Ana Sayfa Blog Sayfa 1930

Ankara’daki kum fırtınasının nedeni iklim değişikliği

Başkent Ankara‘da geçen cumartesi akşam saatlerinde çıkan ve altı vatandaşın hafif yaralanmasına yol açan kum fırtınası kent merkezi ve ilçelerinde hissedildi. Polatlı ile Haymana ilçelerinde, tarlalarda çalışan mevsimlik tarım işçilerinin kaldığı çadırlar fırtınadan dolayı yıkıldı.

İklim bilimci Prof. Dr. Murat Türkeş, bu tür fırtınaların, iklimi ağırlıklı olarak kurak ve yarı kurak olan bölgeler için olağan meteorolojik olaylar olduğunu belirtiyor. Türkeş’in aktardığına göre, Türkiye’ye coğrafi olarak en yakın Kuzey Afrika ve Mezopotamya bölgelerinde bu tip fırtınalara rastlanıyor. Bunun yanında Mezopotamya’nın devamı olarak Güneydoğu Anadolu bölgesinde ve Anadolunun doğusunda, zaman zaman da İç Anadolu‘da bu tarz olaylara rastlansa da, Ankara yöresindeki kum ve toz fırtınası alışılmışın dışında.

‘Türkiye’de de olağanlaşacak’

Buna küresel ve bölgesel iklim değişikliğinin yol açtığının altını çizen Türkeş, artan yüzey sıcaklığının, sıcak hava dalgalarının ve kuraklığın, bölgeyi bu tür yerel fırtınaların ortaya çıkmasına elverişli hale getirdiğini söylüyor. 2020 yazının çok kurak bir yıl olduğunu kaydeden Türkeş’e göre günlerce süren sıcak hava dalgaları dolayısıyla, Ankara’dan Konya‘ya kadar olan bölgede yerel kararsızlık yağışı bekleniyordu. Bu beklenen yağış, gök gürültülü fırtınanın oluşması ve yüzeyin de elverişli olmasıyla bir kum-toz fırtınasına dönüştü.

Görülen fırtınanın, Güneydoğu’dakinden dahi farklı olduğunun altını çizen Türkeş, fırtınanın bölgede kitlesel bir hava kütlesi boyunca ilerlediğini, iklim kuraklaştıkça, Kuzey Afrika için olağan sayılan bu gibi hava olaylarının Türkiye’de de bu boyutta görülmesinin olağanlaşacağını ifade etti.

‘Kronik rahatsızlıkları olanlar dikkat etmeli’

İklim değişikliğinin, kuraklığın ve çölleşmenin birbirini beslediğini söyleyen Türkeş, çölleşmenin engellenmesi için arazi bozulumunun dengelenmesi için çalışmak gerektiğini, ormanların ve bitki örtüsünün yok edilmesinin önüne geçilmesi, tarım orman alanlarının dengeli bir şekilde varlığını sürdürmesi ve ve toprak organik karbonunun arttırılması gerektiğini vurguladı.

Öte yandan Türkeş, kronik kalp ve akciğer rahatsızlığı olan kişilerin, tıpkı sıcak hava dalgalarında olduğu gibi dikkatli olmaları ve fırtınada savrulan tozların yüzeye inmesinin ya da parçacıkların bölgeden uzaklaşması için birkaç gün evden çıkmamaları gerektiğini belirtti.

AFAD’dan videolu rehber

Öte yandan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), kum fırtınasında neler yapılması gerektiğine dair yayınladığı videoda, kum fırtınasında yapılması gerekenleri sıraladı: 

  1. Ağzınızı ve burnunuzu bir maskeyle, maske yoksa bir giysi veya kumaş ile kapatın.
  2. Gözlerinizi koruyun.
  3. Sığınacak korunaklı bir yer arayın.
  4. Yüksek bir yere çıkın. Kum ve toz fırtınaları yere yakın alanlarda daha şiddetli olur.
  5. Uçan nesnelere ve parçalara karşı dikkatli olun.
  6. Fırtınanın geçmesini beklerken mümkün olduğu kadar bulunduğunuz yerde kalın.

İplik fabrikasında 34 işçi koronavirüse yakalandı: Tüm İşçiler karantinada

Edirne, Havsa’da 500’den fazla işçinin çalıştığı iplik fabrikasında 34 işçi koronavirüse yakalandı. DİSK Tekstil İş’in yetkili olduğu fabrikada üretime 21 gün ara verildi, tüm işçiler karantinaya alındı.

Kilim Mensucat İplik Fabrikası’ndaki durumu öğrenen Sağlık Bakanlığı yetkililerinin fabrikada sadece yakın temaslı işçilerin karantinaya alınmasını önerdiği, ancak sendikanın üretime ara verilmesini ve tüm işçilerin karantinaya alınmasını sağladığı belirtildi. 

DİSK Tekstil İş Sendikası Genel Merkez Örgütlenme Daire Başkanı Savaş Testici konuya ilişkin şunları söyledi: “Sağlık Bakanlığı sadece hastalığa yakalanan ve hasta işçilerle temaslı olanları karantinaya almayı öneriyor. İşveren de yeni sipariş aldığı için üretimi durdurmaktan yana olmadı. Ancak yaptığımız müzakereler sonucu hastalığın tüm fabrikaya yayılabileceğini söyledik ve kapatma kararı aldırdık.” 

Maske dağıtan işçi hastalandı

Başkan Testici, fabrikada salgının nasıl başladığını ise şöyle anlattı:

“Bir arkadaşımızın kız kardeşi Lüleburgaz Devlet Hastanesi’nde ameliyat oluyor. Arkadaşımız da dört gün izin alıp onun yanına refakatçi olarak gidiyor. Daha sonra geri döndüğünde çarşamba günü rahatsızlandı. Hastanede test oldu ve perşembe günü pozitif olduğu ortaya çıktı. Aynı kişi önceki gece maske dağıtmış. Bu nedenle hastalık diğer arkadaşlara da yayıldı. Şu anda 34 işçi pozitif.”

Fabrikada salgına karşı gerekli önlemlerin alındığını söyleyen Testici, “Giriş çıkışlarda maske dağıtılıyor. Masalar sosyal mesafeye uygun olarak düzenlendi. Dezenfeksiyon işlemleri yapılıyor, her masada dezenfektan var” şeklinde konuştu.

Fabrikada 350 kişinin konfeksiyon, 100 kişinin ise iplik bölümünde çalışıyor. Atölyeler, kazancılar, güvenlik de dahil edildiğinde çalışan sayısı 520’yi buluyor.  

İşçilerin ücretleri kesilmeyecek

Covid-19’a yakalanan 34 işçinin yurtlara yerleştirildiğini kaydeden Testici, “Tüm arkadaşlarımız karantinada. İşveren kısa çalışma ödeneğine başvurdu. İşçinin devletten aldığı ödeneğin eksiğini işveren tamamlayacak. Arkadaşlarımız mağduriyet yaşamayacak” dedi.

 

İsrail’de üç haftalık karantina kararına tepki gösteren bakan istifa etti

İsrail’de koronavirüs vaka sayılarının artışa geçmesi nedeniyle 18 Eylül’den itibaren üç haftalık karantina uygulanmasına karar verildi.

Karantina süresince market ve eczane gibi hayati öneme sahip yerler dışında birçok işletmenin kapatılması ve evden çalışma sistemine geçilmesi bekleniyor. Ülkede özel eğitim veren kurumlar dışındaki tüm eğitim kurumlarının uzaktan eğitime dönmesi planlanıyor.

‘Ros Aşana’da karantina kabul edilemez’

Aynı zamanda Ultra-Ortodoks Yahudileri temsil eden Birleşik Tevrat Partisi lideri olan İsrail İskan Bakanı Yaakov Litzman ise uygulanacak karantinaya tepki göstererek görevinden istifa ettiğini duyurdu.

Litzman, yaptığı yazılı açıklamada, artan Covid-19 vakaları nedeniyle Roş Aşana‘dan (İbrani takvimine göre bu yıl 18 Eylül’de kutlanacak yılbaşı) itibaren ülke genelinde karantina uygulanması önerisine karşı olduğunu belirtti.

Karantina önerisinin vakaların arttığı ağustos ayı yerine Roş Aşana’da uygulanması planının kabul edilemez olduğunu belirten Litzman, Euronews’in aktardığına göre “Artık bakan olarak görevime devam edemem, bu nedenle hükümetten istifa etmeye ve Knesset’e (İsrail Meclisi) dönmeye karar verdim” ifadelerini kullandı.

9,2 milyon nüfusa sahip olan İsrail’de bugüne kadar 153 bin 759 kişide korona virüs tespit edilirken, bin 108 kişi ise virüs nedeni ile hayatını kaybetti. Ülkede son 6 gündür günlük vaka sayısı 3 binin üzerinde seyrediyor.

[Yeşil Gazete TV] Sezgin Tanrıkulu: 40 yıl geçti, 40 yıl daha geçse 12 Eylül’ün etkileri silinmez

Yeşil Gazete TV’deki Bu Gün programında Koray Doğan Urbarlı, 12 Eylül Askeri Darbesi‘nin 40’ıncı yıl dönümünde 40 yıldır bitmeyen karanlığı insan hakları konusunda uzmanlaşmış hukukçu ve CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ile konuştu.

12 Eylül 1980’de Diyarbakır’da olduğunu belirten Tanrıkulu programa 17 yaşındayken tanık olduğu kendi darbe deneyimini anlatarak başladı. Tank sesiyle uyandıklarını anlatan Tanrıkulu, öğretmen olarak görev yapan babasının gözaltına alındığını, abisinin tutuklandığını, ablasının ise gözaltına alınmamak için başka bir yere taşındığını anlattı.

‘Annemin hızlı koştuğunu o zaman fark ettim’

Abisini cezaevinden annesiyle birlikte ziyarete gittiklerini anlatan Tanrıkulu ziyaret anısını ise şu şekilde anlatıyor:

Düdük sesiyle ziyaretçiler hızla cezaevi binasına doğru koşarlardı. Çünkü görüşme sırası çok kısıtlıydı ve herkes ön almak istiyordu.Ben annemi çocukluğundan beri koşarken görmemiştim. Ne kadar hızlı koştuğunu ilk kez o zaman fark ettim.

Bu süreçte Diyarbakır cezaevinin birçok işkenceye, açlık grevine, ölüm orucuna tanık olduğunu belirten Tanrıkulu, “Aradan 40 yıl geçti. Bir 40 yıl daha geçse etkilerini ve bıraktığı iz toplum hafızasından silinmez” ifadelerini kullandı.

‘Bugünkü yargı ortamı darbeden çok farklı değil’

O dönemleri ve bugünü karşılaştıran Tanrıkulu, “Her ne kadar sıkı yönetim mahkemesi olsa bile bugüne kıyasla savunmaya daha özen gösteren bir yargı ortamı vardı” ifadelerini kullandı.

Bugün, insanların mahkemeye çıkmak dahi istemediğini belirten Tanrıkulu, insanların artık mahkemeye güvenin kalmadığını belirtti. Tanrıkulu, “Bugünkü yargı ortamı darbe ortamından çok farklı değil” dedi.

 

Dört su havzası risk altında

Dosya Haber: Oya Ayman

Yaşadığım köye (İzmir) ilk geldiğimde, taş evlerin biraz aşağısında, kış aylarında gürül gürül akan, yaz aylarında sakin sularına ayaklarımızı sokup serinlediğimiz bir dere vardı. Kışın yağan karın ağırlığından ağaçların dalları kırılır, yollar kapanırdı. Köylüler, ”Eskiden buralar susuz bağlarla kaplıydı, sonra kiraz üzümden daha çok para etmeye başlayınca bağları söküp, kiraz diktik” diye anlatır.

Köye gelişimin üçüncü yılında aşağıdaki dere yazları kurumaya başladı; derken ormancılar kereste için kestikleri ağaçları daha kolay taşımak için dere yatağına yol yapınca, dere sadece aşırı yağışlarda kendini gösteren bir hayalete dönüştü.

İlk su kuyusunu İZSU açtı. Onu, kiraz ağaçlarına su yetiştirmeye çalışan köylüler izledi. 2018 yılında su sondajı yasaklandı. Damlama sulama arttı ama onu da vahşi sulama gibi kullanan çiftçiler var. Son zamanlarda kuyularda su seviyesi düşüyor, yağış azalıyor, kaçak kuyular açılıyor ve hâlâ onlarca kuyudan günler, geceler boyu sulama yapılıyor.

Yaşadığım yerden 650 metre aşağıdaki Küçük Menderes Ovası’nda durum daha vahim. Her geçen gün büyüyen su sorunu hem tarımsal üretimi hem de sanayinin geleceğini tehdit ediyor. Bölgede yerüstü ve yeraltı sularındaki azalma yüzde 40’a ulaştı. Bu azalışın en önemli nedenleri, iklim krizine bağlı olarak gelişen yağış yetersizliği ve düzensizliği ile yeraltı sularının aşırı kullanımı.

Küçük Menderes Havzası’nda, 20 yıl önce 30 metre, 10 yıl önce 80 metreye inen su seviyesi şu anda 150 metre seviyesine düştü. Birçok kuyunun suyu kesilmiş durumda. Yoğun hayvancılık yapılan havzada bu yıl birçok artezyen kuyusunun suyunun kesilmesi özellikle kaba yem üretiminde büyük düşüşe neden oldu. Öyle ki, bazı üreticiler tarlalarındaki mahsuller bir yana hayvanlarının içme suyunu dahi tankerlerle taşımak zorunda kalıyor.

Küçük Menderes’in beş yılı kaldı

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in, Ağustos ayında su fiyatlarına yapılan zam ile ilgili söyledikleri, sorunun boyutlarının ne denli büyük olduğunu ortaya koydu. Başkan Soyer, sadece Kiraz’da 14 tanesi kendi dönemlerinde olmak üzere 47 kuyu açıldığını, 9 yeni kuyu için de ihaleye çıkıldığını belirttikten sonra durumun vehametine dikkat çekti:

Küçük Menderes Havzası belki önümüzdeki beş yıldan sonra tarım yapılamaz hale gelecek.”

Türkiye yeraltı sularının yüzde 60’ını sulama amacıyla kullanıyor. İşletmeye alınan yeraltı suyu rezervleri 2011 yılından bu yana kademeli olarak artırıldı. Ancak bu artış, yeraltı suyu kapasitesinin artırılması değil, var olan rezervlerin daha fazla miktarda kullanılması anlamına geliyor.

Bir yeraltı suyu kaynağının yıllık tüketim miktarı, beslenim miktarını aşarsa, kaynak bir süre sonra kuruyor. 2014 itibariyle Türkiye’nin işletmeye alınan toplan yeraltı suyu rezervi 17,2 km3/yıl seviyesine ulaşırken, yeraltı sularının beslenim miktarı 21,8 km3/yıl oldu. Ancak dört havza, beslenim miktarı işletme rezervine denk geldiği için risk altında: Küçük Menderes, Akarçay, Batı Karadeniz ve Doğu Karadeniz.

 ‘İçme suyu zor buluyoruz, ağaçları nasıl sulayalım?’

Tire’ye 15 km uzaklıktaki Akyurt Köyü, iki aydır içme suyundan mahrum. Muhtar Zihni Çetin, köyde İZSU’ya ait iki kuyu bulunduğunu ancak arıza ya da kaçak nedeniyle suyun kesildiğini söylüyor. İçme suyunu şimdilik taşıma suyla idare ediyorlar ama sulama konusu kaygılarını artırıyor. İncir üreticisi Zihni Çetin, bugüne kadar sulamaya gerek görmedikleri meyve ağaçlarında yağış yetersizliğinden ciddi verim kaybı yaşadıklarını anlatıyor:

”Normalde 5 ton ürün aldığım incir bahçemden bu yıl sadece 3 ton hasat edebildim. Biz yıllardır kuru tarım yapıyoruz; zeytin, ceviz, incir normalde sulanmaz ama gelecek yıl da böyle kurak geçerse sulamamız gerekecek. İçecek suyu zor bulurken ağaçlarımızı nasıl sulayacağız?”

Beslendiğinden daha fazlası tüketiliyor

İzmir’de tarım alanlarını sulama ihtiyacı son on yılda yüzde 20 oranında arttı. Tarıma elverişli 197 bin 107 hektar tarım arazisinin sulama ihtiyacı 1 milyar metreküpe ulaşmış durumda. Bu alanların yüzde 70’inde damlama ve yağmurlama sulama yapılsa da, yüzde 30’unda halen vahşi (salma) sulama yapılıyor. Damla sulama oranı, Türkiye ortalamasının üzerinde (Türkiye’de tarımsal sulamanın yüzde 75’i vahşi sulama ve damla sulama oranı sadece yüzde 5) ama sorunun çözümü için yeterli değil.

Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından 2019 yılında hazırlanan, Küçük Menderes Nehir Havzası Yönetim Planı’na göre, Küçük Menderes Havzası ve alt havzalarında toplam yeraltı suyu beslenimi 716,5 hektometreküp (716,5 milyon ton), iken, toplam fiili çekim 1145,5 haktometreküp (1 milyar 145 milyon 500 bin ton). Bu verilere göre, su kuyularından, yeraltı sularının beslenim miktarından daha çok su çekiliyor.

Hayvancılık da olumsuz etkileniyor

Tire Süt Kooperatifi Başkanı Mahmut Eskiyörük, havzada hayvancılıkla birlikte, başta mısır olmak üzere tüm meyve ve sebze üretiminin olumsuz etkilendiğini söylüyor. Ona göre su sorunun üç temel nedeni var:

  • Birincisi vahşi sulama. Tarım ve Orman Bakanlığı damla sulama yapan çiftçiyi destekliyor ancak kaçak kuyu açanlar bu destekten yararlanamıyor.
  • İkinci neden, yüksek çapta su kullanan sanayilerin yeraltı sularını sömürmesi. Eskiyörük, Tire’deki kağıt fabrikasının ovanın merkezine kurulduğuna dikkat çekiyor. Oysa dünyanın pek çok yerinde kağıt fabrikaları çok su tükettiği için nehir kenarlarında kuruluyor. Bu arada bir ton mukavva üretmek için 1,5 ila 13 ton su tüketilirken, bir ton kağıt üretiminde ise yaklaşık 5 ton su harcandığını, hatırlatmakta yarar var.
  • Küçük Menderes Havzası’ndaki su sorununa neden olan üçüncü faktör ise, 20 yıl önce başlayan hayvancılığın gelişimiyle birlikte çok su isteyen mısır üretiminin artması. Tire, Ödemiş, Bayındır, Beydağ, Kiraz ilçelerini içine alan havzadaki süt üretimi günde 2 bin 500 tona ulaşıyor. Ancak Eskiyörük, su sorununun hayvancılığı, dolayısıyla süt üretimini de olumsuz etkilediğini ve çiftçilerin kuru tarıma yöneldiğini söylüyor.

Suya muhtaç tarımda suyu kirleten uygulamalar!

Küçük Menderes Nehri’ndeki kirlilik de su sorununu derinleştiriyor. Evsel ve sanayi atıkları, madencilik ve zeytincilik işletmelerinden gelen atık sular, pestisit ve sentetik gübre kullanımı, kirliliğin başlıca nedenleri arasında sayılıyor. İzmir İl Tarım ve Orman Müdürlüğü’nün verilerine göre, yoğun hayvancılığın yapıldığı havzada yılda 3 bin 500 kilo ve üzeri azot üreten orta ve büyük işletmelerin yüzde 90’nında, küçük işletmelerin ise hemen hepsinde sızdırmaz nitelikte gübre deposu yok. Bu da özellikle gübre içeriğindeki nitratın, yağışlar gibi faktörlerle yıkanmasına ve su varlığının yüksek nitrat değerlerine ulaşmasına neden oluyor.

Çiftçiler parasını ödediği suyu alamadı

Türkiye’nin sulanabilir en büyük ovalarından biri olan Denizli’nin Baklan Ovası’nda da kuraklıkla birlikte yaşanan su sorunu nedeniyle ürün veriminde ciddi düşüşler yaşanıyor.

Yapılan planlamaya göre, mevcut kaynaklar ile ovanın sadece yüzde 65’inin sulanabileceği belirlenmiş. Ancak günümüzde ovanın yüzde 95’inde salma sulama ile tarım yapılıyor. Çal Ziraat Odası Başkanı Haşim Çil, ”Yıllardır Sulama Birliği kararıyla rotasyon yaparak idare ediyorduk,” diyor. Sulama birliklerinin DSİ’ye devrolmasından sonra, bu yıl yağışların azalmasıyla birlikte çiftçiler DSİ’den, ovanın dörtte birinin sulamaya kapatılmasını talep etmiş.

Haşim Çil, DSİ yetkililerinin ”su sıkıntısı yaşanmayacak” diyerek sulama paralarını önceden topladığını anlatıyor. Ancak verilen söze rağmen, bu yaz ovanın yüzde 30’una ikinci su verilmemiş. Kavurucu sıcakların yaşandığı yaz boyu sadece bir kez su yüzü gören ayçiçeği ve mısırlar kurumaya başlamış.

İklim krizine Covid-19 krizi eklenince…

Kazdağları’nın güney yamaçlarındaki köylerde yaşanan su krizi ise bazı köylerde anlaşmazlıklara neden oluyor.

Geçen kış yağışın az olmasına, Covid-19 salgını nedeniyle arazilerini ekmek üzere köye gelenler eklenince sulama suyu ihtiyacı iki katına çıkmış. Adatepebaşı Köyü’nde zeytin ve incir ağırlıklı üretim yapan Volkan Yalazay, ”Bu kış rezervler dolmadı. Salgın nedeniyle işe gitmeyen, köyde bahçesi olanlar da bahçe yaptı” diyor ve ekliyor:

”Covid öncesi 10-12 çiftçiydik. Salgınla birlikte 18-20 çiftçi su talep etmeye başladı. Normalde su almak için sıraya giriyorduk, iletişimimiz iyiydi. Salgın nedeniyle gelenler boş vakitlerinde, istedikleri gibi su almaya çalıştılar. Baktım, başkaları haber vermeden benim sıramı alıyor, ben de ona haber vermeden suyunu kesip kendi tarafıma çevirdim. Ama normalleşmeyle birlikte bazıları bahçesini bırakıp yeniden kasabaya döndü.”

Bölgedeki bazı köylerde içme suyu sıkıntısı da yaşandı ve bir ay boyunca susuz kalan beş köy, dağda buldukları iki yeni kaynak sayesinde yeniden içme suyuna kavuştu. Ancak sulama suyu için kuyu açma konusunda tartışmalar sürüyor. Yalazay, ”Kuyu açmak isteyenlerle istemeyenler arasında tartışma çıkıyor. Antik dönemden beri kullanılan bir ılıcanın yakınlarına vurulan artezyen yüzünden ılıcanın suyunun kaçtığına tanık olanlar, yeni artezyenler açılmasını istemiyor” diyor.

Eylem planları var, ama…

Aslında Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ilgili birimleri tarafından hazırlanan raporlar ve eylem planlarında, farklı kuraklık senaryolarına karşı alınacak önlemler, yapılacak yatırımlar belirlenmiş durumda ama yazılanlar tarım alanlarına yansımış görünmüyor.

Örneğin Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından 2018 ve 2019 yıllarında hazırlanan Küçük Menderes Nehir Havzası Yönetim planlarında, su kaynaklarındaki kirliliğin önlenmesi için ”tarım alanlarında besin maddesi ve pestisit yönetimi, hayvan gübresinin kontrollü uygulanması”; ”suyun verimli kullanımı için ürün rotasyonu uygulanması, tarım alanlarında teraslama yapılması, ruhsatsız kuyular ve aşırı çekimlerin önlenmesi” gibi tedbirlerden bahsediliyor. Buna rağmen kirlilikle birlikte kaçak kuyuların sayısı artıyor.

Sonbaharda sorunun çözümü ile ilgili bir çalıştay düzenlemeyi planlayan Tire Süt Kooperatifi Başkanı Mahmut Eskiyörük’ün Küçük Menderes Havzası’ndaki su krizinin giderilmesi için yaptığı öneriler, benzer sıkıntıları yaşayan havzalar için de geçerli:

”Damlama sulama teşvik edilmeli ve vahşi sulama yasaklanmalı. Büyük çapta su kullanan sanayi ve belediyelere, atık suyu tarımsal sulamaya uygun hale getirecek arıtma kurma zorunluluğu getirilmeli. Yağmur sularının denize gitmesini önleyecek, vadilerin bitimine göletler yapılarak su hapsedilmeli ve yeraltı sularının beslenmesi sağlanmalı. Küçük Menderes Nehri, arıtılıp genişletilerek ıslah edilmeli. Büyük Menderes’ten kışın bölgedeki Beydağ Barajı ve diğer göletlere su aktarılmalı.”

İzmir Büyükşehir Belediyesi de daha fazla alanı sulamak için açık kanal ve vahşi sulama yapılan tesislerin, kapalı sistem ve damla sulama olarak yenilenmesinin planlandığını, yağmur ve kar sularının depolanacağı üç sulama göletinin yapımı için ihale çalışmalarına başlandığını, sulama göleti etütlerine devam edildiğini belirtiyor.

Dünyada kullanılan suyun üçte ikisi tarım alanlarında tüketiliyor. Gıdanın üçte ikisi ise sulu tarımdan üretiliyor. Gıda güvenliği için su güvenliği şart. Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım durumu, ”Türkiye su zengini değil, fakat suyu zenginmiş gibi kullanıyor. Tarımsal su talebinin 2030’a kadar yüzde 30 artması bekleniyor. Bu nedenle suyun tasarruflu kullanılması çok önemli” sözleriyle özetliyor.

Görünen o ki, ihtiyacın karşılanması, rezervleri artırmak ya da suyu borularla kilometrelerce uzağa taşımakla mümkün değil; tasarruf, verimliliği sağlayan sistemler, tarımsal yöntem değişiklikleri ve adil paylaşım gerekiyor; çözüm yolunda acil önlem almaya ve kriz yönetimine ihtiyaç var.

DSÖ: Ekim ve kasımda daha çok ölüm görebiliriz

Kıtada virüs kaynaklı ölüm sayısının kısmen sabit kalmasına rağmen vakalarda artış raporlanıyor. Kluge, “Daha da zorlaşacak. Ekim ve kasım aylarında daha fazla ölüm görebiliriz” ifadelerini kullandı. “Ülkelerin bu kötü haberi duymak istemediği bir zaman ve bunu da anlıyorum” diyen Kluge, şöyle devam etti: 

‘Aşı pandeminin sonu olmayacak’

“Sürekli aşının pandeminin sonu olacağını duyuyorum. Tabii ki olmayacak. Aşının tüm nüfus gruplarına yardımcı olup olmayacağını bile bilmiyoruz. Şimdi bir gruba değil diğerine yardımcı olacağına dair bazı işaretler alıyoruz. Ve sonra farklı aşılar sipariş etmek zorunda kalırsak, tam bir lojistik kabus. Pandeminin sonu, toplum olarak bu pandemiyle nasıl yaşayacağımızı öğreneceğimiz andır.”

Avrupa’daki vaka sayılarının, özellikle İspanya ve Fransa’da son haftalarda keskin bir artış gösterdiğine dikkat çeken Direktör, “Sadece Cuma günü 55 ülkede 51 binden fazla yeni koronavirüs vakası raporlandı. Bunun da nisandaki zirveden daha fazla olduğu ifade edildi. Bu arada, günlük ölümlerin sayısı, Covid-19 ile bağlantılı olarak günde yaklaşık 400-500 ölümle haziran başından bu yana yaklaşık aynı seviyede kaldı” diye konuştu. 

Birleşik Krallık’ta telefon kullanırken ölüme sebep olan sürücüye müebbet hapis önerisi

İngiltere, İskoçya ve Galler’de alkollüyken, sürat yaparken ya da cep telefonu kullanırken başkalarının ölümüne yol açan sürücülerin ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasına ilişkin bir yasa tasarısı hazırlandı. Gelecek yılın başında parlamentoya sunulacağı açıklanan tasarıyla uyuşturucunun etkisi altında araç kullanırken ölüme sebebiyet veren sürücülerin de aynı cezayı alması öngörülüyor.

BBC‘nin aktardığına göre, tasarıyla dikkatsiz sürüş sonucu başkalarının ciddi şekilde yaralanmasına neden olanlar için de hapis cezası getirilecek. Daha önce yasada böyle bir madde olmadığı için bu sürücüler sadece dikkatsiz sürüşten para cezası alıyordu.

Trafik cezalarına ilişkin değişiklikler ilk olarak 2017’de gündeme getirilmiş ancak tasarı parlamentoya getirilememişti. Halihazırda bu suçların her biri için hapis cezası 14 yıl.

‘Ceza suçla uyumlu olmalı’

Tasarıyı yeniden gündeme getiren Adalet Bakanı Robert Buckland, “Cezaların suçla uyumlu olması gerekiyor. Ancak aileler bize sık sık, trafikte başkalarının ölümüne neden olan sürücüler için bunun söz konusu olmadığını söylüyor. Bu yasa, tehlikeli araba kullananların yasaların gücünü hissetmesini sağlayacak” dedi.

Yasa tasarısının hazırlanmasından önce halkın fikri alınmış ve 9 bin kişinin katıldığı ankete anketlere katılanların yüzde 70’i müebbet hapis cezasına destek belirtmişti. Ankete katılanların yüzde 90’ı da dikkatsiz sürüş sonucu başkalarının ağır şekilde yaralanmasına neden olanlar için hapis cezası getirilmesini desteklemişti. Yeni düzenleme İngiltere, İskoçya ve Galler gibi Birleşik Krallık’ın parçası olan Kuzey İrlanda’da geçerli olmayacak. Kuzey İrlanda’nın kendi yol güvenliği yasaları bulunuyor. 

Pozitif barışın olumlu ekolojik sonuçları

Pozitif barış, barış içinde yaşayan toplumları oluşturan davranış biçimleri ile kurumlar ve yapıların tümüne verdiğimiz isimdir. Bunun yanında negatif barış ise sadece şiddetin ya da şiddet korkusunun olmaması durumu olarak tanımlanabilir. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün hesapladığı Pozitif Barış İndisi ülkeleri sınıflara ayırıyor. Mesela ülkemiz; Çin, Hindistan, Meksika ve Rusya gibi ülkelerle orta sınıfta yer alıyor. Bu indisin nasıl hesaplandığını açıklamak çok uzun süreceğinden bu noktada ülkelerin pozitif barış bağlamında çok yüksekle çok düşük arasında sıralandığını kabul edelim.

Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün Ekolojik Tehditler 2020 Raporu’na beni götüren şey bu raporda bugünkü ve gelecekteki insan göçlerinin irdelenmesi oldu. Bizim grubun da iklim değişikliği riskleri ve insan göçleri bağlamındaki bir makalesi yakında yayımlanacağından o makaleye eklenebilecek her türlü görüşün kıymetli olacağı düşüncesiyle raporu inceledim. Öncelikle rapor göç konusunda bizim düşündüklerimizi doğrular nitelikte: İnsan göçlerinin en önemli nedeni çevresel tehditler. Bunun yanında çatışmalar çok daha küçük bir yer kaplıyor.

Gelecekte de silahlı çatışmaların yaratacağı tehditler artsa da ekolojik tehditlerle arasındaki oranın sabit kalacağı düşünülüyor. 

Ekolojik tehditleri de su stresi, gıda kısıtları, nüfus baskısı, kuraklık, seller, tropik siklonlar, aşırı sıcaklık, deniz seviyesinde yükselme, kaynak sıkıntısı ve doğal afetler olarak sıralayabiliyoruz. Bu şekilde yaklaştığımızda 2020 yılında dünyada en ciddi şekilde ekolojik tehdit altındaki ülke Afganistan görünüyor. Türkiye ise sadece su stresi ve seller açısından tehdit altında kabul ediliyor.

‘Düşük barış seviyesindeki ülkelerde gıda sıkıntısı daha yaygın’

Gıda sıkıntısı yaşayan nüfusun hangi ülkelerde bulunduğuna bakacak olursak önemli çoğunluğun düşük barış seviyesindeki ülkelerde yaşadığını görüyoruz. Buradan kolayca “barışı öne çıkarak sistemleri kuracak olsalar gıda sıkıntısı da yaşamazlardı” şeklinde basit bir çıkarım yapmamız mümkün, ancak bundan kaçınmamız çok daha doğru çünkü bu noktada ve ileride göstereceğimiz diğer sonuçlarda neyin sebep neyinse sonuç olduğunu ayırt edebilmemiz çok zor. Bu nedenle sebep sonuç ilişkisine girmeden sadece sonuçları göstermekle yetineceğim.

Gıda güvenliği indisinin pozitif barış ile ilişkisini kolayca görebilmek mümkün:

İstatistikte ilk bilmemiz gereken şey korelasyonun bir sebep sonuç ilişkisi doğurmayacağıdır. Burada da pozitif barış açısından daha iyi durumda olan ülkelerin gıda güvenliği açısından da ileride olduklarını görebiliyoruz.

Güvenli içme suyuna sahip olan ülkelerin pozitif barış durumlarına baktığımızda da benzer bir durum gözlemlemek mümkün. Temiz suya erişim yüksek, orta ve neredeyse ortanın üzerinde bir pozitif barış düzeyine sahip ülkelerde barışın sağlanması açısından önemli bir faktör olarak göze çarpmıyor. Ancak özellikle düşük pozitif barış seviyesi ile temiz suya erişimin birlikte görüldüklerini söyleyebiliriz.

Bu raporun en çarpıcı noktasını ise çoğunluğunu iklim felaketlerinin oluşturduğu doğal afetlerin insan üzerindeki etkisinde görebiliyoruz. Çok düşük pozitif barış seviyesindeki ülkelerde bu tür çevresel felaketler daha az görülmesine rağmen bu felaketlerin neden olduğu can kaybı yüksek pozitif barış seviyesindeki ülkelerden birkaç kat daha fazla. Bunu resmi yüksek barış seviyesindeki ülkelerin daha gelişmiş ülkeler olduğu ve bu nedenle de felaketlere karşı daha hazırlıklı oldukları biçiminde yorumlamak mümkün. Ancak bu pozitif barışın temelinde bulunan  davranış biçimleri, kurumlar ve yapıların etkisini göz ardı etmek olacaktır. Özellikle felaket anlarında bireyleri ortak hedefler arkasında birleşmeye yönelten toplumsal davranışlar hem barış hem de böylesi felaket zamanlarında da gerekli olacaktır.

İklim krizi bizleri her geçen gün şiddeti artacak iklim felaketlerine doğru sürüklüyor. Ülkemizde bugün su stresi ve seller dışında bu felaketlerin önemli etkilerini görmüyor olabiliriz ama bizim dışımızdaki bölge ülkeleri bu felaketlerin ağırlığını fazlasıyla hissetmeye başlamış durumdalar. Buradan kolayca çok yakın bir gelecekte bizim de benzer durumlarla karşılaşacağımız sonucunu çıkartabiliriz. Bu felaketlerle başa çıkmanın yolları elbette gerekli uyum önlemleri almaktan geçecektir. Yalnız görüyoruz ki toplumsal pozitif barışı sağlayacak davranış biçimleri ile kurumlar ve yapıların geliştirilmesi de alınması gereken altyapısal uyum önlemleri kadar hepimiz için gereklidir. 

Brezilya’da bir ay içerisinde 1,5 milyon hektar tropikal sulak alan yandı

Rekor kıran sıcaklıklar ve kuraklık ile karşı karşıya olan Brezilya’da hayati öneme sahip tropikal sulak alanlarda çıkan yangınlar büyük bir tehdit oluşturuyor.

Federal Rio de Janeiro Üniversitesi, uydu görüntülerinden yola çıkarak yaptığı hesaplamada ağustos başından bu yana Pantanal bölgesinde yaklaşık 1,5 milyon hektar sulak alanın yandığını ortaya koydu.

Geçen yıla kıyasla üç kat artış

AA’nın aktardığına göre uydu yoluyla yangınları gözlemleyen Brezilya Ulusal Uzay Araştırma Enstitüsü de Panantal’daki yangın sayısının, eylülün ilk 12 gününde, geçen yılın aynı döneminin üç katı olduğuna dikkati çekti.

Güçlü rüzgarlar ve 40 dereceyi aşan sıcaklıkların yanı sıra 47 yıl sonra en kötü kuraklığın etkili olduğu bölgede, jaguarların ve diğer hayvanların alevlere teslim olmadan kurtarılması için itfaiye ekipleri, askerler ve gönüllüler mücadele veriyor.

200 jaguar öldü

Uluslararası vahşi kedi koruma örgütü Panthera, Pantanal’da yangınlar nedeniyle 200 kadar jaguarın öldüğünü, yaralandığını veya yerlerinden olduğunu bildirdi.

Amazon bölgesinde yangınların büyük bölümünden yasa dışı ağaç kesme, madencilik ve çiftçilik faaliyetleri sorumlu tutulurken, Mato Grosso eyaleti itfaiyesinden Yarbay Sheila Sebalhos, Pantanal’da bu seneki yangınların sebeplerinden birinin, yaban arılarını etkisizleştirmek için anız yakılması olduğunu söyledi.

Sinop Nükleer Santral Projesi’ne ‘ÇED olumlu’ kararı

Akkuyu Nükleer Santrali’nden sonra Sinop’ta, Türkiye’nin ikinci nükleer santrali için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) başvurusu onaylandı.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın web sitesinde ilan edilen onay metni şöyle:  

“SİNOP ili MERKEZ, ilcesi Abalı Koyü, İnceburun mevkiindeki EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi tarafından yapılması planlanan Sinop Nükleer Güç Santrali projesi ile ilgili olarak Bakanlığımıza sunulan ÇED Raporu İnceleme Değerlendirme Komisyonu tarafından incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Proje ile ilgili olarak ÇED Yönetmeliğinin 14. maddesi gereğince Komisyon çalışmaları ve halkın görüşleri dikkate alınarak Bakanlığımızca ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu’ Kararı verilmiş olup; SİNOP Valiliği(Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) tarafından kararın halka duyurulması gerekmektedir.

Ayrıca, söz konusu projeye ait Nihai ÇED Raporu ve eklerinde belirtilen hususlar ile 2872 sayılı Çevre Kanununa istinaden yürürlüğe giren yönetmeliklerin ilgili hükümlerine uyulması, mer’i mevzuat uyarınca ilgili kurum/kuruluşlardan gerekli izinlerin alınması gerekmektedir. İlgililere ve kamuoyuna duyurulur.”

Ne olmuştu?

2013 yılının Mayıs ayında Japonya ve Türkiye hükümetleri arasında yapılan anlaşmaya göre başlatılan proje sürecinde Japon şirketinin  ÇED başvurusu yapılmadan önce projeden çekilmesi üzerine  EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi “proje üstlenicisi” yapılarak ÇED sürecine başlanmıştı.

ÇED süreci kapsamında gerçekleştirilmesi gereken halkın katılımı toplantısı Sinop halkının itirazlarına rağmen yapılmış sayılmış, 2019 yılının Aralık ayında Ankara’da yapılan değerlendirme toplantısına ise Sinop’tan katılan sivil toplum örgütleri alınmamıştı

Buna mukabil halkın katılımı toplantısında Sinop Nükleer karşıtı Platform üyesi 17 kişiye dava açılmış, 4 Mart 2020 tarihinde davalıların beraatiyle sonuçlanmıştı.