Dış Köşe

Neden olimpiyat yapalım – Banu K. Yelkovan

0

Londra 2012 bütün başarısızlığımıza rağmen, aslında tam da bunun sayesinde tam bir aydınlanma fırsatı oldu aslında. Bir taraftan hamasi yayınlarla, “İnanamıyorum hakemler hakkımızı yedi” türünde yorumlarla bize kör muamelesi yapan, her başarısızlığı kadere, kısmete, şanssızlığa bağlayan TRT; diğer yanda seyretmekte olduğumuz yarışın önemini anlatırken, araya orada yarışan Dominik Cumhuriyetli ya da Güney Afrikalı, Amerikalı ya da Kübalı sporcuyla duygusal bir bağ kurmamızı sağlayacak türden hikâyeler sıkıştıran Eurosport spikerleri…
Sadece bir kurum eleştirisi ya da aktarım farkı değil, külliyen bir anlayış farkı bahsettiğim. Bir yanda, diyelim voleybolda, rakibimizin grubu lider tamamlayacağı kesinleştiği için konsantre olmayacağını uman, herkesi kendi gibi bilen, bunu da gayet normal gören, bize anlatarak bir nevi hepimiz için normalleştirmeye çalışan, aslında çok da alışkın olduğumuz bir bakış açısı var. Rakibin motivasyonunun düşük olacağını bekleyen, es keza galibiyeti alsak, bu defa bizimkileri övmelere doyamayan, bu yorumlarla hem kendi sporcularının emeğine hem de rakibin inanılmaz yenilmezlik serisine ayıp ettiğinin farkında olmayan, ekran karşısındaki seyircilere ne yanlış mesajlar verdiğini umursamayan bir anlayış. Kendi kader maçında, sürekli Güney Kore ve Çin’in gruptan birlikte çıkabilmek için al gülüm, ver gülüm yaptığını ima ederek anlatan spikerin, maçı “Hadi oğlum, hadi oğlum..” nidalarıyla, seyrettiği sporcuların kadın olduğunun bile farkında olmadan salt kazanmak için seyreden taraftardan çok da farkı yok. Hepsi biziz.
Asıl kaybeden kim?
O sırada ekranda protezlerinin kendisine avantaj mı, dezavantaj mı olduğunun tartışmaları henüz bitmeden katıldığı 400 metre yarışını sonuncu bitiren Oscar Pistorius var mesela. Fibula kemikleri olmadan yani bacaksız dünyaya gelen Oscar’a küçükken, “Yarışıp sonuncu olmak yarışmamaktan iyidir. Asıl kaybeden yarışta sonuncu olan değil, kenarda oturup koşanları seyredendir” diye öğüt veren bir annesi var. Kardeşine “Carl, ayakkabılarını giy” diye bağırdıktan sonra Oscar’a “Oscar protezlerini tak” diye seslenen türden bir anne. Protez bacaklarıyla su topu, tenis, kriket oynayan, ragbi takımına giren bir çocuk. Diğer yanda üzerindeki baskıdan yüzmeyi unutan yüzücüler. Normalde çok rahat kaldırdığı ağırlıkları kaldıramayan halterciler. Heyecandan diskalifiye olan atletler. Amacı ‘kazanmak’ olarak konduğundan, beklentileri yerine getiremeyeceği endişesiyle dizleri boşalan, geceleri uyuyamayan sporcular… Kim engelli şimdi? Asıl engel ne?

 

Nasıl değil neden
Geçen ocak ayında İstanbul’da düzenlenen SMC Spor Pazarlama Konferansı’nda konuşma yapan Olimpiyat Komitesi iletişim ve pazarlama stratejilerinin mimarı Terrence Burns, “Hangi ülkenin olimpiyatları alacağının cevabını artık ‘nasıl’ sorusu belirlemiyor. Olimpiyat Komitesi ‘nasıl’ yapacağından ziyade ‘neden’ yapmak istediğinle ilgili” diyordu.

 

Biz hâlâ ve inatla ‘nasıl’ daha iyisini yapacağımızı anlatıyoruz. ‘Daha iyiden’ sadece daha yeni, daha güzel, daha modern tesisleri, daha görkemli bir açılış törenini anlıyoruz. İki kıta arasında olacağı vurgulu, lale motifleriyle süslü kampanyalarımızda altı çizilen hep organizasyon yeteneğimiz, tesis hamlemiz, yaptığımız yatırımlar…

 

Biz zaten ekranın yanlış tarafındayken bile, yarışan değil seyrederken bile olimpiyatın kazanmakla hiç ilgisi olmadığını anlamamışken, olimpiyat ruhunun ne demek olduğunu çözememişken ‘nasıl’ olimpiyat yapacağız arkadaşlar? Daha doğru soruyla bir kez daha soralım: ‘Neden’ yapalım ki?

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.