İstanbul gibi bir şehir, hiç şüphesiz küresel bağlar içinde olan, ilişkiler kuran bir merkezdi.
Lozan Anlaşması sayesinde 1950’lerin ortasına, 6/7 Eylül Olayları‘na kadar, insan haklarını ihlal eden ayrımcı uygulamalara rağmen imparatorluğun ve modernleşme sürecinin kurumlarını, yapılarını kısmen de olsa korudu. Şehrin sekülerleşmiş profesyonel mimarlık ve sanat dünyası, Batı’daki başka bir ülkedeki bir başkentte olduğu gibi çok uzun bir geçmişi olan bir deneyime sahipti.
Şehrin bu yakın geçmişi hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Çünkü üzeri milliyetçilik tarafından örtüldü. Şehrin bu modernlik deneyiminin üzerine bir perde çekildi.
Modernlik bize temsil edilebilirliğin ötesinde, keşif alanları açar. Zihin dünyasındaki entelektüel mekanizmaları, ilişkileri harekete geçirir. Sanki bunlar, temsiller canlı varlıklarmış gibi. Milliyetçilik ise bunları kapalı dünyalara, imtiyaz alanlarına ve şiddete dönüştürür.
Mimarlık eserleri, sanat yapıtları hiç şüphesiz yalnızca bu bağımsız varlıklarıyla duyguları harekete geçirirler, görüntülerin yarattıkları izlenimlerin ötesindeki bilinmeyenleri düşünmeye sevk ederler. Onların bize anlatmak istediklerini genellikle duygularımızla ifade ederiz. Ancak bu duyguları yaratırken tazeleyici, yenileyici entelektüel eylemselliklerin de gerçekleştiğini tahmin etmek zor değil.
Ne yazık ki şehrin bu modernleşme dünyası popülist otoriterleşme karşısında kırılganlaştı. Bu kırılganlık iktidarlara bağımlı, seküler olmayan bir modernliğin zaaflarının da bir işareti.
Artık şehrin bu entelektüel dünyası, sekülerlik adına gizli bir kimlikçilik hareketini dayatan hayırseverlik kurumları, özel müzeler içine sıkışmış vaziyette. Ayrıca imtiyazlı sınıfların temsil ettikleri resmi kalıplar içinde bir aldatmaca olarak cereyan ediyor. Mücadele kültürel ve araçsal popülizmle, basmakalıp akılcılaştırma normlarını dayatan seçkinler arasında. Aralarında bir fark yok.
İstanbul’da ilan edilmemiş bir iç savaş
Geçtiğimiz dönem Tarihi Yarımada (Fatih) için hazırlanan Koruma Planları’nın notlarında “Osmanlı Mahalleleri”nden söz ediliyordu. Sokaklarında şerbetçilerin dolaştığı, mahalle bakkalının olduğu, kadınların kafeslerin arkasından sokaklardan gelip geçenleri izlediği…
Plan notları okuyunca, bu kurguyu hazırlayan kişileri kızdıracak şöyle bir laf ettiğimi hatırlıyorum: “Herhalde bu planlar sayesinde Şehir Tiyatroları kadrosuna epey bir oyuncu alınacak. Dekorları inşa etmek yetmez. “
Süleymaniye ve Zeyrek tarihsel olarak önemli semtler. Yalnızca 1985 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde yer aldıkları için değil. Bilindiği gibi Yeni-Osmanlıcı zihin dünyasının merkezi Fatih‘ti. Yeni-Osmanlıcılık, kimi zaman biraz itilmiş kakılmış olarak, kimi zaman da 1953’teki yeniden ön plana çıktığında olduğu gibi devletin resmi ideolojisi içinde ön planda yer tuttu. Güya Beyoğlu‘ndaki Avrupai yaşam tarzının karşısında “milli” olan bu mahallerdi. Ancak küçük bir araştırma bile bu tespitin ne kadar kurmaca olduğunu göstermeye yetiyordu. Fatih semti de en az Beyoğlu kadar, sosyal yapısıyla, fiziki oluşumuyla modernleşmenin içinde gelişmiş, yapılanmıştı. Ama ulusdevlet içinde inşa edilen fetihçi zihin dünyası için bunun bir önemi, gerçekliği yoktu. “Tarihi Yarımada Koruma Planları” adı verilen kurgunun en büyük sorunu canlı olanı cansız bir şey üzerinde göstermenin nevrotik bir sapkınlık halini alması ve şimdiyi sömürmesiydi.
Bu sayede Tarihi Yarımada’da “Osmanlı Mahallesi” yapılmak istenen Süleymaniye, Zeyrek, Sulukule, Ayvansaray gibi yerler günümüzde tam bir çöle dönüşmüş halde. Burada yaşayan, çalışan insanlar ötekileştirilerek, zor kullanılarak, suları elektrikleri kesilerek, evlerini satmaya mecbur bırakılarak tahliye edildiler.
Bu projeleri kamu adına geliştiren, yöneten danışmanlar, kurduğu ilişkilerle yetki sahibi olmuş imtiyaz sahibi olmuş mimarlar ne diyorlardı? “Burada yaşamakta olan insanların bu mahallelerde yaşamayı hak etmiyorlar. Zaten çoğu sonradan bu şehre gelmişler. Asıl İstanbullu değiller”. Bu ayrımcı söylemlerle yoksul, güçsüz toplulukları mahallelerinden kazımaya giriştiler.
Çok şükür ki şehirdeki hayat kendi imkanları ile kendisini yenileyebiliyor, bu sayede hiç olmazsa bazı semtler canlı kalabildi. Yoksa bütün şehri kendi bildikleri gibi düzenlemeye kalksalar, geriye hiçbir hayat emaresi kalmayacaktı.
İktidarla birlikte harekete geçen ‘karşı hafıza’
Ancak devlet iktidarı tamamen ele geçirildikten ve bürokrasi-profesyonel yapılar patronaj altına alındıktan sonra bununla yetinmek olmazdı. Karşı saldırıya geçmek gerekliydi. Cumhuriyet şehrin resmi tören alanını Dolmabahçe’den camii olmayan Taksim‘e taşımıştı. Taksim’de Opera yapılmıştı. Bunun karşılığı şuydu: “O zaman biz de iktidara geldik. AKM’yi yıkalım. Bir de karşısına cami yapalım.”
Sanki temsil edilen her şey sanki gösterilenden ibaret hale gelmişti. Diyebilirim ki şehir tarihindeki geliştirilen projeler, mekan düzenlemeleri ayrımcılığı, ötekileştirmeyi bundan daha iyi bir şekilde temsil edemezdi. Sanki ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyordu.
“Heybeliada‘da Ruhban Okulu var, o zaman biz de onun karşısındaki eski Heybeliada Sanatoryumu‘nu Diyanet Vakfı’na verelim…” Ya da “Bomonti‘deki eski bira fabrikasının kullanım dışı kalmış binaları var. Biz de onun karşısındaki alanı dini eğitim alanı yapalım...” Çünkü iktidarla birlikte “karşı hafıza” harekete geçmişti bir kere. Yeni-Osmanlıcı zihin dünyası geçmişte, biranın kamusal alanlarda, parklarda gazoz gibi içilmesinden fena halde gıcık kapmıştı.
Bugünkü otoriter rejimin faili AKP gibi gözüküyor. Ancak bu görüntüyü sorgulamadan bu “karşı hafıza” rejiminin tam anlaşılmasının mümkün olmadığını söyleyebilirim.
Hafızasız, yalnızca fiziksel bir nesne olarak modernlik algısı, şehir planlama yöntemleri, imtiyaz sahibi bir devlet eliti aracılığıyla yapmacık sekülerleştirme girişimiydi -ve hiç şüphe yok ki- tıpkı onun gibi, devlet iktidarının içine gizlenmiş imtiyazcı, tepeden inmeci bir kimlik hareketiydi. Siyasal İslam, devlet içindeki bu imtiyazcı modernist elite direndiğini zannederek bugünlere geldi ve sonunda onunla iktidar alanında bütünleşti.
Bu nedenle yakın tarihlerde neoliberal dönemin politikalarını temsil eden AKP’yi yegane fail olarak gördü yeni kuşaklar.
İktidarın neredeyse şehirle ilgili bütün gündemini karşıtlıklar oluşturdu. Şehir farklı hafızaların, duygu dünyalarının olduğu bir yer değil, iktidarın zihin dünyasına uygun olmalıydı. Politika yokluğunda, neoliberal koşullarda iktidarın müdahale ettiği her şey saf sembolizme dönüştü.
Mekansal eylemliliklerin oluşturduğu politikalar
Bu yüzden 28 Şubat sürecinde yukarıdan “bizi eleştirenlere daha fazla proje işi verin, çıkar sağlayın” talimatı geldi. Bu neoliberal dönemde üniversitelerin içinin boşaltılmasına, özel çıkarlara alet edilmesine yol açtı. Şehir bu hale geldi. Mekanın “politikaların bir yansıması” olduğu hep söylenir değil mi? İktidarların sanki mekanı kendi ideolojisine göre değiştirmesi, tercihlerini yansıtması gibi. Oysa bu ilişki bunun tam tersi gibi olmalı. Asıl politik tercihler hatta iktidarın kendisi bu eylemliliklerle üretilmiş gibi gözüküyor. Mekansal eylemsellikler politikaları, iktidarları oluşturuyor ya da belirliyor. Belki de şöyle söylemeli: “Mekanı nasıl dönüştürdüğünü söyle, sana politikanı söyleyeyim.”
Bu yaşadıklarımız bir vodvil gösterisi olmalı. Neoliberal sistemde politika tükenince ideoloji saf sembolizme dönüştü. Ne yapılıyorsa artık bunların hepsi şu mesajı vermek için: “Kapitalizme asla teslim olmadık, ideolojimizle dimdik ayaktayız.”
Ancak bu karşıtlık sembolizminin şehri nasıl bir boşluğa dönüştürdüğünü anlamak için birer eşsiz mücevher olan Ayasofya‘nın, Kariye‘nin başına gelenlere bakmaya bile gerek yok. Topkapı Sarayı, Yenicami, Süleymaniye gibi şaheserler bile “restorasyon” adı altında şu anda mahvediliyor. Bu “karşı hafıza” girişimi giderek şehirde gördüğünü anlamama, bir cehalet tutkusuna dönüşmüş vaziyette. Bu durum dediğim gibi şehirde ilan edilmemiş bir “iç savaş”ı andırıyor.
Tasarımın, sanatın, fikir üretiminin iktidar mekanizmalarına bağımlı olduğu bir ortamda bu yıkım kaçınılmaz. Peki buna karşı ne yapılabilir? Karşıtlığın tersi yüzü yok. Bu sembolizmin her şekli yok edici. Birbiriyle ilişki içinde değil, birbirini yok etme ilişkisi. Neoliberal politikaların temelini bu “sıfır noktası” oluşturuyor.
Günümüzün aklı çıkara bağlayan, araçsallaştıran neoliberal düzeni içinde şehir öyle bir hale geldi ki, herhangi bir depremi beklemeden her salgın hastalık birkaç gün içinde bir pandemik facia halini alabilir. İstanbul gibi kaotik bir metropol bir felaketler şehrine dönüşebilir. Nesneleştirici şiddet, işaretsizleştirdiklerini failler olarak hayatımıza iade ediyor. Bilgiyi hurdalaştıran, hile ve kurnazlıkları motive eden, her şeyi kafeslere tıkıştıran, insanmerkezci ve nesneleştirici şiddetin imtiyazcı bir sınıf yaratarak cehaleti semirttiğini, yönetimsellik biçimine musallat ettiğini görmemek ve bu paradoksla yüzleşmemek için zannedersem artık bir neden kalmadı.