Köşe Yazıları

Ölçek meselesi – Ariel Greenwood

0
Ariel Greenwood

Ariel Greenwood’un arielgreenwood.com blogundaki yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Cem Sabuncu‘nun çevirisiyle sunuyoruz.

***

ABD, Kaliforniya Eyaleti’nde bulunan bir doğa koruma alanında, ekolojik onarım amaçlı sığırcılık yapan Holistic Ag’de “çobane” olarak çalışan Ariel Greenwood’un daha önce bir başka yazısını daha Yeşil Gazete’de çevirerek yayınlamıştık.

Greenwood bu yazıda da gıda üretiminin doğa üzerindeki etkilerinin ne kadar farklı olabileceğini, indirgemeci yaklaşımların işe yaramayacağını anlatıyor. Türkiye’de de gündemimizde olan tartışmalar ve “yaptığımız her alışverişle aslında geleceğin dünyasına yönelin politik bir seçim yapıyoruz” şiarından beslenen yazısı, benzer tartışmaların dünyanın geri kalanında da çok benzer süreçlerle yaşandığını gösteriyor. Bundan da önemlisi, gıda üreterek dünyayı onarmak (yani, “onarıcı tarım”) konusunun özellikle genç kuşakların bayraktarlığını yaptığı, paradigma değişimi potansiyeli taşıyan bir toplumsal harekete dönüşmekte olduğunun ipuçlarını sunuyor. Keyifli okumalar (Durukan Dudu)

***

Sığırcılık yapan biri olarak ‘Cowspiracy’ belgeseli hakkında pek çok soruyla karşılaşıyorum. Hızlıca verdiğim ilk cevap: “yapılacaklar listeme daha bu filmi izlemeyi eklemedim” oluyor. Ancak internete koyulmuş olan bilgiler ve kafamda dönen sorular sayesinde belgeselin içeriği hakkında biraz bilgiye sahibim.

İzledikten sonra belki sadece bu filme ayrılmış bir yazı kaleme alabilirim, ama başkaları benim yapabileceğimden çok daha iyi bir şekilde bunu yaptılar bile.

Ariel Greenwood

Ariel Greenwood

Zaten bu tartışmanın miadı çoktan doldu ve sığır endüstrisini de desteklemeye hiç niyetim yok. Çayır ve/ya meralarda beslenen sığırları bile. Çünkü bu çok karışık bir konu ve iki farklı üretici uygulamasının birbirinden tamamen farklı çevresel etkileri olabilir.

Aslında, derinlemesine incelemek istediğim konu da bu. Tükettiğimiz gıdaların kaynağını, ve üretim şeklinin yok edici olmaya mi yoksa onarıcı bir pratik olmaya mı daha yakın olduğunu konuşurken nasıl oluyor da karşımıza çıkan ilk cevap her zaman için: “duruma göre değişir” oluyor?

Bu, net bir cevap olmayabilir, ama sonunda daha doğru bir cevap verilmesine yol açıyor. “Kırmızı etin her türlüsü kötüdür”, ya da “vejetaryen beslenmek gezegen için daha iyidir” gibi söylemlerle karşılaştırılınca tutarsızlık ortaya çıkıyor. Gördüğüm kadarıyla, problemin kaynağı beslenme düzenlerimiz hakkında yanlış soruları sormamızdan ziyade doğru soruları yanlış ölçekte dile getirmemiz.

Aksam yemeğinde pişirmek için yarim kilo et almayı düşünen birisi için, alacağı etin nereden geldiğini ve ne gibi çevresel riskler teşkil ettiğini bilmedikçe, küresel hayvancılık sektörünün soya üretimine monokültür arazileri açmak veya sığır otlatmak için yağmur ormanlarını yok ediyor olması, çok da önemi değildir. Bu yüzden mesela bu kişi Brezilya mısırıyla beslenmiş, ABD-üretimi et satın alabilir. (Bildiğim kadarıyla yem ile beslenen, ABD’de üretilen sığırların çoğu ABD-üretimi mahsullerle besleniyor. Neyse konuyu dağıtmayalım).

Durumdan duruma farklılık gösteren şeyler; bir hayvanin nasıl bir ortamda yaşayıp et ürününe dönüştüğü, nasıl beslendiği ve o yemin nereden geldiği, ot, saman ya da tahıl fark etmeksizin bu yemlerin üretiminde çevreye ne gibi bir etkisi olduğu, bu hayvanların ne dereceye kadar tür olarak evrildikleri veya evcilleştirdikleri koşullara uygun yaşayabiliyor oldukları, yaşadığı sürece üzerindeki baskı ve stresin ne dereceye kadar doğal olduğu, içtiği suyun nereden geldiği, dışkısının nereye gittiği ve oynayabileceği bir ortamın olup olmadığı..

Bu sorular ancak bir kişinin “biyobölge”sine veya çiftliğine dair bilgilere bakılarak cevaplanabilir. Klişe görünse de bu, ‘yerel tüketim’ felsefesinin neden bu kadar önemli olduğunu gösteren nedenlerden sadece biri. Bir gıdanın menşei ile bizim aramızdaki mesafe ne kadar artarsa, bu gıda hakkında sahip olabileceğimiz bilgiler o kadar çok elden geçerek ve üçüncü kişilerce ulaştırılır ve üretim sürecinde toprağa ve hayvanlara nasıl davranıldığına dair detayların bize ulaşma şansı da o derece azalır.

sığır_ariel

(İste bu yüzden, kahve ve kakao gibi ürünlerde karşımıza çıkan, Fair Trade ve Organik sertifikalandırma çok önemli ve aynı zamanda tehlikeli bir durum. Çünkü bu sertifikalara güvenmeye karar verdiğimiz zaman, lezzetli ama bağımlılık yapabilecek gıda maddeleri karşılığında ekolojik duyarlılığımızdan bir parça taviz vermiş oluyoruz. Bu satırları kahvemden bir yudum alarak yazıyorum. Benim de yemem gereken daha çok fırın ekmek var.)

Yerel gıda satın almak, pazarlarda üreticilere lahanayı nasıl pişirelim diye sormaktan geçmiyor. İşin özünde yatan, devlet ve şirketlerden ziyade, yaşadığın toprak ve parçası olduğun topluluğa olan bağımlılığını bu şekilde ifade edebilmek. Bir insanın çevresindeki alandan gıda temin edebilmesi o kişinin doğuştan kazandığı temel hakkıdır. Kendi çevremize daha derinlemesine bakmak yerine yararlı verilermiş gibi görünen genellemelere inandığımız her seferde bu ahlaki ve siyasal egemenlik hakkımızı teslim etmiş oluyoruz.

“Duruma göre degişir” cevabı bir çok kişi için dumura uğratıcı olabilir. Neye göre değişir? Bana kalırsa yerel düzeyde, ki en önemli düzey, bir ekolojik cehalet salgınıyla karşı karşıyayız. Bir çok insan biyobölgesi hakkında az miktarda bilgiye sahip; bununla yerel hava modelleri, bitki ,örtüsü, yaban hayat, topraklar, yağış alanları, en az girdiyle üretilebilen mahsuller, ve bu ürünlerin çevresindeki bitki örtüsüne/yaban hayatına/yağış alanlarına etkilerinden bahsediyorum.

Ancak, insanlar cevabını rahatlıkla, çabuk bir şekilde veremediği soruları sormayı sevmezler. Bu yüzden sorularımızı sadece kaba hatlarıyla, genelleyerek sorarız. Ta ki net bir cevap bulana kadar. Verdiğim örneğe geri dönmek gerekirse, bir insanın et yemesi gerekli midir sorusuna cevap bulmak için hızlıca bir Google taraması yapıldığı takdirde Amerikalı’ların ne kadar çok et tükettiği, yarim kilo et üretmek için ne kadar su tüketildiği, hayvanları yetiştirirken salınan sera gazları, ve bir çok başka konu hakkında oldukça fazla sayıda grafik ve istatistik karşımıza çıkıyor.

Bu veriler bir belirlilik yanılsaması yaratiyor, ancak bu istatistiklerde genellikle dikkate alınan endüstriyel, ulusal, ya da küresel ölçekteki verilerin ortalamasıdır.

ariel2

Daha da önemlisi, bu verilerde sadece ölçülebilir değerlerden bahsediliyor. Endüstriyel tarım bir ölçek ekonomisidir, yani her girdi ve çıktı takip edilir ve birçoğumuzun kafasını karıştıracak bir hassaslık derecesinde ölçümler yapılır. Yani, son zamanlarda FAO tarafindan yapılan, küçük çiftçinin üretkenlik, çeşitlilik ve sürdürülebilirlik açısından çok büyük önem taşıdığı hakkındaki haberleri görsek bile herhangi bir tarım ürünü için karşımıza çıkan veriler çoğu kez devlet tarafından arsası hibe edilmiş ve büyük ölçekli zirai şirketler tarafından desteklenen-ki esas önemli nokta da bu- üniversitelerden geliyor.

Bir başka deyişle, toprak üretirken ve biyolojik çeşitliliği arttırırken aynı zamanda dışardan sıfır girdiyle yüz farklı türü yetiştiren, geleceğin Demeter sertifikalı, biyo-dinamik küçük çiftçisinin verileri çoğu zaman ölçülüp Huffington Post’ta bir makaleye dönüşmüyor.

Bütün bir ulusu ve hatta gezegeni hesaba katmak ancak o ulusu veya tüm gezegeni doyurmaya çalışıyorsanız anlamlı olur ki bu da teknokratların kendilerine biçtikleri bir rol. Ancak bu soruyu kendinizi veya içinde bulunduğunuz topluluğu doyurmak için soruyorsanız, bu soruşturmanın ölçeği çok daha daha farklıdır ve hem cevapları bulma süreci hem de cevapların kendisinin değişmesi gerekir. “Duruma göre değişir”liğin ötesine geçmek pek çok soruyu beraberinde getirir ama bunların cevapları da genelde erişimimize açıktır. Bazen google’dan kafamızı kaldırıp çevremize bakmamız gerekir.

Açıkça söylemek gerekirse, bir konsept olarak veri kullanımına kuşkucu yaklaşmıyorum. Bilakis, yetişkin insanlar olarak, karar vermede alakalı olduğu varsayımıyla bize sunulanla neyin gerçekte alakalı olduğu ayrımını yapabilmenin bizim görevimiz olduğuna inanıyorum. Çoğumuz mevzuat düzenleme veya karar verme mekanizmalarında değiliz. İdeal şartlarda hepimizin bir şekilde bu süreçlerle ilişkili olmamız beklenebilecekken günlük hayatlarımızda sorunun boyutu içinde bulunduğumuz çevrede kendimizi nasıl besleyebileceğimiz oluyor. Bu açıdan bakıldığında, belirlilikten ödün vermek yerine karar mekanizmalarında daha aktif olabiliriz

Bu ayrımı yapmak, biyobölgelerimize aşina olmamızı gerektirir. Böylece dikkate almamız gereken şeylerin neler olduğu anlayabilelim (gümüş somon balığının yumurtlaması mı yoksa yumurtasını yere bırakan kuşlar için çeşitliliği korunmuş yaşam alanları mı?) ve çevremize zarar vermek yerine onu iyileştirmek için adım atabilelim.

Bu gerçekten de önemli, çünkü yediklerimiz çevremizi diğer her şeyden çok daha fazla etkiliyor. Ziraat muhtemelen gezegenimizi ve içindeki sosyal yapıları ikisini birden tanımlayan tek büyük kuvvet. Hem çevre felaketlerine, zulümlere hem de benzersiz bir onarıma ve egemenliğe yol açabilecek bir araç olabilir. Üretici veya tüketici fark etmeksizin, hepimiz bir şekilde tarımın parçasıyız. (Tabii safi bir neo-ilkel avcı-toplayıcı değilseniz. Öyleyse daha güçlüsünüzdür ama pamuk yerine geyik derisi giyseniz iyi edersiniz)

Benim için bütün bunları söylemek kolay, çünkü gözlerimle tanıklık edebiliyorum. %100 otla beslenen bir sığır sürüsü idare etmek olan işim bana doğal kaynakların korunması bağlamındaki konular üzerinde sürekli düşünme ayrıcalığını tanıyor.

ariel3

Neyse ki, çevre duyarlılığını gıda alışverişi yaparken de göstererek bizden et satın alan müşterilerimizin bulunduğu liste gittikçe uzuyor ve ben bu sayede bu fırsatı büyük bir keyifle değerlendirerek bir nevi köprü görevini üstleniyorum. Bu insanlar soruyu doğru ölçekte sordular, daha derinlere indiler, ve peşinden gittiler.

Su kullanımı hakkında sorular sormaya başladıklarında, bizim yalnızca yerel su kaynaklarını kullandığımızı, yılın yarısında derelerden yararlandığımızı, geri kalan aylarda faydalandığımız su taşırların ise otlatma uygulamalarımız sayesinde yeniden yüklendiğini öğrendiler. Sığır yetiştiriciliği için gerekli alan ve sebzecilik yapmak için gereken alanın yüz ölçümü arasındaki farkı vurguladıklarında, onlara bizim hayvanlarımızı otlattığımız alanların dağlık araziler olduğunu, bu otlakların gezegenin en çok tehdit altında olan araziler olup kendine has değerlerinin olduğunu ve hiçbir şekilde sürülüp tarla haline getirmeye uygun olmadıklarını anımsatıyorum.

Hayvan yemini nereden aldığımızı merak ettiklerinde, onlara etraflarına bakmalarını söylüyorum. Sadece buradan geliyor, başka hiçbir yerden değil. Stoklama oranı ve yemleri bu doğrultuda idare ediyoruz. Metan gazıyla ilgili sorular sorduklarında, onlara küresel atmosferik metan ile geviş getiren hayvanların sayısındaki iniş çıkışlar arasındaki bağlantıyı inceleyen araştırmaları gösterebiliyorum. Gaz döngüleri ve gaz üretimi arasındaki farkları tartışabiliyorum. Eski dostumuz karbondioksit (CO2)’e gelince ise, uyguladığımız otlatma sistemlerinin karbonun toprakta depolanmasını sağladığını ve bunun mantığını detaylı bir şekilde açıklayabileceğimi söylüyorum.

Ekolojik duyarlılığımızdan ödün vermemek adına herhangi bir zirai yatırımı toptan reddettiğimizde, bu işi başka türlü yapan insanların geçim kaynaklarını baltalıyor ve bundan fayda görecek belirli alanlar ve hayvanlar için doğru bir şey yapmış olmuyoruz. ‘Durumdan duruma değişir’ cevabı bizi dumura uğratmamalı, aksine doğuştan kazanılmış olan biyobölgelerimizin iyiliği için bilgili ve aktif aktörler olarak mücadele hakkımızı talep etmeye yönlendirmeli bizi. Eğer büyük küresel sorunlara değinmek istiyorsak öncelikle bildiğimiz, sevdiğimiz, dokunabildiğimiz ve yediklerimizden başlamamız gerekiyor. Bundan daha yüreklendirici bir şey hayal edemiyorum.

 

Ariel Greenwood

(Çeviren: Cem Sabuncu)

(Yeşil Gazete)

You may also like

Comments

Comments are closed.