Geçen seferki Ormanevi ziyaretimden sonra hayatımda yaşadığım zor şeyler, Ormanevi’ne özel bir yazı yazmama mani olmuştu. Yaşadıklarımı tartıp değerlendirecek vakit bulamadan başka konulara dağılmıştı hayatım. O zamanki yazıma buraya tıklanarak ulaşılabilir. Bu sefer araya bir şey girmeden yazıyorum.
Dünya’nın en büyük problemini hala savaşlar, hastalıklar, ekonomik krizler olarak görüyor olmamızdan gireceğim konuya. İnsanlar kendi elleriyle yarattıkları bu insanı merkeze koyan problemlerle boğuşadursun, ben bu kötülüğün hepsini kapsayan ve yine kendi ellerimizle hızlandırdığımız başka bir problemi kişisel gündemime aldım. Doğayla olan çarpık ilişkimiz sonucu doğan iklim değişikliği sorunu, yakın gelecekte, istemesek de, görmeyi reddetsek de gündemimize gelecek. O zaman zannediyorum ki güncel ve sığ politikanın ne kadar gereksiz olduğu, günü kurtarmak hedeflerinin ne kadar boş olduğu gerçeği yüzlerimize tokat gibi çarpacak. Kurduğumuz tüm sosyal yapı çatırdamaya ve kırılmaya başlayacak. Yine insana özgü pişmanlıklarımız ve psikolojik sorunlarımızdan oluşan girdaplarımızda boğulacağız. Tabi ki bir Hollywood senaryosu gibi eriyen kutupların yükseltmiş olduğu denizlerde de boğuluyor olabiliriz. Bu kadar kendine odaklanıp bencilleşmiş bir tür için bu son söylediğimin çok da önemli olduğunu zannetmiyorum. Sağda solda hortum görüp, hortum qeyfiyle selfie çekebilecek bir nesil yetişiyor sonuçta. Panpalarla iqlim deishiklii qeyfi adeta.
Çok kısaca ve kabaca yazdığım bu dev sorun, onu ciddiye alanlar için ciddi bir umutsuzluk kaynağı olabilir. O umutsuzluğa ben de düştüm ancak sonrasında umudu, bozduklarımızı onarmakta buldum. Nasıl bir yöntem izlenebilir hiç bir fikrim olmamasına rağmen, işe insanı en üstün noktaya koymaktan veya merkeze koymaktan vazgeçip, ekosistemlerin tüm bileşenleriyle aynı değerde bir noktaya doğru çekerek başlayabileceğimi farkettim. Bu kadar büyük bir evrende Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma, Can Kazaz’ın ne kadar önemsiz bir küçüklükte olduğu klişesine fazla girmek de istemiyorum.
Bilincimin çevresine inşa ettiğim bu farkındalıklar, bir şekilde çözüm yöntemini tünelin sonundaki bir ışık gibi gösterdi bana. Şehrin betonunu kırmakla uğraşmak yerine, kendi beton kafamı kırıp kırsalda toprağa dokunmam gerektiğini farkettim. Yani bizi besleyen ve tüm canlıları hayatta tutan o karmaşık yapıya yönelmek gerekiyordu. Kısa zamanlı deneyimlerimin ilkini Ormanevi bünyesinde gerçekleştirdim. Aynı dönemde yine Anadolu Meraları’nın Türkiye’de uyguladığı bütüncül yönetim ile tanıştım. Bütüncül yönetim nedir, ne değildir ben anlatacak yetkinlikte değilim. Dolayısıyla şuraya yönlendirip aradan çekiliyorum: Anadolu Meraları (tıklayıp ulaşabilirsiniz)
Şu ana kadar ne çektiysek şu romantizmimizden çektik. Bugüne kadar hangi devrimi ve yöntemi romantize ettiysek elimize yüzümüze bulaştı. Bu yüzden kırsalı romantize etmemek için elimden geleni yapıyorum. Kırsal zor bir yer ve şehirli biri için bu zorluk katlanarak artıyor. Ama bu gerçeği kabullenerek yaşam tarzımı kısa süreliğine bile olsa değiştirmeyi kabul ettiğimde ve bunu daha önce deneyimlemiş insanları egomu da kırarak dinlemeyi başardığımda tüm zorlukların yavaş yavaş kendi çözümlerini yarattığını, inisiyatif almanın yarattığı basit sonuçlardan doğan mutluluğu ve sevgiyi görebildim.
Seslere önem vererek yaşayan bir insanım. Görsele odaklanmış yaşantımızda duysala daha fazla yer ayırmaya çalıştıkça algımın genişlediğini farkediyorum. Bu kısa ziyarette bir an durup, ağaca konan serçenin kanatlarından çıkan sesi duyabilmenin kıymetiyle mutlu oldum. İneklerin yanına gidip, otları yerden koparırken çıkardıkları seslere gülümsedim. İçerde soba yakmaya çalışırken yaşanan heyecan kahkahalara dönüştüğünde dışardan duydum, dinledim. Balkonun yanındaki ağaçta arıların ilgisini çeken şeyler olduğunu bakmadan da farkedebilmenin tadını çıkardım. Murray Schafer’in hi-fi soundscape diye ifade ettiği meseleyi dibine kadar deneyimledim. Kırsalda adımlarımın sesi var! Ormanevi sakinlerinin benden müzik yapmamı istediklerinde isteksiz davranmamın sebebi sadece utangaçlığım değil yani :)
Bütünü dinle ve o bütüne sen de çıkardığın sesle dahil ol. O bütünün, senin sesinden aldığı katkıyla kendini yenilemesine izin ver. Bütündeki çeşitlilik, benim gitar çalıp şarkı söylememle baskılanmamalı diye düşünüyorum. Büyük şehirleri yeterince kendi seslerimizle doldurduk ve yalnızlaştık. Kırsalda farklı ve entegre bir sesler sistemini deneyimleyebilmeliyiz. Kötü tarım yapmak gibidir lo-fi soundscape yaratmak. Soundscape’ler de tıpkı toprak gibi. Yeşertmek ve onarmak elimizde.
Yoksa Blues sevmediğimden değil :D
Bu dağınık yazıya veda ediyorum. Şimdilik diyeceklerim bu kadar.
The World Soundscape Project
The Soundscape (kitap)Bu yazı ilk olarak bensizdenkactim.tumblr.com/ da yayınlanmıştır
Can Kazaz