Artık her ayın rutini haline geldi. Gazeteler belirli birkaç kelimeyi değiştirip neredeyse aynı haberi veriyorlar. Mayıs ayı gelmiş geçmiş en sıcak ay oldu! Haziran ayı gelmiş geçmiş en sıcak ay oldu! Temmuz, Ağustos… Bu rutinin arasında da hava olaylarından kaynaklı çeşitli “felaketlerin” haberleri giriyor. Döngü bu şekilde devam ediyor. Bu döngüyü yaratan insan. Milyarlarcası da kentlerde yaşıyor, iklim değişikliğini hem yaratıyor; hem de doğrudan onun etkileriyle karşı karşıya kalıyor. Mücadeleler de artık kent odaklı yaşanıyor. Hayat neredeyse, mücadelenin de odağı orası çünkü. Baştan bakarsak ikim değişikliği ile mücadelenin temel olarak dayandığı iki kavram var. Bir tanesi azaltım, diğeri ise uyum. Azaltımı en kabaca karbon salımlarının düşürülmesi olarak tanımlayabiliriz. İklim Zirveleri’nde, uluslararası anlaşmalarda kovalanan hep bu. Ülkeler ne kadar azaltım yapacaklarına yönelik taahhütlerini ortaya koyuyorlar, buna göre bir eylem planı ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Felsefi olduğu kadar kesin matematiksel hesaplamalara dayalı bir süreç.
Diğer kavram ise uyum. Aslına bakılırsa iklim değişikliği ile mücadelede uyum kavramının ortaya çıkması ve daha sonrasında da çalışmaların önemli bir bölümünün bu alana kaydırılması şimdiye kadar verilen mücadelenin bir yere kadar kaybedilmiş olduğunun kabulü anlamına gelmekte. Azaltım politikalarının yeteri kadar uygulanmaması ya da uygulananların yeteri kadar sonuç vermemesi insanları, kentleri iklim değişikliğine açık bir konuma sokmuş, iklim değişikliğinin etkilerini de insanlar için, kentler için çok önemli bir noktaya getirmiş durumda. Sadece 27 Ağustos günü Ankara’da olanlara bakmak bile geldiğimiz noktayı anlamak açısından yeterli olacaktır. En fazla bir saatlik bir yağmur sonrasında nehirlere dönen sokaklar, göllere dönen alt geçitler ve caddeler, taş toprak (kentsel erozyon) içinde kalan yollar. Saatlerce süren anormal bir yağıştan bahsetmiyoruz. Fakat kentler buna bile yanıt veremez, buna bile uyum sağlayamaz düzeydeler şu anda. İşte bu gerçekliği verili durum kabul ederek kentleri yeniden organize etme çabası iklim değişikliğine uyumda kendisini bulmakta ve artık azaltım ve uyum birbirleriyle eşgüdümlü olarak ilerleyen iki mücadele aracı olarak kendisini göstermekte. Göstermek de zorunda.
Su baskını, kuraklık, sel, çok yüksek sıcaklıklar, çok düşük sıcaklıklar… Tüm bu hava olayları artık daha da fazla gündemimizde ve doğrudan kentlinin hayatına etki ediyor. Suyun akmaması ya da pencereden su girmesi Paris’te imzaya açılan bir anlaşmaya ABD ve Çin Devletleri’nin imza koymasıyla %100 doğrudan bağlantılı fakat bu bağlantıyı herkesin, her an kurmasını da beklemeyeyiz. Bununla birlikte kentli, adına henüz uyum dememiş olsa da, uyum konusunda ne beklemekteyse belediyesinden beklemekte öncelikle. Çünkü yüzdeler, küresel gibi büyük kelimeler bir yana iklim değişikliğine uyum kentlinin doğrudan hayatına dokunan hizmetleri kapsamaktadır. Su akmıyorsa ya da su olmaması gereken yerlere dolmuşsa muhatap doğrudan doğruya o kenti yönetenlerdir. Bu yüzden de azaltım ve uyum giderek gündelik yaşamda daha da fazla ortaya çıkacaktır.
Yerel yönetimlerle alakalı yasalar, düzenlemeler çok asimetrik şekilde yapılmış. Yetkiyi ve sorumluluğu mümkünse hep daha geniş ölçeğe verilmiş. Bu sebeple de en küçük ama halka en yakın birimlerin sorumlulukları süreç içerisinde hep azaldı, azalıyor. Bunun getirisi olarak azaltım politikalarına yönelik bir belediyenin, hele de ilçe belediyesiyse, yapacağı, yapabileceği çok hamle yok. Fakat uyum noktasında en küçük, imkânları en az belediyenin bile atabileceği çok fazla adım var.
Bu kavramın Avrupa’da yeni yeni dolaşıma girdiği düşünülürse, Türkiye için yepyeni bir kavram olduğu ortaya çıkacaktır. Dirençli kentler, iklim değişikliğinin etkilerine yanıt veren kentler Türkiye’de yavaş yavaş konuşulmaya başlansa da; olgunun kendisi bu yavaşlığı kaldıracak durumda değil. Zaman kaybı ve terse atılan adımlar bizi zaten TBMM’nin 30 adım ilerisinde suda mahsur kalmış araçlara, damı akan metro istasyonlarına getirdi.
Bu sebeple tren henüz yeni harekete geçmişken ve yakalanabilir bir noktadayken harekete geçmek çok önemli. Azaltım trenini kaçırdık. Karbonsuz kentler konuşulurken, hala ufacık azaltımların reklamını yapmak peşindeyiz. Fakat uyum trenini kaçıramayız. Bu tam bir felaket olur. Kentsel çölleşmenin bu kadar yüksek boyutlarda yaşandığı bir ülke artık bir adım atmak zorunda. Yoksa bu felaketlerden insanları ne yeni havaalanları ne de yeni köprüler kaçırabilir.
Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net