Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Nasıl bir demokrasi: ‘Güç reflüsü’ karşısında ‘örtüşen görüş birliği’ mi?/2- Can Veyselgil

0

Bu yazı, Murat Özbank’ın bu mecrada 21 Mayıs – 29 Mayıs 2021 tarihleri arasında dört dizi halinde yayımlanan “Türkiye demokrasisinin mustarip olduğu ‘güç reflüsünün’ çaresi: Diyalog ve demokrasi üzerine ‘örtüşen görüş birliği’” makalesine dair bazı soru(n)larımı paylaşarak cevap verme ve orada başlatılan tartışmayı alevlendirme amacını taşımaktadır.

Karşımda bir siyaset bilimci tarafından yazılmış ve önemli iki düşünürün (Habermas ve Rawls) demokrasi fikirlerine dayanan bir makale var. Ben doğrudan kendi demokrasi anlayışımı ortaya koymadan bahsettiğim bu yazılardaki fikirlerin bir eleştirisini sunmaya ve demokrasi de bundan ibaret olmamalı demeye çalışacağım. Bu aslında bir handikap, çünkü kendi yazımın okunurluğunu bir başka yazarın yazdıklarının okunmasına fazlaca bağlı kılmış olacağım. Bu anlamda belki de bu yazıya negatif bir yerden başlamış olacağım. Buna rağmen eleştirilerimi ve itirazlarımı sıralayarak bazı alternatif bakışların kapısını aralamayı umuyorum.

Birinci bölüm için tıklayın

*

4- Aydınlanma’nın sağlıklı ve steril salonlarından kirli ve paslı tezgâh altlarına kamusal alan

Politikayı tarihsel kategoriler ve somut iktidar ilişkileri üzerinden okumak lazım. Mesele iktidar ilişkilerini ‘devlet’, ‘büyük adamlar’ ya da ‘soyut kavramlar’ üzerinden okumak değil, tam tersine ‘devleti’, ‘büyük adamları’ ve ‘soyut kavramları’ iktidar ilişkileri üzerinden okumak. İdeal bir demokrasi ve kamusal alan nedir deyip analizi buradan başlatmak somutta duvarlara tosluyor. Kamusal alan, neyin tartışılır neyin tartışılmaz olduğunun belirlendiği yer, neyin sağlıklı neyin sağlıksız demokrasi olduğunun tespit edildiği yer, hangi olasılıkların kapatılacağı hangilerinin açılacağının belirlendiği yer, hangi kanaatlerin öne çıkacağı hangilerinin geride kalacağının şekillendiği yer, son kertede neyin politik neyin politik olmadığının sınırlarının çizildiği yer. Bu alan; uzlaşmadan çatışmaya, uzlaşır gibi yapmaktan çatışır gibi yapmaya farklı uçlar arasında salınan pek çeşitli konum alınabilecek ve alınması gereken çok aktörlü bir yer. Bu konumlardan sadece birini yani sınırsız diyalog yoluyla örtüşerek uzlaşmayı sağlıklı olarak tanımlayıp oradan ilerlemek bana doğru gelmiyor. Kamusal alana sağlıklı olduğu iddia edilen sınırlı bir demokrasi kavramı ile girip bu alandaki sayısız mücadeleyi sadece bu sınırlı kavramla yürütmek ve sonucunda kazanmak bana gene pek mümkün görünmüyor.

Özbank’ın yazısından öğrendiğimize göre diyalog, iletişimsel ve eleştirel aklın kılavuzluğundaki tartışmalardan oluşuyor. Bu tartışmalardan süzülerek ortak görüşler oluşuyor. Bence eleştirel olmak, böyle tarih-dışı ve evrensel olduğu varsayılan bir aklın kılavuzluğuna güvenmemek olurdu. Eleştirel olmak, belli bir tarihsel bağlamda bu tartışmaları süzen süzeğin analizini yapmaktır. Hiçbir süzek kendi başına demokratik değil. O yüzden her zaman süzeklerin analizini yapmak daha eleştirel olur diye düşünüyorum. Diyaloğun da benzer şekilde tarihsel bir kategori olduğunu vurgulamak önemli görünüyor bana.

Ezeli ebedi ve evrensel bir akıl tarafından kılavuzluk edilen bir iletişim biçimi ve diyalog yok. Habermas, “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” adlı çok etkili olmuş kitabındaki kamusal alan ve demokrasi fikirlerine Aydınlanma çağının salonlarına odaklanarak ulaşıyordu. Habermas Özbank’ın bahsettiği iletişimsel ve eleştirel aklı, Voltaire’de, Diderot’ta ve onların rafine, akılcı ve rasyonel salonlardaki rafine tartışmalarında buluyordu. Yani evrensel akıl dediği belli ayrıcalıklara sahip elit bir zümrenin aklıydı aslında. Pek çok kere bu Aydınlanma düşünürlerinin Fransız Devrimi’ne katkı sunduğu ve devrimin fikir dünyasını ve modern politik kültürü şekillendirdiği söylenmiştir. Ne de olsa akılcıdırlar, iletişimseldirler ve rasyoneldirler.

Önemli bir on sekizinci yüzyıl Fransa tarihçisi olan Robert Darnton’ın “Forbidden Best-Sellers of Pre-Revolutionary France” (Devrim öncesi Fransa’nın Yasaklanmış En çok Satanları) ve “The Literary Undeground of the Old Regime” (Eski Rejimin Edebi Yeraltı) adlı eserleri, bize farklı bir kamusal alan ve kamuoyu manzarası sundu. Burada ön plana çıkan aktörler, Diderot gibi elit figürlerin hazırladığı ve Aydınlanma’nın en önemli eserlerinden sayılan Ansiklopedi değil tezgâh altında satılan ve halktan yoğun talep gören yasaklı, izinsiz veya korsan kitaplardır. Bugün, bu kitapların Devrim’e bu elit figürlerin eserlerinden daha fazla katkı yapmış olabileceğini tarihçiler epeyce tartışmış durumdalar. Anakronistik olmak pahasına söylersem, Darnton tezgâhın altından on sekizinci yüzyıl Fransa’sının sosyal medyasını ortaya çıkardı.

Kamusal ve politik alanı ‘tezgah altına’ kaydırmak

İşte evrensel, tarihsiz ve sosyal konumlardan bağımsız bir iletişim ve diyalog yok. Diyalog sadece Aydınlanma salonlarındaki gibi rasyonel, eleştirel ve akılcı diyaloglarla ortaklaşmak ve örtüşmek değil; bunun propaganda boyutu var, halkın alımlaması var, okuyucuların yanlış anlaması var, herkesin kendince anlaması var, tezgâh altı var, yer altı var. Özbank’ın yazısı bana Habermas’ın Aydınlanma salonlarının sağlıklı ve steril ortamının hissini veriyor. Benim politik bir hareket için önerim; salon politikası yapması, elit seviye metinler ve laflar üretmesi olmazdı. Bunların yerine kamusal ve politik alanı Darnton’un bahsettiği tezgâh altına kaydırması olurdu. Politika, yalnızca eleştirel aklın kılavuzluğunda yapılan bir şey değil, tezgâh altında da yeraltında da yapılan bir şey, bu anlamda duygulara da hitap etmesi gereken bir şey.  Bugünün iletişim dünyasında sosyal medya ve onun kuralları oldukça önemli. Derdini Ansiklopedik makalede değil, 140 karakter sınırıyla anlatmak önemli. O yüzden bugün derdini ansiklopedik ifade edip karşılık bulmuyor diye hayıflanmak eleştirel aklın hezeyanları, tarihsel ve eleştirel bir aklın değil.

5- Örtüşerek ortaklaştırabildiklerimizden misiniz? Gezi Parkı protestoları ve İBB seçimleri

Gelelim Gezi Parkı protestolarına ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) seçimlerine. Özbank’ın yazı dizisinde bu olaylar, diyalog yoluyla örtüşerek ortak görüş oluşturmanın Türkiye siyasal hayatından iki yakın ve belirleyici örneği. Adeta Habermas’ın ve Rawsl’un politik teorilerinin, kavramlarının vücut bulmuş halleri bunlar. Özbank’a göre bu protestolara katılanlara ortak vicdani kanaatlerini (barışçı eylemlere karşı uygulanan orantısız polis şiddetinin yanlışlığı) eylemli olarak ifade etme cesareti veren şey ne siyasi bir partinin talimatı ne de iç veya dış mihraklardır. Özbank, “onlar bu cesareti birbirlerinden, aralarındaki örtüşen görüş birliği sayesinde buluştukları ortak eylemlilikten, bu eylemlilik içindeki birlikteliklerinden, yani tüm çoğulluklarıyla birbirlerinden almışlardı” diyor. Yani ortak vicdani kanaatlerini eylemli olarak ifade etme cesareti veren şey, gene vicdani kanaatleri sayesinde buluştukları ortak eylemlilik. Eylemliliklerini gene eylemlilikleriyle, kanaatlerini gene kanaatleriyle açıklıyor Özbank.

‘Lafı açan ilk lafı’ kim açtı?

Özbank’ın eylemlilik içindeki birliktelikleri vurgusunu oldukça önemli bulmakla beraber bu vurgu sonraki açıklamalarda kayboluyor ve eylemlilik vurgusu yerini kavramsal farkındalıklara, vicdanlara, ortak görüşlere bırakıyor. Özbank, “Gezi’de uygulanan orantısız polis şiddetinin yanlış olduğu kanaati üzerinde örtüşen bir görüş birliğini nasıl fark edebilmiştik” diye soruyor. Cevap, “birbirimizle insanca iletişim kurarak, soru sorarak, cevap vererek, dinleyerek ve anlamaya çalışarak” oluyor. Özbank sorularına devam ediyor ve protestolara katılanların aralarındaki onca farklılık, görüş ayrılığı ve husumetlere rağmen bu insanlar arasındaki lafı açan ilk lafın nasıl edildiğini merak ediyor. Cevabı, gene “kavramsal farkındalık düzeyine çıkmamış başka bir örtüşen görüş birliğinde” bulunuyor. Burada lafı açan ilk lafın, aslında diyalog üzerine örtüşen görüş birliği olduğunu öğreniyoruz. Mucize kavram her soruyu cevaplamaya devam ediyor. Kavramsal farkındalığın düşük olduğu tespiti de eyleme katılanların bir Habermas veya bir Rawls olmadıkları üzerine bir tespit gibi. Tam bu noktada okuyucu, zaten kavramsal farkındalık düzeyine çıksaymış cesareti verenin de lafı açanın da Habermas ve Rawls olacağından korkmaya başlıyor.

Özbank’ın Gezi protestolarıyla ilgili görüşlerine dair fikirlerimi ve itirazlarımı dört başlık altında toplamak istiyorum. İlk olarak bu kadar çok ortak görüş vurgusu, Gezi’deki farklılıkları da dile getirme isteği uyandırıyor. Gezi’de ortaya çok ciddi bir dayanışma ve direniş örneği konduğu aşikâr olmakla beraber bu derece ortak görüş vurgusu beni rahatsız ediyor. Mesela aklıma kimler ön saflardaydı, kimler ortadaydı, kimler daha fazla devam etti çatışmaya, en önde olanlar daha fazla baskıya ve ayrımcılığa uğrayan kimliklere sahip olanlar mıydı gibi sorular geliyor. Müslümanlarla laikler halay çekiyordu tespiti artık bir klişe oldu. Hangi Müslümanlar ve hangi laikler? En göze çarpan ve dikkat çeken Müslüman gruplardan biri Müslüman sol gruplardı örneğin. Parkta en “Gezici” sloganları atanlar sokak çocuklarıydı örneğin; oradaki ortamdan memnundular, yemeğe erişimleri artmıştı, insanca iletişimden önce insanca bazı hizmetlere erişiyorlardı.

Gazlanarak örtüşmek, çatışarak ortaklaşmak

İkinci olarak Özbank’ın yazısındaki zaten örtüşerek geldiler ve eylediler vurgusu, eyleyerek ve direnerek ortaklaştılar vurgusunun çok önüne geçiyor. Zaten görüş birliği ile gelip eylemli oldular, görüşmeye ve örtüşmeye devam ettiler demek bana bazı performansları örneğin bedensel performansları dikkate almayan bir tavır olarak geliyor. Diyaloğu sadece dile, kavramlara, sözcüklere ve konuşmaya indirgemek olarak geliyor. Bu noktada sadece aynı havaya solumak ve konuşmak önemli oluyor. Ben, sadece konuşarak değil çatışarak, barikat kurarak, koşarak ve gazlanarak da örtüştüler demek istiyorum. Aynı gazı soluyarak ortaklaştılar. Gazlanmanın, koşturmanın da birleşmekteki rollerini es geçmemek gerekir. Özbank’ın insanca iletişmek gibi kavramlara aşırı vurgusu, bana insanlar konuşa konuşa hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır sözünün bir versiyonu gibi geliyor. Oldukça insan merkezli yani. Ben Gezi’de koklaşarak da anlaştığımızı düşünüyorum. İşin içinde sadece kavramsal farkındalıklar değil bedensel performanslar, içgüdüler, duygular da vardı. Gezi’nin bedenleri siper etmek anlamında, aynı fiziksel şiddete maruz kalmak anlamında farklılıkları silen bir tarafı vardı. Ortaklaştıran ve örtüştüren sadece dil, diyalog vs. değildi. Örneğin sınıfsal farklar gibi farkları sadece konuşarak, diyalogla çözmek mümkün değil. Ancak polis karşısında direnirken bir akademisyenle eğitimsiz fakir bir gencin arasındaki farkın silinmesi daha olası. Belki diyaloğa girseler birbirlerine anlatacak şeyleri olmayan iki kişi, bedenlerinin polis şiddeti karşısındaki güçsüzlüğü ve direnişi konusunda daha kolay birleşebildi.

Üçüncü olarak Gezi protestolarının süresine dair Özbank’ın söylediklerine değinmek istiyorum. Özbank’a göre protestolar 2013 yılının haziran ayında İstanbul’da başlayıp yayılıyor ve milyonlarca kişi iki hafta boyunca şiddete maruz kalmak pahasına sokağa çıkıyor, slogan atıyor ve eylemlere katılıyor. Ancak biliyoruz ki Gezi protestoları iki hafta geçtikten sonra da devam etti. Bu bağlamda Özbank’ın Gezi protestolarını niye iki hafta süren eylemlermiş gibi aktardığını anlamakta güçlük çekiyorum. Belki bu ilk iki haftanın sonunda ne olduğuna bakmak lazım. İki haftanın sonunda Gezi Parkı’na polisler girdi ve park zorla boşaltıldı. Bu iki hafta süre biçme tercihi, bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde protestoların diyalog ve laf boyutunu ön planda tutma tercihinin bir sonucu olabilir mi? Nitekim polis çemberinin protestocularca kırılıp parka yerleşilmesinden parkın tekrar polislerce işgal edilmesine kadar geçen süre, diyalog ve laf açmak konusunda daha pozitif bir hava yaratmıştı. Meclisler kurulmuş, halaylar çekilmişti. Bu iki hafta tercihi, diyalog ve kavramsal farkındalık boyutlarını direniş ve eylemlilik boyutlarının önüne geçirme çabası mıdır? Bana göre Özbank, kendi kavramsal çerçevesinden bakarak eylemlere bir süre biçmektedir. Bunu biraz tarihsel vakayı teoriye feda etmek olarak görüyorum. Gezi sadece uzlaşımsal bir akıl müzakeresi ve örtüşme arayışı değildi. Diyaloğun ötesinde bir şiddet, direniş ve çatışma vardı.

Ya ‘negatif örtüşenler’ kazanırsa?

Dördüncü olarak Özbank, ele aldığı iki vakada da kavramsal bir farkındalık düzeyine çıkmayan ama vicdani kanaatler arasında bir örtüşen görüş birliği olduğunu iddia ediyor. Ancak bilmek ve farkında olmak, yapmak ve eylemek anlamına gelmiyor. Gezi’de açıklanmaya ve analize muhtaç olan ortak vicdani kanaatlerin eylemliliği nasıl getirdiği olmalı, çünkü her ortak vicdani kanaat bu tarz bir eylemlilik getirmiyor. Gezi’deki farkın ne olduğuna dair Özbank’ın yazısında ben bir açıklama bulamıyorum. Yazının bana son kertede hissettirdiği şu: Sağlıklı bir demokrasinin tekrar geri gelmesinin tek yolu, diyalog yoluyla ortaklaşarak örtüşme grubunda yer alanların seçimi kazanması ve sandıkta iktidara bir reflü ameliyatı yapması. Peki ya seçimi negatif anlamda kendi aralarında örtüşerek ortaklaşan öbür grup kazanırsa ne olacak?

Hazır seçim mevzusunu açmışken Özbank’ın diğer bir favori “diyalog yoluyla örtüşerek ortaklaşma” örneğini ele alalım: İBB seçimleri. Özbank’a göre İmamoğlu’nun tekrar edilen İBB seçimlerini kazanması, toplumda kavramsal farkındalık düzeyine çıkmamış bir örtüşerek ortaklaşma yaşandığının tezahürü.  Öncelikle Gezi protestoları ile İBB seçimlerinin aynı kefeye konmasına karşıyım. Elmalarla armutları karıştırmak gibi geliyor bu bana. İki olayın dinamiklerinin birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta sandık ve salon demokrasisi vardı. Diğer tarafta sandığın ve salonların ötesine geçen bir demokrasi mücadelesi vardı. Bugün demokrasi zaten iktidar tarafından sandığa indirgenmiş ve kamusal alan daraltılmış durumda. Bu sebeple hem Gezi protestolarını hem İBB seçimlerini önemli başarılar ve kazanımlar olarak görsem de ikisini aynı kefeye koyamıyorum. Öte taraftan İBB seçimlerini İmamoğlu’nun kazanmasının arkasında sadece diyalog yoluyla örtüşme olduğunu söylemek çok zor. Birincisi bu başarının arkasında ince bir işçilik boyutu var. Yani ciddi bir kampanya, manipülasyon, enformasyon savaşı, propaganda ve nabza göre kamuoyunu şerbetleme boyutları var.

Susarak, -mış gibi yaparak örtüşmek

İkincisi Kemalistlerden Kürtlere uzanan bir yelpazede İmamoğlu’na oy veren değişik gruplar arasında diyalog yoluyla bir görüş birliği olduğunu iddia etmek zor. Bu başarının örneğin tabanda CHP’nin Kemalist seçmenleri ile HDP’nin Kürt seçmenleri arasında bir diyaloğa dayandığını düşünebilir miyiz? Tam tersine konuşmama, sessizlik, geçmişi şimdilik yok sayma, aralardaki çatışmaları ve anlaşmazlıkları bastırma, geçmiş meseleleri çok açmama, mecburiyetten onaylama gibi bir sürü veçhe mevcuttu. Burada tabanda ve tavanda kocaman bir siyasal repertuar, taktikler ve performanslar devreye girdi.

Diyalog yoluyla örtüşen görüş birliği kavramı bu karmaşıklığı ve çeşitliliği yeterince anlatmıyor, hatta tam tersine bunların üstünü örtüp siyaseti sınırlı bir repertuara ve stratejiye indirgiyor. Özbank’ın makalesinde sağlıklı politika sınırsız bir diyalog, konuşma ve laf söyleme olarak anlaşılıyor. Ama İBB seçimleri gösteriyor ki stratejik olarak susmak, saklamak, mış gibi yapmak, üstünü örtmek, konusunu açmamak da politikanın parçası. Lafı açan laf kadar lafı kapatan laf ve eylem de kazanmak için gerekli. O yüzden güç reflüsünün çözümü için gerekli olan, sağlıklı olduğu varsayılan mucizevi bir diyalog yoluyla örtüştürme ve kavramsal farkındalık yaratma aşısı değil. Bunun yerine kapsamlı bir ameliyat çantası gerekli: İğne, neşter, yara bandı, maske, sus işareti yapan hemşire vs.

Ben negatif bir yerden yola çıkıyorum. Dil, sorunlu ve çatışmalı bir alan. Sorunsuz bir dile ulaşma hedefiyle başlamak, dilin bu unsurlarını göz ardı ediyor ve somut sorunları çözmeye yetmiyor. Ortak görüş hiçbir zaman gelemeyecek bir şey. Yani imkânsız bir hayalin peşinden koştuğumuzu bilmek ve bu imkansızlığın sorunlarına karşı hazırlıklı olmak daha iyi bir tercih gibi geliyor.

BİTTİ… 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.