Yeşeriyorum

Kocamışlığımda İblise Armağan Ettiğim….

0

Kocamışlığımda iblise armağan ettiğim gençliğimin kapısını usulca kapattım     İlhan Berk 

Selam,

Ölümün farkında olmak, çoğu kez taakkul içinde hayatımızı daha manalı devam ettirmeyi değil de, ölüm korkusunun bir var oluş anksiyetsi olarak tezahür eder. Ölüm korkusuyla basa çıkma gayesiyle de, çağdaş psikoloji terminolojisiyle, farklı çehreli ‘nevroz’lara saplanırız. Bu da hilafsız bir yeryüzü hakikatini, “burada ve şimdi”yi kaçırmamıza sebep olur. Bu nevroz kâh sanat ya da başka bir üretimle kendimize bahsetmeye çalıştığımız “olumsuzluk” yanılsaması, kah nesil devamıyla, çocuklarımızla kendimizin “ölümsüzleşeceği” yanılsaması, kah turlu inançlarla buradaki olumun son olmadığı, başka bir düzlemde “olumsuzluğu” yakalayacağımız yanılsamasıyla… bir mücadeledir.

Ama neticede oluruz. Ardımızda olumsuzluk yanılsaması adına verdiğimiz mücadele esnalarında, heba ettiğimiz pek çok “burada ve simdi” bırakarak.

 

Zor, ama ölümden korkmamak da öğreniliyor, elbet öleceğimizin taakkulunde, acele etmeden, sakin sakin… Bu bir şeyler üretmeye engel de değil, ama korkunun getirdiği hırs, hırsın getirdiği hiza bir kalkan.

 

İnsanlar olur, sairler hariç değil… Ama yazılı olan durdukça, onları mainstream meydanin tabiriyle “kaybettik” ya da ne hikmetse daha ilerici (!) olanlarının ağzıyla “yitirdik” olmayız. Şiirleri eskimediği surece ‘şiir’, eskidikten sonra da muhteviyat ve/veya bicim olarak tarihi bir belge hüviyetinde varlıklarını sürdürürler. Gecen ay başı Filistinli sair Mahmut Derviş olmuştu. Maalesef tercüme okuduğum şiirleri, benim daha yetkin olduğum, gözle bireysel okunan şiirden çok, “yüksek sesli” şiirlerdi. Ama belki de, hayat, mücadele hikâyeleriyle de birleşerek, imgeleri bana dokunan bir sair oldu Mahmut Derviş (bk “Ve koparıyoruz uzuvlarımızı, geçebilmek için.”, “…kork benim açlığımdan”.) İlk, bir dergide rastladığım “Kanatsız Kuşlar” isimli şiiriyle fark etmiştim onu, şahsi bir referansın iteklemesiyle. Birisi, Ece abinin (Ayhan) tavsiyesiyle, şiirlerimin üç kez kitap olarak basılması gündeme gelmişti. Ücu de, bir kitap oluşturabilecek miktarda içime sinen şiir toplayamadığım için fiile geçmedi. Şiirin, tiyatro, nesir vb. kuma hayati sürdüremeyeceği, tam mesai talep ettiği kafama dank ettiğinden beri, epeydir yazma fiili bazında şiirle alakamı kestim. Boşuna ne ben ona, ne o bana umut versin diye. Artik tüm alakam, okumak fiili bazında. Yani böyle bir kitap hiç olmayacak. Ama olması gündemde olduğu üç dönemde de, ismi belliydi: “Ötüşsüz Kuşlar”. Bu ’80 sonlarında, Argos’ta yayınlanmış bir şiirimin ismiydi ve hep şiirdeki meseleme “cuk” oturan bir isim olduğunu düşünmüştüm. İste bu şahsi referansın çağrışımı Mahmut Derviş şiiriyle, tercüme parafinden olsa da tanışmama vesile olmuştu.

 

“Nereye gitmeliyiz son sınırdan sonra?”

 

Ay sonu da İlhan Berk oldu. Nerdeyse yarım asır önce gelmiş dünyaya benden. Ona coğrafyanın feodal sarkması “Ilhan Amca”, “İlhan Abi” hitaplarında bulunmazdım, Tanzimat sarkması “İlhan Bey” hitabında da, yüzyüzeliğimiz dâhil tek hitabım “İlhan Berk” olmuştu hep. Ölümüyle zihnime girdiğinde, benim hayatımdaki en mühim yerinin, beni Ece abiyle tanıştırması olduğunu fark ettim, hoş onun da asil müsebbibi Gülin Tokat’ti ya. Evine gittim, evime geldi, hatta İzmir’de yasadığım dönem, Elmadağ’daki evinde kaldım bile. Ama hiç hakiki insanim olmadı, tıpkı ciddi sevdiğim dizeleri olsa da şiirinin hakiki şiirim olmaması gibi. İlla şart değil ama tanımlayamadığım bir şey, uzak hissettiren belki de bir tarz ‘eklektizm’i mevcuttu. Şiire ağır mesai veren adamlardan biri olmasına rağmen şiiriyle hayati arasında Lacanien yarığı görmem menşeiydi hisettiğim uzaklığın. Mesela Ece ağabey’de yoktu bu yarık, kendi sahiciliğindeki inadı ve ısrarı, onu sairliğinin yanında etikçi de yapmıştı. İlhan Berk’le ikili sohbet etmekten kaçmaya çalışırımdım (hoş onun da bundan fazla haz ettiğini zannetmiyorum ya) buluşmalarımızda hep, üçüncü, dördüncü birilerinin olmasına ihtimam ederdim. Kâh Ece abı, kâh Güin, Kuliz “hanim” (Guliz Kucur), Cihat bey (Burak), Nilgün Marmara, İzzet Seçkin (Yasar), Mustafa (Irgat), Nilgün Ustun, Emel Şahinkaya…

 

Dedim ya şiire ağır mesai veren adamlardan biriydi. Onlar zamanlarının çoğunu şiir için kazmakla geçirirlerdi. Bu kazı fiili sadece şiir disiplini içinde olmazdı, sinemadan tarihe, müzikten bilime… Kelimelerin peşine düşerlerdi, sadece etimolojik bazda değil, epistemolojik bazda da.

 

Çoğu yerde yazıldığı gibi hakikatten İkinci Yeni’nin içinde miydi? Şüpheliyim… Bazılarının dediği gibi İkinci Yeni’nin takaddümü olduğunu da düşünmüyorum. İkinci Yeni’yle alakalanmıştır ama bence İlhan Berk hiç bir akıma dahil olmamıştır, onun şiirinin “kanatları vardır” (sadece Platon’a gönderme olarak almayın.) Hatta bu kanatlılık durumu, kendi şiirinin kronolojisine de dâhildir.

 

Serbest çağrışımlar dolanıyor zihnimde: “Deniz Eskisi” ve Füruzan. Atıf Yılmaz’ın sinema serüveni düştü simdi de onunla birlikte. Hep yeniye dokunma mücadelesi… Tabii o satıhlıkta değil. Sadece bir modernist miydi? Ece abinin, Bodrum’daki evinin bahçesine kurduğu çadır, sonra küslükleri… Sevdiği bir dizeyi olduğu gibi alıp şiirine koymaktan beis duymayacağını söylediğinde irkilmiştim. Simdi bunda farklı bir nefis aşımı buluyoru

 

Dogu Perincek’in dergisine konduğunda bile kirlenmemiş “99-Yüz”ünde, Cemal Sureyya ” …Hiyerogliflerde üçgen yüzlü kaplumbağalar olsaydı, ‘iste’ derdim, ‘iste İlhan Berk!’… Yeryüzünde her şey yazılmak için varmış gibi geliyor ona. Sözgelimi bardağa bardak olarak değil, yazılacak bir şey olarak bakıyor. Gökyüzüne de öyle. Söyle diyor sonra da: ‘gökyüzüne böyle bakan adamın hayatinin cehennem olması doğaldır.’ Yazıya gecen çiçek solacak, yazıdaki çiçekse hiç koklanmayacak… Türk sairinde kişisel reklâm duygusu Tanzimat’tan beri çok yoğundur. Ama İlhan Berk bir “canlı yayın” yöntemi getirdi. Yıllar önce Ankara’da yollara düşer, belli bir sıra gözetmeden, sondaj usulüyle kapı zillerini çalarmış. Diyelim kapıyı güzel bir kız açtı. Sorarmış ‘unlu sair İlhan Berk burada mı oturuyor?’ kızdaki izlenim: demek İlhan Berk diye bir sair var, üstelik ünlüymüş! Bugün yetmiş yaşında en iyi şiirlerini yazan İlhan Berk elbet ununu salt bu yönteme borçlu değil. Ama olay İlhan Berk’i iyi anlatıyor. Doğru olmasa da, anlatıyor. Ankara’da, Piknik’te, genç sairlere bira ısmarlayarak şiirini okuttuğu doğru ama. Garson, iki Arjantin daha!.. Yazmak için yazmak… Bunu öylesine uç noktalara götürdü ki ortada görünme tutkusunun biçimleri de değişti.’Canlı yayın’ın yerini bu kez ‘duyarsızlık’ almaya başladı. Hiçbir şey istemez, hiç tepkisi yoktur, süt nedir, seker nedir? Farklılaşmayı duyarsızlıkta aradı. Elbet, bütün bunlar sadece görüntüde. Yine de İlhan Berk’in kimliğini hiç etkilememiş olamaz. Yazıyı kendisinin fizik ve doğrudan uzantısı haline getirmek isterken, tersi bir durum da ortaya cıktı: kendisi yazının uzantısı oldu. Bu çılgınlığı yaşadı İlhan Berk. Geçmişi olmayan adam. Gerçekten geçmişi yok. Bugün bulanık, Yer yer anlamsız, Yer yer de tehlikeli bicimde saydam bir şimdiki zaman içinde. Sanatıyla hayati bu anlamda tam çakışma halinde. Bu bir basari mi? İsteğine ulaşmış olmayı basari sayarsak, Evet. Yine de yarın başka bir şey isteyebilir. Hatta en eskisi gibi, merkantilist bir söz sanatına yönelebilir. Bugün aşırı ölçüde çocuk-ihtiyar, ama hiç ölmeyecek bir görünümde…” diye anlatıyor İlhan Berk’i.

 

Sistemli Necatigil okuyarak hermatik şiirle alakalanmayı öğrendikten sonra. İlk okumalarım tercüme şiirlerdi. Rimboud, Breton, Char, Apollianire, Mallarme ve o dönem kendime seçtiğim ilk sair Perse’in bir bolumu onun tercümeleriydi. Fransızcaları hiç bilemeyeceğim, ama Ezra Pound’un kantolarını İngilizcesiyle karsılaştırdığımda, pek de öyle sadik bir mütercim olmadığını fark etmiştim. Ama mütercimliğiyle beni ciddi kızdırması seneler sonra, Lorca’nin “Bernarda Alba’nin Evi” üzerine çalışırken oldu. Oyunun diğer mütercimi Turhan Oflazoğlu, ek yazmalarıyla orijinalinden daha uzun, karakterlerin replikleri kasıtlı yer değiştirmiş bir tercümede beis duymazken, İlhan Berk de orijinalinin yarısı kadar bile hacmi olmayan bir tercümeden beis etmemişti. Hatta oyunda gecen Küba’dan gelen adamı, Küba isminde bir adam bile yapmıştı. Can Yücel, Shakespeareleri “Türkçe söyleyen” olarak re-write yapar ama İlhan Berk bunu mütercim sıfatıyla yapınca, bana pek ahlaklı gelmemişti.

 

Neyse, tercüme faslını atlatınca ilk keşfettiğim sairlerden biri de İlhan Berk’ti (gerçi daha önceki hikayesi takaddüm “Aşıkane” gibi kitaplarını okumuştum ya) ama kendime seçtiğim Turgut Uyar olmuştu, muahharı Cahit Zarifoglu, şimdilik son nokta da Ece Ayhan…

 

Pek ender ve pek kısa tutarak anlatmış olsa da, onun da sahsi tarihinde, fakirlik ötekileştirmesiyle bir sistem olarak devletten yaralanmışlık mevcuttu. Ama bu, onun şiirinde Ece Ayhan, Cemal Sureya ya da başka zeminde Ahmet Arif gibi içkin, epistemolojik bir iz sürücülükte değildi. Ardından konuşmak belki ayıp ama, kendisi şiirin mutsuzluk olduğunu söylese de, bu bana biraz Argon’un “Mutlu ask yok tur”u gibi gelirdi. Sanki o gerçekten ‘acı’ çekmezdi, cimnastigini-yürüyüşünü yapar, kahvaltısına-yemeğine dikkat eder, flörtlerine strateji oluşturur vb hep programlı olurdu. Merkezinde çok sevdiği ve çok seviyor olmanın idamesine ihtimam gösterdiği kendisinin olduğu bir programlılık. Belki haddimi astım… Diyeceğim, handiyse herşeye şiirine malzeme olabilirliği kadar ve oldukları surece değer verdiğinden şüphelenirdim sik sik, gıyabında.

 

Ama en çok da okuma fiili besledi zannederim şiirini. Mitolojiden, tragedyalara, iktisattan dine… Dikkat ettiğim alakalanmalarının genelde pek uzun omurlu olmadığıydı, adeta sezon bittiğinde replikleri, mizansenleri unutulan bir rol gibi… Belki bu sebepledir ki, ayrı okuma dönemlerine denk gelen şiirlerde bir “lotus”, bir “nilüfer” olur ayni çiçek.

 

İlhan Berk’in şiirinin gizli tarihindeki “yazı cehennemdir”, nereye kadar Sartre’ın “cehennem baskalaridir”iyla alakalıdır? Nereden sonra hürleşir? Kelamın edildiği “Uzun Bir Adam”, neden bana Edward Albee’nin “Üç Uzun Kadın”ını çağrıstırmıstı? Belki de bir kaç kez Albee üzerine konuştuğumuzdandır, bir dönemler “A Delicate Balance”a fena takıktım da…

 

“Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün”, ben aşık olduğum ya da arzu nesnesi payesine yükseltip bastan çıkarmaya calistigim bir kadına edemezdim bu dizeyi, utanırdım.

 

Bir de resimleri vardı, şehvetengiz koca kalçalar beni çekmiş olsa da atfedilen mühimsemeyi göremedim ben hiç. Yine de büyük konuşmayayım, zamanında Halide Edip’in, Refik Halit’in Picasso hakkında söyledikleriyle düştükleri durumla tarihe kalmak istemem atide, tabii yerkürenin nasibinde insan turu için hayatin idame edilebileceği bir ati varsa.. “Delta ve Çocuk” ya da “Galeta”nın iç kapağına benim için de çizip getirmişti bir tane, hangisiydi tam hatırlayamıyorum, cop evde duruyor olmalı, epeydir uğramadım. Yoksa “Pera”nın mıydı?

 

Kendisinin yalancısıyım, galiba ressamlığının sairliğinden de eski olduğunu söylemişti bir kere, Ankara’da öğrenciliğinde sergiler falan açmış, ama her alanda at oynatan adamlardan hazetmediği için, senelerce gizlemiş. (mealen; hafızanın re-write’ina pay tanıyın)

 

Cop evdeki kütüphaneden başka bir İlhan Berk kitabi hatırladım: “Misirkalyonigne”. Bendeki eski baskı, karedir. Alın okuyun, merak etmeyin “uzun” değil… Ya da benim en son okuduğum kitabi “Kuşların Doğum Gününde Olacağım”ı: “…adlandırmak olumdur! Nerden baksak kendini anlatıyor her şey…”.

 

“ilhan berk, 1918. Manisa, boy: 1.70, göz: kara, renk:
buğday. Bir insan. Herkes gibi.
Bir fotoğrafta uzun pantolonlar, uzun saclar, uzun
kollar. Bilinmez niçin?

Durgun, sıkıntılı
sanki yeryüzünün düşme hızını inceliyordur
beyaz, uzun, güzel bir kadının elinden tuttuğu yeryüzünün

Sen ki ilhan berk yaşadın iyi kotu

tanıdın otları böcekleri
acıyı uzun
gördün ihtiyar Avrupa’yı, çölü
yürüdün askların üstüne
aldın dersini
… ”

(“Kül”deki “İlhan Berk” isimli şiir)

 

Sevgiyle kalın,

Mehmet Atak

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.