kişi bu alandaki buzullara içme suyu amacıyla bağımlı diye soruyorum.

“Tüm batı Kuzey Amerika” diye cevaplıyor. “Ama aynı süreç tüm dünyada yaşanıyor. And Dağları, Alpler. Ve her şeyden önce, 2 milyar kadar insanın hayatta kalmaları için Himalaya’daki buzulların doğal eritme sürecine bağlı olduğu Asya’da. ” 

Kısacası: sıcaklık artar, zarar veren dağ çam böceği kışın hayatta kalır ve nüfusu önemli ölçüde artar. Ağaçlar ölür ve orman yangınlarını daha da yoğunlaştıran orman yangını haline getirir. Bu yangınlardan çıkan kurum buzulların yüzeyini koyulaştırır ve erime süreci daha da hızlanır.

Bu, kendi içinde sera gazı emisyonlarımıza bağlı çok daha büyük bir bütünsel modelin sadece küçük bir parçası olan takviye zinciri reaksiyonunun bir ders kitabı örneğidir.

Sayısız başka devrilme noktaları ve zincir reaksiyonları mevcut. Bazıları henüz olmadı. Ve bazıları bugün zaten büyük bir gerçek. Eriyen permafrost veya ormansızlaşma ile bağlantılı diğer fenomenler nedeniyle metan salımı, mercan resiflerinin ölmesi, okyanus akıntılarının zayıflatılması veya değiştirilmesi, Antarktika buzunda büyüyen algler, artan okyanus sıcaklıkları, muson modellerindeki değişiklikler vb.

Göz ardı edilen bir başka faktör de, yaşamı tehdit eden hava kirliliğinin gizlediği ek ısınmaya zaten dahil edilmiş olmasıdır, bu, fosil yakıtları yakmayı bıraktığımızda, belki de 0,5-1,1°C kadar yüksek bir ısınmaya kilitlenmiş olmayı bekleyebileceğimiz anlamına gelir.

Her şey sürekli olarak yeni etkinlikler tetikleyen ve yaratan sonsuz bir etkinlik zincirinin parçasıdır. Ve yeni olaylar. Ve yeni olaylar. Sonu yok gibi gözüküyor.

7. Bölüm: Paradise / Cennet

Duvar tamamen posterlerle kaplı. Her birinde bir hayvanın fotoğrafı var. Köpekler, kediler, tavşanlar. Her birinde KAYIP yazan büyük bir başlık var. Bir avuç resmin üzerinde el yazısı ile BULUNDU yazıyor, ancak büyük çoğunluğu hala KAYIP.

Duvar, Kaliforniya’nın Paradise kasabasındaki yerel bir ilkokula ait. 8 Kasım 2018’de Paradise, yıkıcı bir orman yangını sebebiyle neredeyse tamamen yok edildi. Okul duvarındaki resimler yangında kaybolan tüm evcil hayvanları temsil ediyor. Bu duvar, sahiplerinin topluca evcil hayvanlarını bulmak için son umutlarını sergilediği bir yer haline gelmiş. Ancak, söylemeye gerek yok, hayvanların çoğu KAYIP kalmaya devam edecek.

Paradise’daki yangın neredeyse 19 bin binayı tahrip etmiş. Yangından sonraki diğer ölüm nedenlerini saymazsanız toplamda 85 kişi de hayatını kaybetmiş. Yangından önce Paradise’da 27 bin kişi yaşıyordu. Bugün bu sayı iki bin civarında. Kasaba, bugünkü küresel kuzeydeki iklim değişikliğinin bizi nasıl etkilediğinin bir sembolü haline gelmiş.

Kaliforniya’dada aynı Avustralya, Brezilya ve diğer pek çok yer gibi her zaman doğal bir yangın mevsimi olmuştur. Ancak son yıllarda bu sezon önemli ölçüde uzadı ve yangınlar daha sık ve yıkıcı hale geldi. Yangınlar söz konusu olduğunda, daha yüksek sıcaklıklar, daha az yağış ve daha güçlü rüzgarlar, ölümcül bir kombinasyonun bir araya geldiği değişken faktörlerden bazıları.

Paradise’da dolaşmak neredeyse bir hayalet kasabasında olmak gibi. BBC ile birlikte, 2018 yangından kurtulanlardan biriyle konuşmak için buradayım. Eskiden mahallesi olan bölgede bize rehberlik ediyor. Boş alanları işaret ediyorlar ve bize orada daha önce ne olduğunu söylüyor. Kasabanın gür, yeşil eteklerinde evler ve bahçeler.

“Bu bir arabaydı” diyor ve yanmış bir garaj girişinde yatan bir metal parçasına işaret ediyor. Yangın sırasında sıcaklık bazen o kadar yükseldi ki arabalar erimeye başladı. Aniden durdu.

“Burası benim evimdi.” Açık alana hâlâ orada bir ev varmış gibi bakıyor. Sanki halüsinasyon görüyor, çünkü geriye kalan tek şey bir posta kutusu ve kırmızı topraktan dışarı fırlamış elektrik hatları ve kanalizasyon borularının kalıntıları.

İklim krizinin halihazırda insanları etkilemesi, yeni bir şey değil. Devam eden söylemleri değerlendirince, bazen böyle görünse de.

Sık sık çocuklarımız uğruna harekete geçmemiz gerektiğini duyuyoruz. Biz harekete geçmediğimiz sürece gelecekteki yaşam koşullarının önemli ölçüde kötüleşeceğini. Ve bu elbette doğru. Fakat dünyadaki çok sayıda insanın bugün ölmekte olduğunu unutmaya devam ediyoruz. Ve bunu söylerken, öncelikle Kaliforniya gibi yerlerden bahsetmiyorum.

En sert darbeyi alacak olanlar diğer krizlerin çoğunda olduğu ile aynıdır. En fakir ve en savunmasızlar. Halihazırda başka adaletsizliklerden muzdarip olanlar. Yani, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar ve her şeyden önce kadınlar ve çocuklar. Küresel toplumun en savunmasız bölgelerinde yaşayan, en az kaynağa sahip onlar olduğundan.

BM, 2050 yılına kadar dünyada 1 milyar iklim mültecisinin olacağını öngörüyor. Acaba, bu sorunlarla yüzleşmeye başlamamız ve rahatsız edici sorular sormaya başlamamız için ne gerekiyor?

İsveç’te hayatlarımızı 4,2 dünya gezegenine sahipmiş gibi yaşıyoruz. Tüketimi de dahil edersek yıllık karbon ayak izimiz kişi başına yaklaşık 11 ton CO2. Bu, Hindistan’da kişi başına 1,7 ton ile kıyaslanabilir. Veya Kenya’da 0.3 ton ile.

Ortalama olarak her bir İsveçli’nin CO2 emisyonları Batı Afrika Mali’deki 110 kişiye eşdeğer. Yani, Batı toplumlarında popüler olan ve “dünyada çok fazla insan var” iddiasına dair herhangi bir gerçek varsa eğer, o zaman küresel kuzeyde son derece yüksek karbon yaşam tarzları yaşayan kendimizden bahsediyor olmaz mıyız? Halihazırda gezegen sınırları dahilinde yaşayan küresel nüfusun büyük çoğunluğu yerine.

Ancak benim bu tür argümanlardan elde ettiğim deneyimim, sadece bizim hakkımız olduğunu düşündüğümüz sürdürülemez hayatı yaşamaya devam etmek için daha fazla bahane aramak amacıyla kullanıldıkları.

İklim ve sürdürülebilirlik krizi adil bir kriz değil. Sonuçlarından en çok etkilenecek olanlar, ilk etapta soruna en az neden olanlar.

Eşitlik ve iklim adaletinin küresel boyutu, Paris Anlaşması’nın temelini oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkeler öncülük etmek amacıyla imzaladılar.

Bunun sebebi sanayileşmiş dünyada bazı altyapıları oluşturma ve yaşam standartlarını yükseltme şansına sahip olduğumuz imkanlara gelişmekte olan ülkelerdeki insanların da sahip olmasıdır.  Yollar, hastaneler, okullar, elektrik, kanalizasyon sistemleri ve temiz içme suyu gibi.

Paradise’ı ziyaretimizden sonra arabaya geri dönüp, sahile doğru yola çıkıyoruz. küçük bir bağ evinde geceyi geçirmek için davet almıştık. Ama aniden gelen telefonla Kaliforniya şarap bölgesinde kontrol altına alınamayan orman yangınlarında tüm bağın yanarak yerlebir olduğunu öğrendik.

San Francisco’ya doğru ilerliyoruz. Akşam olduğunda gece gökyüzü kırmızıya dönüyor ve burnunuzda yangınlardan çıkan dumanı hissedebiliyorsunuz.

8. Bölüm: Basın

“Bekle, röportajı kaydetmeme izin ver.”

Gazeteci, iPhone’unu o çok ince paltosunun cebinden çıkarıyor. Stockholm’ün eski kentlerinden olan Mynttorget’ta bulutlu ve dondurucu bir gün. Ama diğer cuma günleri gibi birkaç düzine kişi ve ben dışarıda durup İsveç Parlamentosu önünde protesto etmek için toplandık. Sıfırın altında birkaç rüzgarlı derecede 7 saat boyunca orada durmak biraz dondurucu oluyor.

Kayda basıyor ve telefonu bana doğru tutuyor.

“Peki, neden grev yapıyorsun?” diye soruyor.

İklim krizini ciddiye almamız ve krize kriz gibi davranmamız için grev yapıyorum.

 “Evet, ama politikacıların ne yapmasını istiyorsun?”

Bilimi dinlemelerini ve bilim ile hareket etmelerini, Paris Anlaşması’nda yapmayı vaat ettiklerini yapmalarını ve krize kriz gibi davranmalarını istiyorum.

Ona istediği cevapları vermediğim belli.

“Evet, ama özellikle ne?”

Daha sonra karbon bütçeleri hakkında konuşmaya başladığımda vazgeçiyor ve konuşmamı kesiyor. Şu anda söylediğim şeylerin hiçbirini makalesinde kullanamayacağını çok iyi biliyor. İnsanlar basit ve somut bir şey istiyorlar ve naif, öfkeli, çocukça ve duygusal olmamı istiyorlar. En çok tıklama alan ve satan hikaye bu.

“Ama hmmm,” diye devam ediyor, “bu iklim sorununu nasıl çözeceğiz?” 

Sadece bu sorunun bana – bir gence – defalarca sorulması gerçeği çok saçma. Ancak, iklim ve ekolojik acil durumun “düzeltilmesi” gereken bir “soruna” indirgenmesi kadar saçma değil. Diğer “önemli konular” arasında “önemli bir konu” olarak görülmesi…

Elbette iklim krizini nasıl çözeceğimizi bilmiyorum. Gerçek şu ki, bunu kimse bilmiyor. Her şeyi çözecek sihirli bir buluş ya da siyasi bir plan yok. Çünkü bir krizi nasıl çözersiniz ki? Bir savaşı nasıl çözersiniz? Aşı olmadan salgını nasıl çözersiniz?

Tek yol, iklim krizine başka bir krize benzer şekilde davranmaktır. Bir araya gelmek, tüm uzmanları bir araya getirmek, başka şeyleri bir kenara koymak ve yeni gerçekliğe uyum sağlamak. Durum izin verdiği kadarıyla hızlı ve güçlü davranmak.

Örneğin, bir hastalık için herhangi bir aşı yoksa, mümkün olan en kısa zamanda bir kaynak geliştirmeye ve aynı zamanda diğer tüm olası önlemleri almaya yatırım yaparsınız. Bir krizde, sorunu nasıl çözeceğinizi tam olarak bilmeseniz bile hareket edersiniz. Bir krizde, belirli cevapları ve ayrıntıları beklemek için zaman yoktur. Çünkü cevaplar yol alınırken bulunmalıdır. Bir krizde tüm kartları masaya koyup uzun vadeli ve bütünsel düşünmelisiniz. İklim krizinin aşısı yok. Bunu nasıl çözeceğimizi bilmediğimizi itiraf etmeliyiz. Çünkü bilseydik ilk etapta bir kriz olmazdı.

İnsanların iklim krizinin tam anlamını anladıklarını ancak bastırdıklarını iddia eden birçok kişi var, çünkü mesaj çok iç karartıcı ve ele alınması zor. Bu, eylemlerimizin yıkıcı sonuçlarının tamamen farkında olmamıza rağmen, yaptığımız işi yapmaya devam ettiğimiz anlamına geliyor. Ama inanmayı reddediyorum, çünkü bu, insanların kötü olduğu anlamına geliyor.

Ancak benim deneyimim, insanların iklim krizi hakkında düşündüğünüzden çok daha az şey anladıklarıdır. Dünyayı dolaştığımda öğrendiğim bir şey varsa, bilgi ve farkındalık düzeyinin yokluğa yakın olduğudur.

Dünyanın en güçlü insanlarından bazıları ile tanıştım. Ve aralarında hemen hepsi bazı en temel bilgilerden bile yoksun. Eğer insanlar farkında değilse, mesajın ulaşamamasından dolayı kim suçlu oluyor?

Mynttorget’taki muhabirin zamanı tükeniyor, telefonunun pilinin soğukta daha uzun süre dayanmayacağını biliyor.

“Ama Greta gerçekten kim?” diye soruyor. “Sanırım insanlar Greta’yı tanımak istiyor.”

Önemli olan ben değilim, cevaplarım. Bunun benimle bir ilgisi yok. İlginç olmayan biriyim. Bunu ünlü veya popüler olmak ya da sosyal medyada takipçiler kazanmak için yapmıyorum.

“Bunu sadece yapıyorum çünkü hiç kimse bir şey yapmıyor.”

9. Bölüm: Atlantik’i geçmek

13 Kasım 2019 sabahın altısı. Virginia, Hampton, otel lobisinde TV ekranlarında üst üste meteoroloji uyarılarını veriyor. Florida’dan Nova Scotia’ya kadar tüm Kuzey Amerika doğu kıyısında dev fırtına modelleri devam ediyor.

Kalan küçük valizimizle arabaya giriyoruz. Dışarısı zifiri karanlık ve araba hala buz gibi. BBC’den bir belgeselci olan Rob Liddell ve denizci Nikki Henderson arkada oturuyor. Nikki, telefonundaki son hava durumu güncellemelerini göz atıyor. Rob kamerayı omzuna koyup ve bize mercekten bakıyor.

Arabanın içinde ölüm sessizliği var. Duyduğunuz tek şey Nikki’nin tekrar tekrar iç çekerek sızlanmaları. Sonsuzluk gibi hissedilen uzun bir süreden sonra başını sallıyor, telefonu kapatıp ve “vay be sert bir yolculuk olacak” dedi.

“Ama biz yine de yola çıkıyoruz, değil mi?” diye soruyor babam, biraz endişeli.

“Elbette,” diye yanıtlıyor.

Rob bana röportaj olsun diye sorular sormaya çalışıyor, ama gerçekten hiç havamda  değilim.

Bir saat sonra rıhtımdan ayrılıyoruz. Chesapeake Körfezi’ne giden liman girişinden çıkıyor ve çevredeki rıhtımda toplanan tüm insanlara ve TV ekiplerine veda ediyoruz. Kuzeybatıdan sert bir rüzgar geliyor. Güvertede geçen gecenin dondurucu soğuğundan tüm su birikintileri kalın buz tabakalarına dönüşmüş.

Kar yağıyor. Açık denize yelken açıyoruz. Deniz fenerine doğru. Okyanusa doğru. Avrupa’ya doğru. Portekiz’e doğru. Stockholm Merkez İstasyonu’na doğru.

Kasım ayında Kuzey Atlantik Okyanusunda yelken açmazsınız. Eylül sonunda fırtınalar gelir ve yelken mevsimi bahara kadar kapanır. Tabii ki böyle olmasını planlamamıştım. Ancak gittiğim BM COP25 zirvesi aniden Santiago’dan Madrid’e taşındı, yani dünyanın dört bir yanına yanlış yönde seyahat etmiştim. Bir çözüm bulmak zorundaydım.

Her olasılığı düşünüyorum. Zeplin hava gemileri, güneş enerjisiyle çalışan uçak ve hatta Pasifik Okyanusu’na yelken açarak Trans Sibirya demiryolu ile eve ulaşmak. Ancak en olası sonuç, kış boyunca Kuzey Amerika’da bir yerde kalmak.

Yüzlerce insan temasa geçip yardım etmek istiyor, ancak çok azının gerçek somut teklifi var. Fransız ve İspanyol hükümetleri bir yol bulmama yardımcı olacaklarından emin olmamı salık veriyorlar. Ancak bunu nasıl yapacakları çok belli değil.

İki İskandinav havayolu şirketi, yüzde 50 sürdürülebilir yakıt kullanarak bir uçuş düzenlemeyi teklif ediyor ve kalan yüzde 50’yi başka bir uçuşta kullanarak, böylece toplamda yüzde 100 fosil yakıtsız yolculuk sağlayabileceklerini söylüyorlar. Biyoyakıtlar sürdürülebilirmiş gibi.

Eğer ben ben olmasaydım, muhtemelen bir kargo gemisine binerdim çünkü uçaklardan ve yolcu gemilerinden farklı olarak paralı yolculara bel bağlamış değiller.

Ama yaptığım ve söylediğim her şey değiştirilip, tersine dönüyor, bu da alay, komplo teorileri ve organize nefret kampanyalarına yol açıyor. Bu da bana ve aileme karşı ölüm tehditlerine kadar varıyor. Ve bu nefret ve tehdit birikimi dünyadaki tüm fırtınalardan çok daha riskli.

Sonra aniden bir gece Georgia, Savannah’da bir otel odasındayken telefon çalıyor. Genç Avustralyalı YouTuber Riley ve Eleyna arıyor. Bir yaşındaki oğulları Lenny ile katamaranlarında yaşıyorlar ve planladıkları bir rota olmadan dünyayı dolaşıyorlar. Bizi Avrupa’ya götürmeyi teklif ediyorlar.

Teknede, güneye doğru ilerliyoruz, böylece belirli bir süre içinde kendimizi fırtınadan uzakta stratejik olarak güvenli bir konuma alabileceğiz, böylece daha sonra bir sonraki büyük fırtınadan korunmak için güvenli bir şekilde başka bir pozisyona geçebiliriz. Ve sonra bir sonraki ve bir sonraki ve bir sonraki. Şu anda Kuzey Atlantik’i süpüren alçak basınç sistemleri çok büyük. Günler boyunca 60 knot’a kadar çıkan ani fırtınalar var ve bazı geceler elektrik fırtınaları o kadar büyük ki, suda kıvılcımlar görebilirsiniz. Yıldırım nedeniyle tahrip edilmelerini önlemek için tüm elektronik cihazları fırında saklıyoruz.

Bize günde birkaç kez hava durumu güncellemeleri ve öneriler gönderen meteorologların elindeyiz. Teknede profesyonel bir denizci olan Nikki’ye sahip olduğumuz için çok şanslıyız. Bu tekne ile yılın bu zamanında yanlış yönde yüz deniz mili, yaşam ve ölüm arasındaki fark olabilir. Sadece verilere ve uzmanlara körü körüne güvenmeniz geriyor.

Ben, babam, Nikki, Elayna, Riley ve Lenny Atlantik Okyanusu’nun ortasında yalnızız. Doğanın merhametindeyiz ve buna göre hareket etmek zorundayız. Bir şeyler ters giderse kendimizi kurtarabilmeliyiz.

En yakın limandan bir hafta uzaktaysanız gereksiz risk almazsınız. Örneğin, üşüyorsanız güvertede ateş yakmazsınız, okyanusa sınırlı sahip olduğunuz yiyecek veya gerekli ekipmanı atmazsınız. Ufukta sürekli dikkatli bir göze sahip olursunuz ve kibire yenik düşmeye izin vermezsiniz. Teknede her yerde var olması gereken aynı sağduyu tarafından yönlendirilirsiniz.

Bizler evrenin ortasında izole edilmiş bir medeniyetiz. Uzay bizim okyanusumuz ve gezegen de teknemiz. Tek ve tek teknemiz.

10. Bölüm: Yeşil Badana

Bu durumda insan kontrolünün ötesinde bir iklim felaketinden kaçınmak için ne yapmalıyız?

Bu bizim zamanımızın en önemli meselesi. Dünyanın her yerinden politik yelpazesinden insanlar tarafından soruluyor.

Ama ya soru büyük ölçüde yanlış bir şekilde ifade edilmişse? Ya “iklim felaketinden kaçınmak için ne yapmayı bırakmalıyız” olsaydı?

Bu yıl – 2020 – dünya liderlerinin kabul ettiği hedeflere ulaşmak için hala küçük bir şansımız varsa, emisyon eğrisi aşağı doğru eğilmelidir. Ve bu durumda tabii ki bir pandemi durdurmanın amacı olan sera gazı emisyonlarının geçici ve tesadüfi bir şekilde azaltılması yeterli olmayacaktır.

İklim krizi ile ilgili yaygın bir yanlış kanı, insanların emisyonlarımızı azaltmamız gerektiğini düşündüğü yönündedir. Ancak gerçek şu ki, Paris Anlaşması’nın vaadini yerine getirecek olsak da bu indirim yeterli olmayacaktır. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde emisyonların tam olarak durmasına ve ardından hızlı bir şekilde negative değerlere geçmemiz gerekiyor.

Genel olarak emisyonları azaltmanın üç yolu vardır, mevcut fosil enerjiyi güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjilerle değiştirmek gibi – en belirgin olanların dışında.

Birincisi teknik çözümler. CO2’i yayma kaynağında veya doğrudan havadan yakaladığınız ve sakladığınız teknikler. Ancak buradaki sorun, emisyonların şu anda büyük ölçüde azalması gerektiği ve bu teknolojinin öngörülebilir gelecekte, ihtiyaç duyulan ölçeğe yakın bir düzeyde mevcut olmayacağıdır. Bu tesisler hala prototip durumunda. İnanın bana, dünyanın önde gelen iki tesisini kendim ziyaret ettim.

İkinci alternatif, doğanın kendi karbonunu emme ve depolama yeteneğini kullanmaktır, bu da bugün sadece ağaç dikmekle karıştırılmaktadır. En verimli yolun ormanları ve doğal yaşam alanlarını ilk etapta kendi hallerine bırakmaktır.

Global Forest Watch’a göre, her saniye bir futbol sahası büyüklüğünde orman alanı kesilerek yok ediliyor. Bu, günün her saatinin her saniyesinde gerçekleşmekte. Dünyada hiçbir ağaç dikimi bunu telafi edemez. Ve mucizevi bir şekilde tüm ormancılık endüstrisini kapatmaya ve dünyadaki tüm alanı ağaç dikmek için kullanmaya karar versek bile, bu hala mevcut oranlarda sadece birkaç yıllık emisyonları telafi edecektir.

Üçüncü seçenek ise bugün halihazırda mevcut olan tek yöntemdir. Ve bu sadece belirli şeyleri yapmayı bırakmaktır. Ama aynı zamanda insanların en gerçekçi bulmadıkları alternatiftir. Sadece çıkış yolumuzu satın alamayacağımız, inşa edemeyeceğimiz veya yatırım yapamayacağımız bir krizde olduğumuz düşüncesi, bir tür kolektif zihinsel kısa devre yaratıyor gibi görünmekte.

Tabii ki bunu yapmanın dördüncü bir yolu daha var. Ve bu, emisyonların azaltılması söz konusu olduğunda, şüphesiz şimdiye kadarki en başarılı prosedür oldu. Ve buna “yaratıcı muhasebe” deniyor. Emisyonları bildirmekten kaçınmak veya başka bir yere taşımak. Sistematik olarak halının altına süpürmek, yalan söylemek ve başka birini suçlamak.

Kendi ülkem İsveç bir ders kitabı örneğidir. Bizim durumumuzda da bu strateji, emisyonlarımızın yarısından fazlasının kağıt üzerinde bulunmadığı anlamına gelir.

Yıllar geçtikçe iktidardaki insanların tartışmasız olarak  medyada yer almasına izin veriliyor ve İsveç’in sera gazı emisyonlarının 1990’dan bu yana yüzde 20-30 azaldığını iddia ediyorlar. Ama gerçek şu ki, tüketim ve uluslararası havacılık ve denizcilik sektörlerini dahil ettiğinizde, hiç azalmadıklarını görürsünüz. Ve açıkçası her şeyi saymamayı seçerseniz, istatistikler çok daha iyi görünecektir.

Ancak bu sadece İsveç’e özgü değil. Aynı yaklaşım, dünyanın daha zengin kesimindeki hemen hemen herkes tarafından kullanılıyor. AB, ülkeler, eyaletler, şehirler veya şirketler olsun.

Fabrikalarımızı basitçe emeğin daha ucuz olduğu dünyanın farklı yerlerine taşıdık – böylece de emisyonlarımızın önemli bir bölümünü denizaşırı ülkelere taşımış olduk. Ve elbette bu küresel kuzey için çok uygun bir çözümdü, ancak biyosfer ne sınırları ne de boş sözleri umursamadığı için, gerçekte de işe yaramıyor.

Ancak asıl sorun, iklim ve ekolojik acil durum söz konusu olduğunda, iktidardaki insanların bugün temelde istediklerini söyleyebilmeleridir. Neredeyse herhangi bir takip sorusu almayacakları garanti edilmektedir.

Nükleer enerji konusu en iyi ihtimalle, bilim açısından çok daha büyük bir bütünsel çözümün çok riskli, pahalı ve küçük bir parçası olabileceği sonucuna varılmış olsa da, hala tüm iklim tartışmasına hâkim olmasına izin verilmektedir.

Nasıl yapılacağını veya “yeşil” teriminin ne anlama geldiğini açıklamak zorunda kalmadan, yeşil yatırımlar adı verilen imkansız sonuçlar elde edebileceğimizi iddia edebilirsiniz. Yeşil, sürdürülebilir, “net sıfır”, “çevre dostu”, organik, “iklim nötr” ve “fosil içermeyen” gibi kelimeler bugün o kadar kötüye kullanılmış ve sulandırılmıştır ki, tüm anlamlarını hemen hemen kaybetmişlerdir. Ormansızlaşmadan havacılık, et ve araba endüstrilerine kadar her şeyi kapsayabilirler.

Ve temel olarak, kamu bilincinin genel seviyesi çok düşük olduğu için, yine de her yaptığınız yanınıza kar kalır. Hiç kimse sorumlu tutulamaz. Bir oyun gibi. Mesajlarını paketleme ve satışta en iyi olan kazanır. Ve gerçek rahatsız edici, popüler olmayan ve kârsız olduğu için, gerçek olan pek şansa sahip değildir.

Ahlaki, gerçek, uzun vadeli ve bütüncül düşünme bizim için hiçbir şey ifade etmiyor gibi görünüyor. İmparatorlar çıplak. Her biri. Bütün toplumumuzun sadece büyük bir çıplaklar partisi olduğu ortaya çıktı.

11. Bölüm: Korona pandemisi

Geçen yıl Davos’u ziyaret ettiğimde sıfırın altında 18°’de bir çadırda uyumuştum. Bu yıl organizatörler güvenlik nedeniyle bir otelde kalmam gerektiğini söyledi.

Konferans başlamadan önceki gece grip oldum. Bu yüzden çadırda uyumamam oldukça rahatlattı. Çoğu önceden ayarlanmış etkinliği iptal etmek durumunda kaldım ki; bu aslında hiç umursamadığım bir şey, çünkü çoğunlukla bunları sadece zaman kaybı ve hiçbir yere götürmeyen sosyal toplantılar olarak görüyorum.

Bu yüzden kaldığım yerde oldukça rahatım, ama bugün İsviçre cumhurbaşkanı ile yapacağım toplantı için kendimi kapıdan dışarı sürüklemem gerekiyor. Bundan sonra da Çin’e seyahat etme planlarımı açıklayacağım. Haziran başında Çin’in Shenzhen kentinde gerçekleştirilecek olan Dünya Ekonomik Forumu konferansında konuşmak üzere resmi bir davet aldım. Çin’i ziyaret etmek uzun zamandır yapmak istediğim bir şey ve şimdi nihayet gerçekleşmek üzere, yani Çin hükümeti beni ülkelerine kabul ederse.

Ama kapıdan çıkmak üzereyken, İsviçre cumhurbaşkanın acil bir toplantıya katılmak için hemen Zürih’e geri dönmek zorunda kaldığını ve toplantıyı iptal ettiğini öğrendim. Görünüşe göre Çin’de keşfedilen yeni virüs etrafındaki gelişmeler ciddi kaygılara neden oluyor.

Bu benim koronavirüs krizi ile ilk tanışmam oldu. Hemen Çin’i ziyaret etme planlarımı beklemeye aldım. Bu baharda oraya seyahat etmem gittikçe daha az mümkün görünüyor. Bunun yerine Trans Sibirya demiryolunu alarak Vladivostok üzerinden Güney Kore ve Japonya’ya giderek başka davetlere katılmayı planlıyorum. Fakat durum tırmandıkça elbette bu planları da terk etmek zorunda kalıyorum.

Bu yüzden önümüzdeki haftaları Avrupa’da dolaşmak için kullanıyor, BBC ile birlikte belgesel üzerinde çalışmaya devam ediyorum. Jokkmokk, Londra, Yorkshire, Zürih ve Avrupa parlamentosunu ziyaret ediyoruz. Hamburg, Bristol ve Brüksel’de grev yapıyorum. Mart 2020’nin başlangıcı ve dünya tamamen altüst olmak üzere. Bu hafta sonu Fransa’da büyük iklim grevleri olması gerekiyordu. Ama işte tam bu noktada bir devrilme noktası aşıldı. Bir hafta önce sorgulanamaz olan şey şimdi aniden düşünülemez hale geldi.

Fridays For Future hareketinde her şeyi tereddüt etmeden iptal etmeye karar veriyoruz. İnsanlar ölüyor. Birçoğu aile üyelerini, sevdiklerini ve ekonomik istikrarlarını kaybediyor. Bu pandeminin sonuçları felaket. Kriz, krizdir ve bir krizde hepimiz birkaç adım geriye gitmeli ve birbirimizin ve toplumumuzun iyiliği için harekete geçmeliyiz. Bir krizde davranışınızı uyarlar ve değiştirirsiniz. Ve gerçekten, dünyanın rekor hızda yaptığı budur.

Peki bu küresel yapısal değişiklikleri birkaç saat içinde mümkün kılan neydi?

Korona salgını sırasında bizi bu kadar hızlı hareket ettiren umut ve ilham mıydı? Çoğu iletişim uzmanının ve haber editörünün değişim yaratmanın tek yolu olduğunu iddia ettiği bir şey. Yoksa belki başka bir şey miydi?

İklim açısından bakıldığında korona krizinde olumlu bir şey yok. COVID-19 nedeniyle günlük yaşamımızda yapılan değişikliklerin iklim için gerekli eylemle çok az benzerliği vardır.

Korona trajedisinin elbette iklim üzerinde uzun vadeli olumlu etkileri yoktur, sadece bir şey dışında: yani bir acil durumu nasıl algılamanız ve tedavi etmeniz gerektiğine dair içgörü. Çünkü korona krizi sırasında aniden gerekli olan güçle hareket ediyoruz.

Uluslararası acil durum toplantıları günlük olarak yapılıyor. Astronomik mali kurtarma operasyonları sihirli bir şekilde ortaya çıkıyor. İptal edilen etkinlikler ve zorunlu kısıtlamalar, insanların davranışlarını ve yaklaşımlarını bir gecede değiştirmelerini sağlıyor.

Medya tamamen bir geçiş yaşıyor, diğer her şeyi beklemeye alıp, günlük basın konferansları ve 7/24 canlı yayınla COVID-19 hakkında neredeyse tamamen rapor sunuyor. Toplumun tüm kesimleri bir araya geliyor ve politikacılar farklı görüşlerini bir kenara bırakıp, herkesin daha iyi olması için işbirliği yapıyorlar. Şey – belki herkes ve her yerde değil.

Ancak genel olarak konuşursak, siyaset, iş dünyası ve finans dünyasının güçlü insanları aniden “insan hayatına bir fiyat koyamazsınız” diye ne gerekiyorsa yapacaklarını söylüyorlar.

Bu sözler ve krize bu şekilde bir yaklaşım yepyeni bir boyut açıyor. Çünkü DSÖ’ye göre, hava kirliliğiyle ilgili hastalıklardan her yıl en az 7 milyon insan hayatını kaybediyor. Görünüşe göre, o insanlar hayatlarına bir fiyat koyabileceğimiz insanlar. Yanlış sebeplerden ve dünyanın yanlış yerlerinde öldüklerinden dolayı.

Korona salgını sırasında politikacılar “bilimi ve uzmanları dinlememiz” gerektiğini tekrarlıyorlar. Dünyanın önde gelen bilim insanlarına ve biyoçeşitlilik konusunda uzmanlarına göre, doğal habitatların durmaksızın yok edilmesini durdurmazsak, pandemiyi daha ölümcül ve daha yıkıcı hastalıklar izleyecek.

Fakat bunlar bahsettikleri bilim adamları ve uzmanlar değil. Çünkü uzun vadeli sürdürülebilirlik günümüzün ekonomik ve politik sistemlerine uymuyor.

12. Bölüm: Umut

Korona krizi sonrasında bunu bir fırsat olarak kullanmamız gerektiğini iddia eden birçok kişi var. Ekonomiyi yeniden başlattığımızda sözde “yeşil toparlanma planı”nı benimsemeliymişiz. Ve elbette varlıklarımızı sürdürülebilir projelere, yenilenebilir enerjiye, teknik çözümlere ve araştırmalara yatırmamız son derece önemliymiş. Ama bir saniye bile bunun gerçekten gerekli olana yakın gerçekleşeceğine inanmamalıyız. Veya bugün için belirlenen hedeflerin yeterince iddialı olacağına.

Eğer tüm ülkeler hedef olarak belirledikleri emisyon azaltımlarını gerçekleştirecek olsaydı, yine de en az 3-4 derecelik yıkıcı küresel sıcaklık artışına yönelecektik. Bugün iktidardaki insanlar, gelecek nesiller için iyi bir geleceği teslim etme olasılığından pratik olarak zaten vazgeçtiler. Denemeden bile vazgeçtiler.

Kulağa korkunç geliyor, biliyorum. Ama gerçek aslında daha da kötü. Çünkü ihtiyaç duyulan şeylere göre hareket etmek isteseler bile – ki bazen durum böyle olabilir – yapamazlar. Çünkü zaten yazılı sözleşmelere ve iş anlaşmalarına bağlı kaldık.

Sadece basit bir matematik.

Birleşmiş Milletler Üretim Açığı Raporu, 2030 yılına kadar dünyanın tek başına planlanan fosil yakıt üretiminin, 1.5° C hedefiyle tutarlı olandan % 120 daha fazlasını oluşturduğunu gösteriyor. Anlaşılması mümkün değil.

Dolayısıyla, bir iklim felaketinden kaçınacak olursak, bugün hayal bile edemeyeceğimiz ölçekte sözleşmeleri parçalamayı ve mevcut anlaşma ve kontratlardan vazgeçmeyi mümkün kılmalıyız.

Ve bu bile tek başına yepyeni bir düşünme tarzı gerektiriyor. Bu tür eylemlerin bugün siyasi, ekonomik veya yasal olarak mümkün olmadığından dolayı. İklim ve ekolojik kriz günümüzün siyasi ve ekonomik sistemlerinde çözülemez. Bu artık bir fikir değil. Bu bir gerçek.

Tüm bunların rahatsız edici ve iç karartıcı olduğunu anlıyorum. Ve bir politikacı veya haber editörü olarak neden uzağa bakmayı seçtiğinizi anlıyorum. Ama aynı zamanda, hayatımızın geri kalanının sonuçlarıyla gerçekten yaşamak zorunda olan bizler için bunun karşılayamayacağımız bir lüks olduğunu da fark etmelisiniz.

Son amanlarda İngiltere’deki Uppsala Üniversitesi ve Tyndall Center’dan bilim insanları yeni bir bilimsel rapor yayınlandı. İsveç ve İngiltere gibi zengin ülkeler Paris Anlaşması’nın 2° C’nin altında hedefine olan taahhütlerini yerine getireceklerse, şu andan itibaren toplam ulusal CO2 emisyonlarını her yıl yüzde 12-15 oranında azaltmaları gerektiğini gösteriyor.

Elbette dünyada bu tür emisyon kesintilerini tek başına başarabilecek bir “yeşil iyileşme planı” veya “anlaşması” yok. İşte bu yüzden tüm “yeşil anlaşma” tartışması ironik bir şekilde faydadan çok zarar verme riski taşıyor, çünkü bugünün toplumunda gerekli değişikliklerin mümkün olduğuna dair bir sinyal gönderiyor. Sanki krizi kriz gibi davranmadan bir şekilde çözebilirmişiz gibi. Son iki yılda çok şey olmuş olabilir, ancak gerekli değişiklikler ve farkındalık düzeyi hala görünürde yok.

Her şey karanlık ve umutsuz görünebilir, ama size umut olduğunu söylüyorum. Ve bu umut insanlardan, demokrasiden, senden geliyor. Giderek daha fazla kendi kendilerine durumun saçmalığını fark etmeye başlayan insanlardan. Umut siyasetten, iş dünyasından veya finanstan gelmez. Bunun nedeni politikacıların veya iş adamlarının kötü olması değil. Ancak şu anda ihtiyaç duyulan şeyin çok rahatsız edici, popüler olmayan ve kârsız görünüyor olmasından.

Kamuoyu özgür dünyayı yöneten şeydir ve gerekli kamuoyu bugün yoktur, bilgi düzeyi çok düşüktür.

Ama değişim, uyanış belirtileri var. Örneğin, #metoo hareketini, #blacklivesmatter veya okul grev hareketini ele alalım. Her şey birbirine bağlı. Toplumsal bir devrilme noktasını geçtik, artık toplumumuzun bu kadar uzun süredir görmezden geldiği şeyden uzak duramıyoruz. Sürdürülebilirlik, eşitlik veya adalet olsun.

Sürdürülebilirlik açısından tüm siyasi ve ekonomik sistemler başarısız olmuştur. Fakat insanlık henüz başarısız olmadı. İklim ve ekolojik acil durum öncelikli olarak siyasi bir kriz değildir. Tamamen bilimsel gerçeklere dayanan varoluşsal bir krizdir.

Kanıt orada. Sayılar orada. Bu gerçekten kurtulamayız. Doğa pazarlık yapmaz ve fizik yasalarından ödün veremezsiniz. Ya gerçeği olduğu gibi kabul edip anlayacağız ya da anlamayacağız. Ya bir medeniyet olarak devam edeceğiz ya da etmeyeceğiz.

Elimizden gelenin en iyisini yapmak artık yeterli değil. Şimdi imkansız görünen şeyi yapmalıyız. Ve bu size ve bana bağlı. Çünkü bunu bizim için başka kimse yapmayacak.

 

Dünya Bankası: Türkiye yoksulluğa sürükleniyor

Dünya Bankası, “Türkiye Ekonomik İzleme” raporunu yayınladı. Raporda, Covid-19 şokunun Türkiye’deki hanelerin refahını, bilhassa yoksul ve kırılgan grupları, “çok ciddi etkileyeceğine” vurgu yapıldı.

Koronavirüs pandemisinin yarattığı krizin Türkiye’nin yoksulluğunu artıracağına, devletin bu kapsamda alacağı tedbirlerle dahi yoksulluğun 1.4 puan yükseleceğine dikkat çekildi.

‘3.3 milyon kişi yoksulluğa sürüklenebilir’

Raporda, “Salgının neden olduğu ekonomik şokun etkisiyle, 3.3 milyon kişi yoksulluğa sürüklenebilir. Hane gelirlerinde yaşanabilecek şoklar Türkiye’nin yoksulluk oranının yüzde 10.4’ten yüzde 14.4’e çıkmasına neden olabilir. Bu noktada devletin tedbirleriyle yoksulluk oranında yüzde 14.4’ten yüzde 11.8’e önemli bir düşüş sağlanacaktır” denildi.

Yeni yoksullaşan hanelerin dörtte üçüne, devletin sosyal koruma sisteminde olmaları nedeniyle, kolaylıkla ulaşılabilmekte olduğuna da değinilen raporda, kalan dörtte birin ise devletin sosyal koruma sisteminde olmadığı, bu hanelere erişim için daha fazla çaba gerektiği belirtildi. Raporda öne çıkan başlıklar şu şekilde oldu:

  • Sağlık krizinin ekonomik etkileri ciddi düzeyde oldu ve 2018-2019 dönemindeki ekonomik yavaşlama sonrasındaki kademeli toparlanmayı rayından çıkardı.
  • Küresel ekonomideki yavaşlamadan dolayı Türkiye’nin mal ve hizmet ihracatına dönük dış talep azalırken, cari hesaptaki dengesizlikler yeniden ortaya çıktı.

Rezervlerdeki sert düşüş baskıyı artırdı

  • Finans sermayesinin küresel düzeyde güvenli limanlara yönelmesi ve Merkez Bankası (TCMB) rezervlerindeki sert düşüş, Türkiye’nin üzerindeki dış finansman ve piyasa baskılarını artırdı.
  • Yatımlardaki ve işgücüne katılımdaki düşüşün, Türkiye’nin ve diğer yükselen ekonomilerin verimlilik artışı ve potansiyel ekonomik büyümede yaşadığı düşüşü daha da şiddetlendirmesi bekleniyor.

Ekonominin yüzde 3.8 küçülmesi bekleniyor

  • Bu yıl Türkiye ekonomisinin yüzde 3.8 oranında küçülmesi bekleniyor ve 2021’deki toparlanmanın nasıl olacağı belirsiz.
  • Türkiye, Covid-19 sürecine girerken faizleri tekrar indirme noktasında daha az hareket alanına sahip bir ülke.
  • Türkiye’nin yapısal reformları uygulama ve verimliliği artırma çabaları hız kazanmalıdır.

Türkiye’de koronavirüs: 1.212 yeni vaka, 18 can kaybı

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 18 kişinin daha hayatını kaybettiğini, 1212 yeni vaka tespit edildiğini açıkladı. Böylece toplam ölü sayısı 5 bin 891’e, vaka sayısı 244 bin 392’ye yükseldi.

Bakan Koca’nın paylaşımı şöyle:

2 MARTTAN İTİBAREN EN YÜKSEK test sayısına son 24 saatte ulaştık. Ağır hasta sayımızda 15 artış var. Hastalığın yayılımı, sabit ortamlarda, örneğin AİLE İÇİNDE HIZLI. Bir hasta, hastalığa yakalanmış bir aile demek. Her birimiz, hepimiz için tedbir alalım.”

Türkiye’de ilk koronavirüs vakası 11 Mart’ta tespit edildi. O günden bu yana alınan önlemler kademeli olarak hafifletildi. 1 Haziran’dan itibarense “kontrollü normalleşmeye” geçildi. Normalleşme tablosu şu şekilde:

1 Haziran: 827 vaka, 23 ölüm (31.525 test)
2 Haziran: 786 vaka, 22 ölüm (32.325 test)
3 Haziran: 867 vaka, 24 ölüm (52.305 test)
4 Haziran: 988 vaka, 21 ölüm (54.234 test)
5 Haziran: 930 vaka, 18 ölüm (57.829 test)
6 Haziran: 878 vaka, 21 ölüm (35.846 test)
7 Haziran: 914 vaka, 23 ölüm (35.335 test)
8 Haziran: 989 vaka, 19 ölüm (39.361 test)
9 Haziran: 993 vaka, 18 ölüm (37.225 test)
10 Haziran: 922 vaka, 22 ölüm (36.521 test)
11 Haziran: 987 vaka, 17 ölüm (49.190 test)
12 Haziran: 1195 vaka, 15 ölüm (41.013 test)
13 Haziran: 1459 vaka, 14 ölüm (45.092 test)
14 Haziran: 1562 vaka, 15 ölüm (45.176 test)
15 Haziran: 1592 vaka, 18 ölüm (42.032 test)
16 Haziran: 1467 vaka, 17 ölüm (46.800 test)
17 Haziran: 1429 vaka, 19 ölüm (52.901 test)
18 Haziran: 1304 vaka, 21 ölüm (48.412 test)
19 Haziran: 1214 vaka, 23 ölüm (41.316 test)
20 Haziran: 1248 vaka, 22 ölüm (41.112 test)
21 Haziran: 1192 vaka,23 ölüm (40.496 test)
22 Haziran: 1212 vaka, 24 ölüm (41.413 test)
23 Haziran: 1268 vaka, 27 ölüm (42.982 test)
24 Haziran: 1492 vaka, 24 ölüm (53.486 test)
25 Haziran: 1458 vaka, 21 ölüm (52.303 test)
26 Haziran: 1396 vaka, 19 ölüm (51.198 test)
27 Haziran: 1372 vaka, 17 ölüm (45.213 test)
28 Haziran: 1356 vaka, 15 ölüm (48.309 test)
29 Haziran: 1374 vaka, 18 ölüm (51.014 test)
30 Haziran: 1293 vaka, 16 ölüm (50.492 test)

1 Temmuz: 1192 vaka, 19 ölüm (52.313 test)
2 Temmuz: 1186 vaka, 17 ölüm (49.714 test)
3 Temmuz: 1172 vaka, 19 ölüm (52.141 test)
4 Temmuz: 1154 vaka, 20 ölüm (48.248 test)
5 Temmuz: 1148 vaka, 19 ölüm (46.414 test)
6 Temmuz: 1086 vaka, 16 ölüm (52.193 test)
7 Temmuz: 1053 vaka, 19 ölüm (50.545 test)
8 Temmuz: 1041 vaka, 22 ölüm (49.302 test)
9 Temmuz: 1024 vaka, 18 ölüm (50.103 test)
10 Temmuz: 1003 vaka, 23 ölüm (48.787 test)
11 Temmuz: 1016 vaka, 21 ölüm (48.813 test)
12 Temmuz: 1012 vaka, 19 ölüm (45.232 test)
13 Temmuz: 1008 vaka, 19 ölüm (46.492 test)
14 Temmuz: 992 vaka, 20 ölüm (43.231 test)
15 Temmuz: 947 vaka, 17 ölüm (42.320 test)
16 Temmuz: 933 vaka, 21 ölüm (42.411 test)
17 Temmuz: 926 vaka, 18 ölüm (41.215 test)
18 Temmuz: 918 vaka, 17 ölüm (40.943 test)
19 Temmuz: 924 vaka, 16 ölüm (41.310 test)
20 Temmuz: 931 vaka, 17 ölüm (43.404 test)
21 Temmuz: 928 vaka, 18 ölüm (42.846 test)
22 Temmuz: 902 vaka, 19 ölüm (43.404 test)
23 Temmuz: 913 vaka, 18 ölüm (43.343 test)
24 Temmuz: 937 vaka, 17 ölüm (42.986 test)
25 Temmuz: 921vaka, 16 ölüm (43.312 test)
26 Temmuz: 927 vaka, 17 ölüm (40.016 test)
27 Temmuz: 919 vaka, 17 ölüm (45.283 test)
28 Temmuz: 963 vaka, 15 ölüm (47.412 test)
29 Temmuz: 942 vaka, 14 ölüm (45.712 test)
30 Temmuz: 967 vaka, 15 ölüm (43.236 test)
31 Temmuz: 982 vaka, 17 ölüm (46.492 test)

1 Ağustos: 996 vaka, 19 ölüm (44.846 test)
2 Ağustos: 987 vaka, 18 ölüm (40.287 test)
3 Ağustos: 995 vaka, 19 ölüm (41.301 test)
4 Ağustos: 1083 vaka, 18 ölüm (46.249 test)
5 Ağustos: 1178 vaka, 19 ölüm (53.842 test)
6 Ağustos: 1153 vaka, 14 ölüm (54.494 test)
7 Ağustos: 1185 vaka, 15 ölüm (56.726 test)
8 Ağustos: 1172 vaka, 16 ölüm (63.842 test)
9 Ağustos: 1182 vaka, 15 ölüm (61.446 test)
10 Ağustos: 1193 vaka, 14 ölüm (62.219 test)
11 Ağustos: 1183 vaka, 15 ölüm (61.716 test)
12 Ağustos: 1212 vaka, 18 ölüm (67.237 test)

 

Okullar, 31 Ağustos’ta uzaktan eğitimle açılacak

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, okulların ‘aşamalı ve seyreltilmiş’ şekilde 31 Ağustos’ta uzaktan eğitimle açılacağını duyurdu. Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu ile yapılan toplantı sonrası açıklama yapan Selçuk, “21 Eylül’de Bilim Kurulu tarafından tavsiye edilen sınıflarda yüz yüze eğitimin başlamasına karar vermiş bulunuyoruz. Dileyen özel okullar 17 Ağustos’tan itibaren eğitim faaliyetlerine başlayabilecek” dedi.

Selçuk, ‘aşamalı ve seyreltilmiş’ eğitimin kapsamına ilişkin de şunları söyledi: şunları söyledi: “Belli sınıf düzeylerinin öncelikli olarak açılmasından, derslerin ve konuların seyreltilmesi, belirli konuların belirli noktalarının öncelikle işlenmesini kastediyoruz. Seyreltilme sonunda oluşacak açık uzaktan eğitimle, canlı eğitimle ve EBA TV vasıtasıyla düzeltilecek.” 

Maskeyi bakanlık verecek

Okullarda alınacak önlemlere de değinen Selçuk, hijyen kuralları için bir kılavuz yayınladıklarını ve okulların temizliği için personel alımlarına başladıklarını duyurdu. “Okulun ilk haftasında özel bir uyum programı ortaya koyacağız” diyen Milli Eğitim Bakanı,  öğrencilerin okulların açıldığı ilk hafta bu programa uymak zorunda olacağını belirtti.

Okullarda maske kullanımına ilişkin de standartlar belirlendiğini belirten Selçuk, “Maske tedariği bakanlığımız tarafından sağlanacak. Okullarımızın uyması gereken hijyen standartları konusunda bir takım kılavuzlar hazırlamıştık. Denetleme için iki bin denetmenimiz sahada” ifadesini kullandı.

Selçuk’un açıklamasından diğer satır başları şöyle: 

  • Okullarla ilgili herkesin sağlık durumu takip altında olacak. Ailesinde ya da yakın çevresinde virüs tanısı konmuş kişiler tespit edilecek ve gerekli önlemler alınacaktır. Okullarda maske ve benzeri hususlardaki standartlar da belirlenmişti. Bu kılavuz çerçevesinde öğrenci, öğretmen ve velilerimiz için bir takım rehberler hazırladık. Bunların ne şekilde uygulanacağının ayrıntısını da devam ettireceğiz. 
  • Okulun ilk haftasında özel bir uyum programı ortaya koyacağız. Öğretmenlerle ilgili daha önce bir çalışmamız olacak, çocuklarımız için bir hafta boyunca uyum çalışması devam edecek. Bilim Kurulu’nu bilgilendirmeyi ve önümüzdeki yol haritasını ortaya koymayı planlıyoruz.
  • Yüz yüze eğitimin hangi yaş gruplarında başlayacağına bilim insanlarımızla karar verip ayrıntılarını paylaşacağız.
  • Sınava giren öğrencilerimizle ilgili olarak müfredat içeriği ve onlara yönelik olarak yapılacak destek çalışmaları konusunda planlamalar yapılıyor.