Cuma Çiçek’in yazısı birikimdergisi.com sitesinden alındı
Diyarbakır Organize Sanayi Bölgesi 1991’de kurulmuş, 25 yılda teşviklerle ancak 5 bin istihdama ulaşabilmiştir. Diyarbakır’da açığa alınan öğretmen sayısı 4 bin 300!” Bu sözler Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ahmet Sayar’a ait.
Başbakan Yıldırım “Doğu ve Güneydoğu Yatırım-Destek Hamlesini” 4 Eylül 2016 tarihinde Diyarbakır’da açıkladığında “bu bölgede görev yapan, terörle bir şekilde iç içe olmuş 14 bin öğretmen olduğu tahmin ediliyor” diyerek, bunların tedbir amaçlı açığa alınacağını duyurdu. Nitekim, bu açıklamadan birkaç gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı 11 bin 285 öğretmeni açığa aldı.
Sosyo-ekonomik gelişmeyi vaat eden paketin açıklandığı anlarda binlerce öğretmenin açığa alınması Kürt meselesinde “terör”, “güvenlik”, “kalkınma”, “kültür/kimlik” meselelerinin nasıl iç içe geçtiğini çarpıcı bir şekilde hepimize bir kez daha hatırlattı. V. Fırat Bozçalı Birikim dergisinin 225. sayısında (Ocak 2008) yayımlanan “Türkiye’nin Kürt Sorunu: 1999-2007” başlıklı makalesinde Foucault’nun kavramsal çerçevesinden esinlenerek Türkiye’de Kürt meselesinin farklı idare biçimleri olarak “güvenlik idaresi”, “kalkınma idaresi” ve “kültür idaresini” tartışıyordu. Türkiye’nin Kürt meselesinin tarihi biraz da bu farklı idare biçimlerinin farklı kombinasyonlarının tarihidir. Kombinasyonlar içerisinde bu üç idare biçiminin ağırlıkları zaman içinde değişse de bunlar arasındaki bütünlük varlığını her zaman korudu. Bu bütünlük daha Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında hazırlanan planlarda, kaleme alınan raporlarda tüm açıklığıyla göze çarpıyordu.
Varlığını koruyan tek husus idare biçimleri arasındaki bütünlük değil, aynı zamanda “idare siyasetinin” kendisi. Kürt meselesi neredeyse iki yüzyıllık bir zaman dilimini arkada bırakmış durumda. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, ne “güvenlik sorunu”, ne “kalkınma sorunu” ne de “kültür/kimlik sorunu” çözülebilmiş değil. Her gelen siyasi iktidar meseleyi “idare” etmeye çalışıyor. Bu “idare” siyasetinin ülkeye maliyetini hatırlatmaya gerek yok. Herkesin malumu.
Aslında bu noktada, Türkiye’de farklı politik hareketlerin –aralarında dikkate değer farklar olmakla birlikte– Kürt meselesine ilişkin temel siyasetinin “idare siyaseti” olduğu ve “araçsalcı bir yaklaşıma” dayandığı ileri sürülebilir. Zira, bunca “maliyete” neden olan “idare siyasetinin” bir işlevi olması gerekir.
Örneğin siyasi iktidarların en çok sığındıkları kalkınma meselesini ele alalım. 1960’lı yıllardan bu yana siyasi iktidarlar bir yandan Kürt meselesinin bir sosyoekonomik geri-kalmışlık/azgelişmişlik sorunu olduğunu ileri sürerken, öte yandan hem insani hem de maddi anlamda büyük kayıplara neden olan bu meselenin çözümünü sağlamak için sözünü ettikleri geri-kalmışlığı ortadan kaldırmaya yönelik sistematik bir çaba göstermemişlerdir. Türkiye’nin doğusu ve batısı arasındaki sosyoekonomik eşitsizlikler artarak devam etmiştir. Kürt bölgesi hâlâ Türkiye’nin en yoksun ve en yoksul bölgesidir.
Tüm kalkınma iddialarına rağmen, bu durum AK Parti yönetiminde de değişmemiştir. Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan 2003 tarihli İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (rapor için link) ile Kalkınma Bakanlığı tarafından 2011 yılında gerçekleştirilen İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (SEGE-2011) (rapor için link) arasında yapılacak basit bir karşılaştırma bu durumu teyit etmektedir. Bölgeler arası eşitsizlik artarak devam ediyor.
Bu noktada sorulması gereken soru şu: Tüm kalkınma söylemlerine rağmen, bölgeler arası eşitsizlik neden giderilemiyor? Bunun üç açıklaması olabilir. İyimser açıklama şu: siyasi iktidarların bölgeler arası eşitsizlik ve dengeli/eşitlikçi bölgesel gelişme konusunda teşhisten planlamaya, uygulamadan kontrole kadar bir kapasite sorunu var. Kötümser açıklama ise şu: siyasi iktidarlar sorunu idare ediyorlar, zira mevcut sorunun sürdürülmesinin sosyo-ekonomik, sosyo-politik alanlarda bazı işlevleri var. Ve en kötüsü: hem bir kapasite sorunu var hem de araçsalcı yaklaşım hâkim. “Kalkınma idaresi” konusunda yaptığımız bu analizi hem “güvenlik idaresi” hem de “kültür/kimlik idaresi” için de yapabiliriz.
Kürt meselesi konusunda siyasi iktidarların dikkate değer bir kapasite sorunu yaşadığı açık. Türkiye’deki ana-akım siyasi hareketlerin ideolojik ve politik sınırları, entelektüel birikimleri Kürt meselesi konusunda dikkate alınması gereken bir kapasite sorunu yaşadıklarını gösteriyor. Ancak meselesinin özünü kanaatimce bu kapasite sorunu oluşturmuyor. Zira kapasite sorunu farklı zaman ve mekânlardaki benzer sorunların ve çözümlerin incelenmesiyle giderilebilir. Asıl sorun araçsalcı yaklaşım. Kürt meselesinin siyasi zeminde çözülmemesi, sürekli olarak “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü tehdit eden” bir “terör” ve “güvenlik” sorunu olarak yeniden üretimi hem siyasi rejimin hem siyaset alanının hem de kamu politikalarının formasyonunda önemli bir rol oynuyor.
Bu araçsalcı yaklaşım, söylemsel düzeyde Türk milliyetçiliğini yeniden ve büyüterek üretmeye dikkate değer bir katkı sağlıyor. Kürt melesinin varlığını sürdürmesi ve güvenlik araçlarına öncelik veren siyasetlerle yönetilmesi kitlelerin mobilizasyonunu ve siyasi iktidara dönük toplumsal rızanın üretilmesini mümkün kılıyor. Fransız düşünür Pierre Bourdieu’nun kavramsallaştırmasıyla siyasi iktidara “sembolik sermaye” sağlayarak “sembolik iktidarını” mümkün ve sürekli kılıyor.
Kurumsal düzeyde, araçsalcı yaklaşımın iki işlevi var. Bunlardan birincisi, yine Bourdieu’nun kavramsallaştırmasıyla “iktidar yoğunlaşmasını” mümkün kılması. Bourdieu devlet üzerine yaptığı çalışmalarda, devletin iktidarın üstündeki iktidar olduğunu ileri sürüyor. Buna göre, ekonomik, sosyal, askeri, siyasi, sembolik gibi farklı sermaye türleri yoğunlaşır ve ekonomik iktidar, askeri iktidar, siyasi iktidar, kültürel iktidar, sembolik iktidar gibi farklı iktidar biçimleri oluşturur. Devlet tam da tüm bu iktidar biçimlerinin aynı anda ve iç içe geçtiği bir üst-iktidarı ifade eder. Bu üst-iktidarın inşası özünde bir “bütünleşme” ve hem “tekelleşmeyi” hem de “mülksüzleştirmeyi” içeren bir “tahakküm” sürecidir.
Kürt meselesi gibi benzer etno-politik meselelerin çözümüne bakıldığında, gücün/iktidarın paylaşımını içermeyen girişimlerin çoğunlukla başarısız olduğu görülüyor. Bundan dolayı, Kürt meselesinin siyasi çözümü siyasi rejimin çokluk ve çoğulculuk temelinde yeniden kurulmasını, bununla uyumlu bir şekilde siyaset alanının gücün/iktidarın çoklu düzeyde, çok aktörlü/yapılı bir denge ve denetleme sistemi içinde yayılmasını ve paylaşılmasını gerektiriyor. Meselenin şiddet ve güvenlik alanında tutulması, başka bir ifadeyle “idaresi” aşırı merkeziyetçiliğe dayalı siyasi rejimin sürekliliğini sağlıyor. Bu anlamda, Türkiye’deki siyasi kültürün gücün/iktidarın paylaşımı ve çokluk/çoğulculuk yerine merkeziyetçi ve tekçi bir yapıya dayandığı dikkate alındığında, Kürt meselesi yoğunlaşmış iktidarı ele geçirmeye ya da elinde tutmaya çalışan aktörler arası iktidar kavgasında bir enstrüman işlevi görüyor.
İkinci olarak, Kürt meselesinin “terör” ve “güvenlik” siyasetleriyle idaresi, devletin “despotik gücünün” yeniden üretimine bulunmaz bir kaynak sağlıyor. Bu sayfalarda sıkça andığım siyaset sosyolojisinin bir diğer önemli ismi olan Michael Mann, devletin esas olarak iki tür iktidardan/güçten teşekkül ettiğini ileri sürüyor: Altyapısal güç/iktidar (infrastructural power) ve despotik güç/iktidar (despotic power). Mann bu iki güç/iktidar kaynağının farklı kombinasyonları üzerinden tarihsel süreç içerisinde şekillenen farklı devlet tiplerini irdeliyor. Kürt meselesinin şiddet alanında tutulması, siyasi iktidara devletin altyapısal gücünün yanı sıra despotik gücünü/iktidarını da üretme olanakları sağlıyor. Kürt meselesinde güvenlik politikalarının hakimiyetini sürdürmesi ve mevcut durumda meselenin askeri yöntemlerle çözülmeye çalışılması sadece ordunun değil, aynı zamanda polis ve mahkemeler gibi devletin baskı aygıtlarının alanını genişletiyor, ilgili aktörlerin iktidarını büyütüyor.
Kürt meselesinin siyasi çözümü sadece Kürtleri ilgilendirmiyor. Despotik güçten/iktidardan çok altyapısal güce/iktidara dayanan demokratik bir sosyo-politik sistemin inşası için herkesin “çözüme” ihtiyacı var. Ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, sembolik sermaye biçimlerinin ve bunlara dayalı iktidarların yoğunlaşmasının önüne geçmek için çözüme ihtiyaç var. Sermayenin ve iktidarın toplum içinde yayılmasını ve paylaşılmasını mümkün kılarak devleti “ele geçirilecek bir alan” olmaktan çıkarmak için çözüme ihtiyaç var. Özetle, darbe geleneğini hem söylemsel hem de kurumsal düzeyde aşmak için Kürt meselesinde şiddeti devredışı bırakacak siyasi çözüme ihtiyaç var.