Köşe Yazıları

Kırsalı hatırlamak

0

Torunlarımızın torunları, tarih kitaplarında şuna benzer bir şeyler okuyacaklar muhtemelen : “21. yy’ ın ilk çeyreği, Türkiye ve dünya genelinde ekolojik, ekonomik ve toplumsal krizlerin el ele tutuşup zirve yaptığı, yerel ve küresel düzeyde sayısız sorunla boğuşulan bir dönemdir.” Benim umudum, bu saptamanın ardından şöyle bir cümle daha gelmesi : “Aynı yıllar, tüm bu krizlerin birbirinden farklı olmadığının ve hatta aynı temel sorunların ekonomi, toplum ve ekoloji düzeylerindeki yansımaları olduğunun anlaşılmaya başlandığı bir döneme işaret eder.” Ardından da şöyle sonlansın paragraf, mümkünse : “Bu nedenle yaşanan sorunların arasındaki karmaşık ilişkileri görmezden gelen, teker teker çözmeye çalışan ve sorunları iyice ağırlaştırmaktan başka işe yaramayan indirgemeci ve modernist anlayış, 21. yy’ ın ilk çeyreğiyle birlikte yerini post-modernizmin bütünselci (holistic) yaklaşımına bıraktı.”

Kırsal Kalkınma” kavramı ve önemi

Şu ana kadar halefinden çok daha yararlı – tutarlı olduğunu kanıtlamış olan bu kapsayıcı yaklaşımın en güncel yansımalarından biri de “Kırsal kalkınma”. Aslında çok yeni de sayılmaz bu kavram; özellikle Avrupa’da binlerce üniversite, enstitü ve kurum tarafından bölgesel, ulusal ve uluslararası ölçekte üzerinde çalışılan ve her yıl uğruna yüzlerce milyar dolar ayrılan, yüzyılın en büyük “yeniden yapılanma” projesi olarak nitelendirilebilir. Kırsal kalkınma, doğası gereği, farklı coğrafyalarda farklı öncelikler üzerinde duruyor. Afrika’da birincil amaç gıda güvencesi, hane halkının mutlak yoksulluk (1.25 $/kişi/gün) eşiğini aşması ve genelde kendi kendini besleyen “yoksulluk sarmalları” ndan kurtulmasını sağlamakken, Latin Amerika’da toprak hakkı, küçük ölçekli işletmelerin pazara erişimi ön plana çıkıyor. Güney Doğu Asya’da ise çoğunlukla tarımsal üretimde sürdürülebilirlik üzerinde duruluyor. Tüm dünya genelinde var olan ortak yapısal sorunlar ve öncelikler de var tabi : “toplumsal cinsiyet”, yaratılan gelir kaynaklarının sürdürülebilirliği, yapısal güç ilişkilerinin yataylaştırılması, küreselleşmenin etkileri, gibi.

Yakın zamana kadar tüm bu sorunlar BM, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların “tepeden inmeci” ve “tektip” reçeteleriyle halledilmeye çalışıldı. Yaklaşık yarım asırdır devam eden bu yaklaşım o kadar başarısız oldu ki (hatta, eğer gizli amaç var olan sorunları ağırlaştırmaksa, son derece başarılı oldukları söylenebilir), bugün bu kurumlar bile bu modernist, tektipçi ve tepeden inme yaklaşımın tamamen hatalı olduğunu kabul eder duruma geldiler. Yeni ve bütünselci yaklaşım ise sorunların birbirleri arasındaki bağları dikkate alan, kırsalda yaşayanların planlama ve karar alma süreçlerine doğrudan katılımını sağlayan, “her koşulda işe yarayacağı iddia edilen” tektip reçeteler yerine üzerinde çalışılan konu ve bölgenin toplumsal, kültürel ve sosyo-ekonomik özelliklerini dikkate alan “çalışma çerçeveleri” oluşturma yolunu izliyor. Dahası, ekonomik büyümenin her derde deva olmadığı ve hatta birçok sorunun nedeni olduğunu kabul ediyor, nicel artış yerine nitel iyileşmeyi hedefliyor. Bu anlamda ekoloji anlayışı da klasik çevrecilikten çok daha derinlere iniyor.

Avrupa’da Kırsal Kalkınma

Avrupa’da kırsalın sorunları, örneğin Afrika kıtasıyla karşılaştırdığımızda, oldukça farklı bir görünüm sergiliyor. Kıta içinde de, örneğin, İskandinavya ve Güney Avrupa kırsallarının sorunları, öncelikleri ve potansiyelleri arasında büyük farklar var. Yine de Avrupa genelinde kırsal kalkınmada öncelikler şöyle özetlenebilir : Biyolojik çeşitlilik ve doğal kaynakların korunması, (özellikle küçük ve orta ölçek için) pazar erişimi ve rekabet gücü, kırsalda yaşam kalitesi ve sosyo-ekonomik canlılığın artması

Avrupa Birliği’nin, yeni kırsal kalkınma yaklaşımını hayata geçirmek konusunda (şimdiye dek, ve görece) en başarılı siyasi aktör olduğu söylenebilir. Son genişlemelerle birlikte (OECD’nin “kırsal” tanımına göre) AB nüfusunun %56’sı kırsalda yaşıyor; ve bu kırsal alanlar AB’nin toplam yüz ölçümünün %91’ine denk geliyor. 1999 yılında AB, “Kırsal Kalkınma” kavramını “Ortak Tarım Politikası” (OTP) nın ikinci sütunu haline getirerek 2000-2006 yılı programını oluşturdu. 2005’teki konsey kararıyla da 2007-2013 programı oluşturuldu. Bu program, OTP bütçesinin %20’sine denk geliyor ve 96.3 milyar Euro büyüklüğünde. Bu bütçeye ülkelerin ulusal programları, “gelişmekte olan” ülkelere yaptıkları ODA (“resmi kalkınma desteği”) yardımları, üniversitelerde bu disiplinler-arası bilim dalına ayrılan bütçe vb.. dahil değil. Programın temel hedefleri de yukarıda özetlediğimiz üç temel “Avrupa kırsalı” sorununa çözümler yaratmak. Bu anlamda kırsal kalkınmanın hem finansal, hem de politik anlamda AB’nin en temel politikalarından biri haline geldiği rahatlıkla söylenebilir.

Avrupa’da kırsal kalkınma, sivil toplum örgütlerinin katılımına sonuna kadar açık, yerel ve bölgesel ölçekte, oldukça şeffaf ve esnek yapılarda, küçük ölçekli ve ekolojiye duyarlı yerel ekonomik yapıları gözeten projeler ve çalışmalar üzerinden gerçekleştiriliyor. Birliğin alması gereken daha çok yolu var tabi; Yeşiller’in de belirttiği gibi bütçenin %80’i hala OTP’ nin tarım sübvansiyonlarına dayalı, yani “eski kafa” yaklaşımın tortusu ve sistemdeki sorunun yapısallığını güçlendirir mahiyette. Yine de AB’nin hem ekonomiyi gerçek anlamda sürdürülebilir ve dengeli bir yapıya kavuşturacak, hem ekolojik farkındalığı arttıracak, hem de (ve belki de en önemlisi) toplumsal ve bireysel düzlemde yararlı ve mecburi bir yaşam tarzı / hayat algısı paradigma değişikliğini hızlandıracak bir kırsal kalkınma yaklaşımına geçmekte olduğu söylenebilir.

Türkiye’de Kırsal Kalkınma

Doğrudan katılımla oluşturulmuş, bütünsel yaklaşımcı ve giderek mahvolan kırsal-kent dengesini yeniden onarmayı hedefleyen bir kırsal kalkınma politikasının hazırlanması, nüfusunun daha düne kadar büyük bölümü kırsalda yaşayan Türkiye için yaşamsal önemde. Dahası, Avrupa Birliği sürecinde de teknik olarak üzerinde en fazla çalışılmayı gerektirecek, “uyum süreci” muhtemelen en uzun sürecek konu bu.

Bugüne kadar kırsal Türkiye’de hep “doğası gereği sorunlu” bölge olarak görüldü; halbuki durum aslında tam tersi. Doğu ve güneydoğuda fabrika açmak gibi soruna kırk yıldır hiçbir derde derman olmamış “farazi” politikalarda ısrar edildi; GAP gibi doğru uygulansa oldukça yararlı olabilecek projeler büyük ölçekli tarımsal üretimi ön plana koyan, kırsalın kendi kendine yeterliliğini önüne bir hedef olarak değil, yok edilmesi gereken bir engel olarak koyan yaklaşımlarla yürütüldü. Sivil toplum ve akademi de “kırsal kalkınma” kavramından pek haberdar görünmüyor; Türkiye’de bu konuda gerçek ve bilinçli anlamda çalışan sivil toplum örgütü sayısı ne yazık ki yeterli değil. Bunlar arasında “Kalkınma Derneği” ve “Heinrich Boell Stiftung Vakfı” gibi istisnaları anmadan geçmemek lazım.

Belki şaşıracaksınız ama, Türkiye’nin bir kırsal kalkınma politikası var aslında : 2006’da kabul edilmiş olan “Ulusal Kırsal Kalkınma Strateji” si. DPT tarafından hazırlanan bu belge AB’nin önce 1999’da kabul ettiği, 2005 ve 2006’da da ince ayarını yaptığı kırsal kalkınma anlayışıyla büyük paralelliler gösteriyor : İki belgenin “temel amaçlar” ve “ilkeler” kısımları birbiriyle uyumlu. Ancak hemen belirtelim; “AB’ye uyum süreci heyecanının” tavan yaptığı dönemde hazırlanan bu belgenin hayata geçirilmesi konusunda çok başarılı olunduğu söylenemez. Türkiye’de 1970′ lerden beri devam eden ve kırsalı “kent için gıda üreten bölgeler” olarak gören sakat anlayışın sadece kırsalda değil, yoğun göç nedeniyle kentlerde ve bozulan ekonomik denge nedeniyle ülkenin tamamında yarattığı hasara rağmen, “yeni” kırsal kalkınma anlayışına geçiş süreci hala tam anlamıyla gerçekleşmiş değil. Son yıllarda açılan yarı-bağımsız bölgesel kalkınma ajansları misal, teorik olarak atılmış doğru bir adım ancak pratikteki sorunların hızla halledilmesi ve katılımcılığın en önemli amaç olarak belirlenmesi gerekiyor. Kırsal kalkınmanın zira, en temel ilkesi ve başarısının ön şartı, çok samimi, güçlü ve muktedir bir katılımcılık anlayışı sergilemek.

Bitirirken, iki noktayı açıklığa kavuşturayım : Öncelikle, 2. Dünya Savaşı sonrası yeni düzenin ideolojik propaganda aracı olarak gördüğüm “kalkınma” kavramını ve anlayışını her fırsatta ve sonuna kadar eleştiririm. Ancak “Kırsal Kalkınma” bir terim olarak kalkınmadan farklı, hatta kalkınma retoriğine zıt bir içeriğe sahip; bu nedenle kavramı olduğu gibi kullanıyorum. İkincisi, bu yazının “Türkiye’de kırsal kalkınma konusunda nasıl bir politika izlenmeli?” sorusuna somut cevaplar vermediğinin farkındayım; tüm Türkiye’de “işe yarayacak” bir reçete sunmaya çalışmak bu yazının ana fikriyle tamamen çelişirdi. Ancak yine de herhangi bir kırsal kalkınma politikasının temel alması gereken ilkelerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz : karar alma süreçlerine tüm aktörlerin doğrudan ve aktif katılımı, sosyo-ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik, kırsalda ekonomik etkinliklerin-gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesi, yerel yapı ve özelliklere göre esnek ve toplumsal cinsiyeti öncelikli olarak göz önünde tutan politikalar, küçük ölçek ve kendine kendine yeterliliğin önündeki politika ve pazar engellerinin kaldırılması, kırsal yaşamın sosyal ve kültürel olarak yeniden canlandırılması… Aslında bütün bunlar, dünya ve Türkiye toplumunun da şu aralar yaşamakta olduğu “paradigma değişikliği” nin de temel taşları; ve öyle umalım ki, torunlarımızın torunlarının yaşayacağı dünyanın temel ilkeleri.

You may also like

Comments

Comments are closed.