Dış Köşe

Futbol, tutku ve ırkçılık – Ali Yurttagül

0

Bugünlerde tüm
futbol dünyası Avrupa Şampiyonası’na kilitlenmiş durumda. Kulak verirseniz
futbol severlerin kalp çarpıntılarını duyabilir, tansiyonlarının yüksekten
uçtuğunu yüzlerinden okuyabilirsiniz. Binlerce insanı arenalarda ve
milyonlarcasını ekran karşısında buluşturan bu spora “tutulmamak”,
hayranlık duymamak mümkün değil.

Futbolu bu denli çekici kılan olguyu bir iki özelliğe indirgemek mümkün
olmadığı gibi, sadece “spor” üzerinden açıklamak da mümkün değil.
Futbol, spor olduğu kadar sosyal bir olgu, kolektif olduğu kadar bireysel,
benlik odağı olduğu kadar politik dinamiklerin sentezini yansıtır. Bu yüzden bu
spora olan tutkuyu tek boyutla anlamaya, anlatmaya çalışmak mümkün olmadığı
gibi, bu tutkunun derinliklerinde sadece spor görmekte doğru olmaz. Modern
endüstri toplumu ve şehirleşmenin ürünü olan bu sporun toplumsal etkinliğini
bugünlerde kimseye anlatmaya gerek yoktur sanıyorum. Uzatmayalım; futbol
sportif, politik, kültürel, ticarî ve sosyal bir olgudur. Siyasi partiler
futbol federasyonu yanında küçük dernekler gibidir. Toplumu bu kadar kapsamlı
etkileyen bir sporun, temel siyasi çelişkileri yansıtmaması mümkün olmadığı
gibi, bu çelişkilerin futbol ile farklı bir ifade zemini bulduğu da yadsınamaz.
Arenada ve dışarıda gözlenen şiddet ve ırkçılık örneğinde olduğu gibi… Son
günlerde Almanya aşırı sağının, yani Nazilerin, Mesut Özil’e yönelik
yürüttükleri çirkin ve kapsamlı kampanya bu açıdan ilginç bir örnektir. Niçin
Mesut Özil sorusuna gelmeden milyonların tutkusu futbola ve bu sporu siyasi ve
sosyal çelişkilerin odak noktası yapan özelliklerine biraz yakından bakalım.

Futbolda “tutku” olgusunu anlamak isteyenlere Hürriyet
gazetesinin Türkiye’nin önemli iki “spor yazarı” Hasan Cemal ve
Cengiz Çandar ile yaptığı oldukça detaylı mülakatı okumalarını tavsiye ederim.
Futbolun bu iki gazetecinin hayatında kapsadığı yer ve önemi rasyonel bir
yaklaşımla anlamak mümkün değil. Bu mülakat, ayrıca, özel hayatlarındaki yeri
ve önemine de ışık tutuyor. Cengiz Çandar’ın Fenerbahçe ve şike konusundaki
yazıları örneğin oldukça ilginçtir. Duru ve objektif olmaktan uzak olduğu için
değil, Fenerbahçe “kulübünün”, yani milyonların hislerini
seslendirdiği, “haksızlığa” başkaldırdığı için. Ona göre haksızlık
kulübün kusursuzluğundan değil, “herkesin” yaptığı bu hatanın
“sadece” Fener’e faturası kesilerek üzerine gidilmesinde yatmaktadır.
Çandar’ın futbol üzerine yazı ve yorumlarını çekici kılan işte bu özelliğinden,
tutku ve taraflılığından kaynaklanıyor. Hasan Cemal’in Galatasaraylı olduğu
bilinir. Yazılarını okuduğunuzda onun Barcelona’yı
da tuttuğunu anlarsınız. Galatasaray tutkusu çocukluğundan gelir, hissidir.
“Barça” tutkusu futbolun estetik ve sanat boyutuna tutkusunu
yansıtır, olgundur.

Temel insan hakları ve Türkiye’de demokratikleşme sürecinde verdikleri
mücadeleleri ile tanınan bu iki yazarın milli takım ile ilişkilerini, salt
milliyetçi tutkular ile açıklayamazsınız. Onlar için milli takım, bir bakıma
Fener, Cim Bom’dur, milyonlarca insan için olduğu gibi. Hamburg-Fenerbahçe
maçında Galatasaraylıların,
Hamburg desteği ne kadar
normalse, milli takım desteği de o kadar normal. Bu ilişkide, yalın bir futbol
tutkusu yatar, bireyin bir grup ile özdeşleştiği, grup ile hissettiği ve sıcak
bir dayanışma içerisinde olduğu bir andır bu. Beşiktaş’ın sahasında oynadığı
zaman, “Çarşı”nın trafiği durdurarak sahaya akışını izleyenler bu
tutkunun caddeye dökülüşünü “Çarşı” olgusu ile futbol tutkusunun
örtüştüğü anı yaşarlar. Erdoğan’ın, Galatasaray’a karşı tutum takındığı günlerde,
Çarşı’nın siyaha değil, sarı kırmızıya bürünmesi ve destek vermesi futbol
tutkusunun hassasiyetini yansıtır.

Birçok pozitif özelliğine değindiğimiz bu spor ve taraftarlarının ırkçı
ve ayrımcı düşüncelere açık olması biraz abes gelebilir, fakat toplumla örtüşen
futbol için bir bakıma normaldir. Zira futbol sadece seyirci kitlesi ile değil,
spor kulüpleri ile toplumsal değerleri yansıtan hareketlerdir. Irkçılık
sanıldığı gibi taraftarlar arasında görülebilen “marjinal” bir olgu
değil, onu yer yer kulüp yönetimlerinin tavırlarında da izlemek mümkündür. Uruguay’ın dünya futbolunun ilk yıllarında elde
ettiği şampiyonluğuna, takımında siyah bir oyuncu olduğu için itiraz eden Brezilya Futbol
Federasyonu dönemin ırkçı düşüncelerini ne kadar berrak temsil ediyorsa, 80’li
yıllarda Alman Futbol Federasyonu da benzer hislerle hareket ediyordu.
Avrupa’nın büyük futbol ulusu Almanya, o yıllarda, göçmenlere uygulanan
“geri dönüş” primleri gibi, milli takımın “Alman” olmasına
özen gösteriyor, göçmen kökenli oyuncularına pek yer vermiyordu. Fransa’da
Zidane ile değişmeye başlayan benzer tavır, Almanya’da Theo Zwanziger’in
Federasyon başkanı seçilmesi ile değişti. Theo Zwanziger sadece Federasyon’un
ayrımcı tutumunun Almanya için politik sakıncalarını değil, futbolun azınlıkların
topluma entegrasyonu için oluşturduğu şans ve olanakları gören ilk yönetici
oldu. Almanya’da Mesut Özil gibi Türkiye kökenli yıldızların parlaması, kısmen
Theo Zwanziger’in eseridir. Zidane’ın futbolunu “siyahların fiziki
üstünlükleri biliniyordu” diyerek yorumlayan Le Pen, büyük oyuncunun
zekasını küçümsemekle kalmıyor, Fransız olmadığına dikkati çekiyordu. Le Pen
için Zidane “Fransız” olmadığı gibi, Neonaziler için Mesut Özil de
“Alman” değildir.

 

FUTBOL İLE POLİTİKANIN
KESİŞİM NOKTASI

“Neden Özil?”
sorusuna biraz yakından baktığınızda, sürdürülen kampanyanın kaynak ve
hedeflerine de ışık tutmak mümkün oluyor. Özil, takımda tek “yabancı”
kökenli oyuncu değil. Göze çarpan ilk olgu Özil’in takımda Zidane gibi bir
konumda olması ve futbol estetiğini yaratıcı bir şekilde uygulaması ve
sergilemesidir. Takımdaki bu özelliği onu sadece görünür kılmıyor, kitleler
tarafından benimsenmesini, “biz” olgusunun odak noktası olmasını
sağlıyor. Bu yüzden “ari ırk” saplantısı olan aşırı sağ, Türkiye
kökenli Özil’i “ayrışımın” odak noktası yapmak istiyor. Bremen’den
Madrid’e geçmiş olması, yani Almanya liginde oynamaması işlerini
kolaylaştırıyor.

Futbol ile politikanın
örtüştüğü bu nokta, iki açıdan oldukça önemlidir. Futbol açısından baktığımızda
giderek evrenselleşen futbolun bu tür ırkçı dürtüleri çoktan aştığı için pek
bir tehlike oluşturduğunu sanmıyoruz. Özil ne kadar Alman’sa, o kadar Türk veya
İspanyol bir oyuncudur. Onu oyuncu olarak “milli” bir formaya
indirgemek ne Türk ne de İspanyol seyirci için mümkün değildir. Bu yüzden
futbol açısından kaygı duymaya gerek yoktur. Politik açıdan Özil’in Almanya ve
Almanya’da yaşayan Türkler ve genel olarak göçmenler için önemli misyonunu
gözden kaçırmamak gerekir. Özil, milli takımdaki başarıları ile politikacıların
on yıllardır başaramadıkları önyargılı “Türk algısını” değiştirdi ve
Almanya’daki Türkler gerçeğini görünür kıldı. Üç milyona yakın
“Türk’ün” Almanya’nın parçası ve başarı öyküsü içinde yer aldığını
sergiledi. Türkiye, Mesut Özil’e bu açıdan bakar, onun Almanya ve Almanya’da
yaşayan milyonlarca genç için önemine dikkat ederse, sadece ırkçı hareketlere
karşı tavır koymakla kalmaz, futbol ve bu spor tutkusu ile büyüyen milyonlarca
genç insanın evrensel insan ve spor değerleri ile yetişmesini sağlar. Türkiye’de
futbol severler Mesut’a, futbol ve misyonuna olanak bulduklarında (Dünya
Kupası’nda mümkün olur umarız) alkış tutabilirlerse, sadece politika değil,
futbol için de en doğru mesajı vermiş olurlar.

 

Ali Yurttagül – Zaman

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.