‘Müsterih olun’, yargı değişmedi – Faruk Özsu

Radikal İki’deki kalem tecrübeleri yaklaşık altı yıla giren “Demokrat Yargıçlar Hareketi”nin ısrarla sürdürdüğü bir iddiası var: Türkiye’deki yargı sorununun, dünyada olduğu üzere, yargı-siyaset-ekonomi alanları arasındaki ilişkiden çok, taşraya dair bir sosyolojik temele sahip olduğu. Bizce, yargıya hakim olan taşra kültürünü fark etmeden edilen her kelâm anlamsızdır. Yargıçlardaki bu kültürel ortaklık, tüm ideolojik, etnik ve kültürel farklılıklarına rağmen, ortak bir refleks üretmelerini sağlıyor. İşte bu, ortalama yargıç tipi demek olan “hakim vasatı”dır.
Yargıçlar, taşranın yoksul ailelerinin çalışkan çocuklarıdır. Üniversite hayatı adına tek yaşadıkları, tuğla gibi kitaplarla geçirilen uykusuz geceler ve benzer çevreden gelen gençlerle kurulan cemaatik ilişkilerdir. Erken yaşta yargıç olurlar. Meslektaşı olan komşularıyla, köhne lojmanlara sıkışmış, dar ve izole bir cemaat olarak yaşarlar.
Jandarma komutanı, kaymakam, emniyet müdürü ve meslektaşlarından ibaret bir çevrede, sahte ve yüzeysel ilişkiler içinde sosyalleşirler. Toplumdan ve hayattan uzaklığının eksikliğini “devletine” daha sıkı sarılarak giderirler. Zihinlerinde, toplum ve birey değil, ekmek kapısı ve sığınağı olan devlet vardır. Onlar için tek doğru, “devlet” yani o anda devlet bildikleri “iktidar”ın doğrusudur. Bu nedenle de her ideolojik, etnik, kültürel farklılığı ve hatta “ortalama”dan ayrılığı tehdit sayarlar. Varlık ve kariyerleri, merkezin bir parmak şıklatmasına bağlı olduğundan sıradan bir memur kadar bile sahici bir muhteva üretemezler.
Kısaca Türk yargısı, “taşranın kültürel ve davranış kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ortalamacı, ahlakçı, asosyal bir cemaattir”.

Vasatın adaleti
Bu tespitlerden sonra, “taşra sosyolojisi”nin, yargının içine akan reflekslerini daha kolay teşhis etme fırsatını yakalamış oluruz. Artık görünen, “ahlakçı, hak ve özgürlük karşıtı ve lûmpen” bir mekanizmadır zira. Ve de bir yargılamadan ziyade, bir “refleks”ten söz edilebilir ancak: “Tüm bir toplum kurnaz, fırsatçı ve düzenbazdır. Sürekli sorun çıkartır. Hakkı olmayan şeyleri ister. Hemi de ‘devleti’nden!”.
O halde, vatandaşın her talebi ivedilikle reddedilmeli ve bir şekilde derdest edilen herkes (ve “çevresi, çevresinin çevresi”) de mutlaka toplumdan ayıklanıp temizlenmelidir. Bu nedenle de normal bir yargı sisteminde “suçluluğu” sabit olanlar yanarken, bizde “masumiyetini” ispatlayamayanlar boylar kodesi. İknâ edilmesi gereken kişi ise, -isabeti sorun değil- “en hızlı” biçimde elindeki dosyayı bitirmeye çabalayan ve “kısa kes/kapa çeneni!” tarzıyla kesip biçen bir yargıçtır üstelik.
Tüm bunları, tecrübeyle ya da sezgisel olarak biliriz aslında. Peki neden, sadistçe davranan fanatik bir yargı sistemini düzeltmek yerine “bizden tarafta” olmasına çabalarız sadece? Neden, dürüst ve tarafsız bir yargı ihtiyacının toplumsal karşılığı yok?
Bence bu durumun iki nedeni var. Birincisi; kadim “güven duygusu” yokluğu. Eşine dostuna bile güvenmeyen bir halk, tarihsel hafızasında şiddetinden başka bir hatırası olmayan devletin atadığı ve o güce göbekten bağlı, kendini o devletin sopası sanan yargıçların dürüst ve tarafsız olabileceğine ihtimal vermiyor? Diğer neden ise daha karanlık bir yerlerde: “Hakikat ve hakkaniyet”le ilişkimizde. Dürüst bir ahlâk ve adalet duygusu tesis edemedik. Hep, “mağdur ve haklı” olanın biz olduğumuza inanıyoruz. İşimize yarayan ne ise, “gerçek ve doğru” da o oluyor. Dostlarımızı “gerçeği” söyleyenden değil, -her halükârda- “haklı bulandan” seçiyoruz. Ezcümle, bu kadim “güvensizlik” ve ilkel “gerçekle mesafemiz” nedeniyle adil ve tarafsız bir hakem değil, “bizden yana” olanını istiyoruz.

Yargı, yargıca bırakılamaz
Görüldüğü gibi, yargı problemi, -salt- mevzuat ve faille sınırlı değil, sosyo-kültürel ve siyasal temelleri olan köklü ve ciddi bir sorundur. Ancak ne yazık ki yargıya dair, bırakın demokratik, hak ve özgürlük temelli evrensel bir bilinci, orta halli bir yargı bilincini ne eskide gördük ne de yenisinde görüyoruz. İkisinin de buluşma zemini “hakim vasatı”. Yeniler, eskinin açtığı yoldan, bitmek bilmez bir iştahla ve koşar adım ilerliyor. Eskisi ise elinden kayıp giden iktidara ağıt yakmaktan vazgeçemedi. Nitekim yeni HSYK da yargıdaki sorunu “birbirinden farklı uygulamalar ve yavaşlık” olarak tespit etmiş ve Başsavcılarla “tek-tip satırla, daha hızlı kesim” (özel yetki usulü “kesip biçme”yi, genel mahkemelere teşmil etme) konulu toplantılar yapıyorlar. (Başsavcılar da hakimlere “tebliğ” edecek, bekliyoruz.)
Eskinin simgesi YARSAV ise yeni durumun analizini yapıp yepyeni gündemler belirlemek yerine eski ezberlerinde ısrar ediyor. Sorunu hâlâ siyaset (yani AKP) sanıyor. Haliyle çare de, “Bakan ve müsteşarın gitmesi ve yargının yargıya bırakılması” oluyor.
YARSAV’ın, Yargıtay ve eski HSYK “emin ellerde” iken serdettiği bu retoriğin bugünkü gayesini anlamak gerçekten güç. İnsanın sorası geliyor: -Yeni- HSYK’nın yarattığı mağduriyetlerin gerçek faili kim acaba? Hükümet mi (pirüpak oldukları iddiasında değilim elbette), yoksa yargı bürokrasisi mi? Peki yargıçların asıl çekindikleri ve ciddiye aldıkları, Adalet Bakanı, hatta Başbakan mıdır, yoksa bakanlık bürokratlığından gelen HSYK üyeleri mi?
Diğer yandan YARSAV, toplumsal ve siyasal temsilin olmadığı ve toplumsal denetimden uzak tek tip bir “kurum içi iktidarın” kaçınılmaz olarak oligarşi ve diktatörlük üreteceğini öğrenememiş olabilir mi? Hele de son bir yıllık yargısal pratiklere rağmen? “Siyaset gitsin, bizi bize bırakın” söyleminin yalnızca kurumlardaki “kurulu iktidarı” beslediği anlaşılamadı mı hâlâ? (İktidardaki koalisyon çatırdadığında, yeni HSYK’cılardan da duyacağız bu sözü, buraya yazıyorum.)
O halde gelin ciddiyetle sorunun adını koyalım: Türk yargısının asıl problemi, ilkel bir yargı kültürüne sahip olmasıdır. Bu yapıyı aynen -hatta eskiye rahmet- sürdüren ise mevcut siyasi aktörler değil, yargı bürokrasisidir. O nedenle de yapılacak olan, -sanıldığının aksine- siyaseti kovup yargıyı yargıçların eline teslim etmek değil, tüm çeşitliliğiyle siyaseti davet edip yargıyı kurum içi iktidarın elinden almaktır.
Ezcümle, “Demokrat Yargıçlar Hareketi”nin altı yıldır yaptığı esas çağrıları güncelliğini koruyor hâlâ: ‘Bütün iktidar halka.. Yargı dahil!’”

 

Faruk Özsu – Radikal 2

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR