Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Marmara’da anlatılan, gelecek nesillere bıraktığımız talanın hikayesi

0

Bundan yaklaşık 34 yıl önce 25 Aralık 1987’de bir gazetede “Orkinos milyarderi” başlığıyla bir haber yayınlanmış ve Kumkapılı balıkçı Ahmet Fak’ın yakaladığı 15 tona yakın orkinos balığını Japon alıcılarla 1 milyar tutarla satmak üzere anlaştığı anlatılmıştı.

Haber detayında istavrit ve hamsi sürülerinin peşinden Marmara Denizi‘ne giren orkinosların bolluğuna da değinilmiş ve ne derece kıymetli balıklar olduğu belirtiliyordu.

Benzer bir haber yaklaşık iki yıl sonra yani 5 Şubat 1989 tarihinde de yayınlanmış onda da yakalanan orkinos miktarının katliam düzeyinde olduğuna değinilmiş ve detayda da yine balığın değerinden bahsedilmişti.  Haberdeki en ilginç nokta ise bilinçsiz ve aşırı avlanmanın balıkların henüz yavruyken avlanmasına ve bununla beraber de aşırı kirlilik probleminin denizlerdeki balık miktarında azalmaya neden olduğunu ifade etmesiydi.

Ana teması orkinosların aşırı ve bilinçsizce avlanmasına konu edinen çok sayıda haber neredeyse her yıl yine gazetelerin manşetlerinde yer edinmiş ve böyle giderse denizlerimizde balık kalmayacağına dem vurulmuştu.

Aradan 25 yıl geçmesine rağmen benzer haberler yapılmaya devam edildi ve görünen o ki bu konuda herhangi önleyici bir tedbir de alınmadı.

Bu durum sadece orkinos için değil başka balıklar için de geçerliydi. Örneğin, bugün Marmara’da görenin hacı sayıldığı bir balık olan kılıç balığı ile ilgili Karekin Deveciyan’ın 1900’lü yılların başı için verdiği av miktarları, gelinen süreçte Marmara ekosisteminin nasıl da insan eliyle tarumar edildiğini ortaya koyuyordu. Karekin Deveciyan sadece İstanbul Boğazı’nda yılda 6000 kılıç balığı avlandığını ve zaman zaman farklı balık türlerinin benzer şekilde bolluklar yaşadığı ve balıkçıların da bu durumdan oldukça memnun olduğunu belirtiyor.

Deveciyan, yine şimdilerde görenin hacı sayıldığı Fok’un dalyanlara “musallat” olduğunu ve tüfeklerle avlandığını da anlatıyor kitabında. Deveciyan’ın anlattığı Marmara ve Boğazlar sanki başka bir dünya. Gerek balık bolluğu, gerekse de tarif edilen ortam, bugün gördüğümüz Marmara’yı anlatmıyor sanki!

İstanbul’un plajları fotoğraflarda kaldı

Benzer bir geçmişten Marmara Denizi’nin sağlığıyle ilgili de bahsedilebilir. 5 Nisan 2018 tarihinde Pera Müzesi’nde gerçekleştirilen bir sergide İstanbul plajları konu edilmişti. Sergide çok değil 30 yıl öncesine kadar İstanbul’un birçok noktasındaki plajlar ele alınıyordu. 1947 yılında Sait Faik durumu o kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş ki bugün gördüğümüz Marmara’nın bir distopya olduğunu anlayabiliyoruz.

Yazarın “…çocukluğumdan beri burası Süleymaniye, Sultanahmet, Karagümrük, Çarşıkapı, Soğanağa Mahallesi, Şehzadebaşı çoluk çocuğunun plâjıdır: Kumkapı, Yenikapı sahilleri. Belediye yasak eder. Birkaç gün kimseler gözükmez. Bir meltemsiz günde yine çoluk çocuk, buraları doldurur…” sözleriyle anlattığı aynı Marmara’ya, bugün kimse çocuğunu sokmaya yeltenemiyor bile. Çünkü ortada ne Deveciyan’ın ne de Sait Faik’in anlattığı bir Marmara yok!

Bu, Kafka’nın bile havsalasına sığmayacak bir dönüşüm. Bu dönüşümün zaman zaman kendini göstermesinin bile durumun öncelenmesine yardımcı olamadığını söylemek mümkün. Örneğin 2002 yılında yapılan bir haberde İstanbul civarında bulunan 4500 – 5000 kadar endüstri kuruluşundan, 0,3 milyon metreküp civarında atık su deşarj edildiği ve bunların da doğru düzgün arıtılmadığı belirtiliyor. Bu atık su miktarının yıllar içerisinde artarak devam ettiğini söylemekte fayda var. 

Bu çöküşün ilk çığlıklarının da yine bundan yaklaşık 15 yıl önce ortaya çıktığını yine basındaki haberlerden öğrenebiliyoruz.

Kabus, yıllar önceden ‘geliyorum’ dedi

Yani bugün Marmara’da yaşanan müsilaj kabusunun geleceği çok önceden belliydi. Bunun da nedeni yine başka bir haberde saklı! 29 Nisan 2010 tarihinde yapılan bir haberde Türkiye’de atık suların çok azının arıtıldığı ve bu atık suların da çoğunlukla denize ve akarsulara döküldüğü belirtiliyordu.

Buna bir de kıyısal ekosistemin betonlarla kaplanıp adeta bir sağaltım mekanizması olan kıyısal ekosistemin havuz duvarına dönüştürülmesi eklendiğinde, ekosistemin kendini yenileyemediğini, yani adeta pes ettiğini söyleyebiliriz. Sucul ekosistemlerin olmazsa olmaz sağaltıcıları olan kıyısal alanlar şayet orijinal özelliklerini kaybederse bu durum ilgili sucul alanın kendini onarma kapasitesini de azaltacaktır. Nitekim Marmara için bu durum oldukça ibretlik bir tablo sunuyor. Marmara kıyıları, ne yazık ki artık kıyıdan çok tesviye edilmiş bir havuz kenarı görünümünde. Bu durum da fırsatçı türlerin daha kolay çoğalması anlamı taşıyabiliyor. Örneğin beton yığınlarıyla tesviyelenmiş kıyılar denizanaları için uygun üreme ortamı olabiliyor. Böylelikle kıyısal alanın asıl sahipleri ortada olmadığı için ortaya bambaşka bir durum çıkabiliyor.

İşte son yaşadığımız Marmara’nın müsilaj problemi de tüm bu hikâyenin en sonunda gelip dayandığı noktayı temsil ediyor. Artık Marmara, deniz olma özelliğini yitirmiş ve adeta bakımsızlıktan içindeki suyun yosun ve çöp bağladığı terk edilmiş bir havuza dönmüştür. Bu yaşananlar bizim iflah olmaz tüketim ve üretim alışkanlıklarımıza karşı doğanın verdiği çığlık sesidir. Bu bizim hikâyemiz! Gelecek nesillere bıraktığımız bir talan hikâyesi!

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.