Köşe Yazıları

Orası öyle de, bu da var ama

0

E var tabi, olmasa olur muydu hiç?


Pop

“Sanat sanat için mi, toplum için mi?” tartışmasını pek severim. İnsanlık tarihindeki en cevapsız (ve tam da bu yüzden), en eğlenceli muhabbetlerden birinin temelidir. Eğlenceli, çünkü ne cevap versen kabul. Cevapsız, çünkü “şöyle” desen İbrahim Tatlıses’i, “böyle” desen Picasso’yu, “yok yok” desen Rimbaud’yu, “oğlum bi’ dakka” desen David Lynch’i, “lan!” desen Arnold Schwarzenegger’i, “ya bi’ dur” desen Ersen ve Dadaşlar’ı, “bak hala” desen Tolstoy’u, “basıcam şimdi tokadı ha” desen Kadir İnanır’ı öne sürer dururum. Tokadı yiyene kadar da durmam hakikaten. O halde tüm sevenlere, yeğenlere, bibilere ve habertürk’ün “Bedelli Askerlik’te son dakika : Dadaloğlu ne dedi?” manşetlerinde geçirdikleri buruk umutlu saatleri askerlik sürelerine sayılması gerekenlere gelsin : History of Pop-music by 4 Chords Song


Confucius

Hepimizin bildiği üzere Çinli filozof Confucius’un ismi ingilizce “confuse”, yani “kafa karıştırmak” fiilinden gelir. Bu saygıdeğer abimizin en bilindik söylemlerinden biri de “Birine balık vereceğinize ona balık tutmayı öğretin” olagelmiştir; ve ama son zamanlarda yapılan araştırmalara göre bu cümle aslında çinceden yanlış çevrilmiş. Doğrusu “Birine beşine bakmayın, ne çıkarsa kısmetine artık” imiş aslında. Bu haber ilk başta kulağa biraz yalan gibi geliyor, farkındayım. Ama aynı üstadın “Bildiklerimizi biliyor, bilmediklerimizi ise bilmiyor olduğumuzu bilmek; gerçek bilgi işte budur” diye anlatılagelen özlü sözünün de aslında “Bildiklerimizi biliyor olduğumuzu aslında bilmediğimizi biliyor olduğumuz sürece bilmediklerimizi bilmiyor olduğumuzu bilmediğimizi bilmek çok da önemli değildir, sonuçta fani işler abi bunlar” olduğunu duyunca herşey yerli yerine oturuyor. Confucius da insan sonuçta, senin benim gibi bi’ iki ayaklı. Güzel, sevimli ve bilge bi’ sakalı var ama, bak o önemli… O değil de Rousseau’nun isminin de aslında annesinin rus olması gerçeğinden geldiğini biliyor muydunuz? Ben biliyordum.


Roman

Yeni bi’ kitap yazmaya başladım. İlk cümlesi konusunda kararsızım hala ama. Malum, nasıl başlarsan öyle gider. “Bir gün, hem de diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir gün, hayatınız değişebilir.” ile “Kaçınılmazı yaşadı, uyandı.”arasında gidip geliyorum med-cezir misali.. Biri yetmiyor, diğeri fazla geliyor. Ya aklım sular altında kayboluyor, ya da ruhum cızcıbıldak kalıveriyor kumların üstünde. Orta yolu vardır bu işin kesin de, o da sarmaz be anacı’m. Konsensüs, uzlaşma, anlaşma falan, bayıyor bir noktadan sonra. Bu kadar ahkamdan sonra gidip “Karanlığı severdi, özellikle birşeyler düşünür ya da önemli bir karar alırken” de karar kılacağım muhtemelen. Orta yol gibi böyle, yandan yandan.


Yalan

Tahsin Yücel’in 2002 yılında yayımlanmış romanı “Yalan” da ilginç bi’ tez vardı roman karakterlerinden Yunus’un ortaya attığı. “Önce yazı gelir, dil ondan sonra çıkmıştır ortaya” diye. Kesinlikle katılıyorum. Hem evrim teorisi de destekliyor bu tezi. Bi’ düşünün, mağara adamı olsanız mesela, bi’ kadına yaklaşıp “Agu mun san vera hunda munda” demek mi daha etkili olurdu, “Aşkından öldüm bittim, sararıp soldum, önce açtım, sonra kapandım. Gel kuytulara gidelim; gidelim ki aşkımıza renk gelsin yeniden. Beraber yeni bir güne uyanalım taptaze, ölüp ölüp dirilmek yerine.” mealinde bir şiir yazıp eline tutuşturmak mı usulca? Hangisi üreme amacına daha iyi hizmet ederdi? Tamam, biraz nota da kattın mı daha da bi’ etkili oluyor, hiç itirazım yok. Vitamin iyidir iyi (vays, demek fiil tekrarlama olayı araya nesne almadan da işe yarıyormuş).


90’lar ve Vitamin

80’lerde doğmuş olmanın en büyük avantajı (apolitik olmaya iten bir siyasi ve toplumsal kültürün içinde mis gibi yoğrulmayı saymazsak tabi) 90’larda ilk gençliğimizi yaşamak oldu bizler için. Vitamin’le büyüdük nan, bundan büyük nimet mi var? Parliament gece sineması ve pazar günü banyo ritüelini de saymak lazım belki evet, ama onlar konumuz dışında. Baki olan şu ikisi : 1) Vitaminin (özellikle de hani şu turunçgillerde olanının) her derde deva olduğunu daha yaş birer ağaçken öğrendik, 2) Türkiye dışında da müzik yapıldığını, yapılageldiğini gördük (ve bu noktada Parliament Sinema Klubü devreye girdi hakikaten). O değil de şu sınavlar bitsin, bi’ Geleceğe Dönüş 3’lemesi gecesi yapmak farz oldu.


Blues

Hani Marty Mcfly arkasındaki orkestraya dönüp “…Tamam çocuklar, şimdi Si notasından bi’ blues yürüyüşü yapacağız…” diyor ya; işte o son yüzyılın müzik tarihinin özetidir, derim. Öyledir ki ABD’nin engin güney-doğu pamuk tarlalarında çalışan zencilerin yakarışlarından doğup Missisipi’nin alüvyon deltalarında yeşermiş, Chicago’nun bol içkili gece eğlencelerinde ilkgençliğini doyasıya ve elektrikli gitarın baştan çıkarıcılığında yaşamış, büyüdükçe rock’n roll, rock, blue-grass gibi yeni çocukların tohumlarını saçmış, etrafındakiler “oğlum böyle böyle nereye kadar, bi’ askerliği çıkar aradan, bi’ iş kur, çoluğa çocuğa falan karış” telkinlerine dayanamayıp jazz’la fizyonlanmış, neden sonra yeniden çocukluluğunun saf ve katıksız varlıksallığına dönüş vaktinin geldiğini farketmiştir. Vakur, mağrur, mütevazi ve şenlikli bir bilge misali çaktırmadan topluma yön veredursun, ilk kuşak tohumları (60’larla 70’ler, pehpeh) kadrini bilip öğütlerini her daim akıllarında tutarken torunları biraz şımarıp geldikleri köyü hatırlarından çıkarmaya çalışmışlar (80’ler, 90’lar hele… O yılların neo-liberal ve endüstriyi/şehir yaşamını kutsayan hastalıklı anlayışı yüzünden olsa gerek sanki herhalde. Galiba). İkinci kuşak torunların aklı daha bi’ başında ama. Beyonce diyip burun kıvırdığın hatun bile, baksana, unutmuyor yaptığı müziğin temelini.

Unutmak iyi de, hatırlamak da güzel ama.

You may also like

Comments

Comments are closed.