Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Evcilleştirilemeyen bir canlı türü olarak kurt -1

0

Son yıllarda bir yaban simgesi olarak giderek artan oranda dikkatleri üzerine çeken “kurt”a yakından bakalım. Öncelikle altını çizelim: Kurt köpek değildir, köpek evcilleşerek kurttan farklı bir tür olma sürecine girmiş ve bu süreç tamamlanmıştır. Kurdun iki temel özelliği vardır: İlki aslan, kaplan, fil, yılan gibi yabandan gelen hayvanlar sirklerde “gösteri hayvanı” olarak kullanılmasına rağmen kurt bu gösteriler için bir türlü uygun hayvan ol(a)mamıştır. İkincisi soğuk kutup buzullarından sıcak kum çöllerine, bozkırlardan ormanlara kadar geniş bir coğrafyada yaşayabilen, yaban alanların çok azalmasına rağmen varlığını sürdürmek için kararlı bir direnç gösteren, bu özellikleriyle yabanın evcilleştirilmesine karşı çıkan insanlara da esin veren az rastlanan bir canlı türüdür.

Bu esine kulak vererek Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı kült bir metin üreten Clarissa Pinkola Estés’e kulak verelim. Yazar bu dünyalı kadınların çoğu tarafından kabul görmüş, sürekli yeniden ve yeniden baskısı yapılan kitabına şu cümleyle başlar: “Hepimiz vahşiye özlemle doluyuz. Bu özlemin kültürel olarak onaylanmış pek az panzehiri var.”[1] Yazar, vahşi olmayı temel alır, sonradan edinilmiş evcilleştirilmiş kültürün bu durumu önleme yeteneği (de) yoktur; vahşi, pusuya yatmış bir gölge olarak günümüz kadınlarına eşlik eder ve kesinlikle dört ayaklıdır: Kurttur![2]

Tüm insanlık tarihini jilet gibi kesen, son derece net ifadeler bunlar.

Bütünlük için yabanıllık: Nasıl?

Hem uygarın (= evcilin) vahşi (= yaban) alanları neredeyse tümüyle yok etmesine rağmen amacına ulaşamadığına hem de vahşi (= yaban) kalmak için ille de vahşi de (= yaban da) yaşanması gerekmediğine dikkat çekiyor. Ardından “vahşi” ve “yabanıl”daki anlam kaymalarına değiniyor: “Vahşi”yi denetimden yoksun anlamına gelen küçümseyici boyutuyla değil, “criatura”nın (yaratığın) doğuştan gelen bütünlüğünü yitirmeden yaşaması anlamında, [3] Latince “fer”den türeyen “yabanıl”ı (feral) ise evcilleştirilmeye tepki olarak kullandığını belirtiyor.[4]

Dikkatinizi çekmek isterim: Evcilleştirilme “bütünlüğün yitirilmesi”[5] olarak adlandırılıyor.

Çıkarsamaları için akademik metinlerin yanı sıra şair, şarkıcı, serseri, büyücü kadın ve abdal[6] anlatılarını da veri olarak kullanırken evcilleşerek yaşama sevinçleri ve dişilikleri zayıflayan kadınların gündelik hayatlarında yaşadığı belirtileri tek tek sıralıyor: Kendini yavan, yorgun, kırılgan, kafası karışık, suskun, dizginlenmiş, heyecansız, korkmuş, sarsak, cansız, utangaç, sürekli kızgın ve kuşku içinde, hafifmeşrep, sıkıştırılmış, bastırılmış, güçsüz, tıkanmış, uyuşuk, belirsiz, mütereddit, çökkün, yaratıcılıktan uzak hissetmek; eş, iş ve arkadaş seçiminde sürekli hatalar yapmak; içgüdülerini yitirenler için en güvenli yer olan boğucu ev hayatına kendini hapsetmek; yolculuğa çıkmaktan, sürekli küçük düşürülme endişesiyle yaşamaktan, beğenilmemekten, becerememekten, sesini yükseltmekten ve itiraz etmekten korkmak…[7]

‘Yoktan var eden’ yaratıcılık

Oysa yaşamayı seven kadın tıpkı bir kurt gibidir: “Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir.”[8] Çünkü yabanıl yaratıcılığın özü terbiye değil, oyundur. [9] Terbiye uslu, uyumlu, steril ve hijyenik olmayı, öğretilenle yetinmeyi, kibarlığı, küfretmemeyi, geçmişten geleceğe uzanan taklidin taklidi bir hayatı normal kabul ederek razı olmayı öğretir. Normal ise öğrenilmiş çaresizlik, razı olarak yaratıcılıktan vazgeçmektir. Oysa kuralları herkes için geçerli ve şeffaf olan dans gibi oyunlar inisiyatif tanır, doğrudandır, bedene söz verir, yaratıcılığa zemin hazırlar, estetik ve öngörülemezdir: “Oyun yoksa, yaratıcı hayat da yoktur. Uslu olunursa, yaratıcı hayat olmaz. Sessizce oturulursa, yaratıcı hayat olmaz. Sadece ağırbaşlı bir şekilde konuşulur, düşünülür, davranılırsa, çok az yaratıcı özsuyu çıkar.”[10]

Yaban, hareketli ve hareketsiz diğer canlı türleriyle temas ederek kulaklarımızın insan yapımı müzik aletlerinin sesleriyle, gözlerimizin televizyonun dikte ettiği öğretilen güzellikle, bedenimiz ve dokunmalarımızın ahlakla, koku alma yetimizin kimyasal formüllerle, beslenmemizin evcilleştirilmiş endüstriyel ürünlerle, zihinlerimizin devlet kuran düşüncelerle, ilişkilerimizin devlet tebaası olmaya göre biçimlenmiş evcilliklerle sınırlanmamasına zemin hazırlar. Öngörülemez olanı sorun olarak değil yaratıcı inisiyatif, düşünenin düşünceye hükmetmesinin başlangıç noktası, kendini imha ederek yeniden icat etmenin (bir) imkânı olarak ilişkilendirir: Çünkü, “Yaratmanın Latincesi olan creare, üretmek, (hayat) oluşturmak, yoktan var etmek anlamına gelir.” [11]

Bu yüzden yoktan var eden yaratıcılık için en uygun coğrafya boşluğun komşusu olan sessizlik ve yabandır.[12]

*

[1] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, s. 13.
[2] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 13.
[3] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 21.
[4] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 241.
[5] Yabanıllıktan “doğuş” ve “bütünlük” vurguları eşliğinde söz ediliyor, sonrası ise evcilleşme… Evcilleşmeyle birlikte şu tip ikilemlerin oluştuğu biliniyor: Doğa ve kültür, organik ve inorganik, kutsal dışı ve kutsal, gayrı milli ve milli, sahipsiz olan ve sahipli olan, kaybolmayan ve kaybolan, çiğ ve pişmiş, avcı ve toplayıcı ile çiftçi ve çoban, ilkel ve uygar, yönetil(e)meyen ve yöneten, farklı öteki ve farkı olmayan normal, tekil ve birey↔ toplum, biyolojik ve toplumsal olan, ahlak dışı ve ahlak, yanlış ve doğru, adı olmayan ve adı olan, karakter ve tip, avcı ve toplayıcı ile asker ve düzenli ordu, kaos ve kaos korkusu, kilitsiz ve kilitli mekânlar, yaşam ve ölüm…

Marc Augé, “Paganizmin Dehası” adlı son derece uyarıcı çalışmasında kutsal öncesinin dinamiklerini anlatır: Anlamın, güç ya da ahlak üzerinden içerik edinmediğinden, tin ve bedenin ayrışmadığından, biyolojik düzenin toplumsal düzenin göstereni olmadığından söz eder. Ve kültüre geçişi hem kazanım hem de felaket olarak adlandırır; toplum olma doğrultusunda adımlar atılmaya başlanmıştır çünkü: “Toplum, kültüre geçişle tanımlanır ve tamamlanır. Bu gerçekleşen ilk kopuştur (doğa-kültür) ve kendini farklı biçimlerde gösterir; cinsiyetlerin, nesillerin, ölümlünün ölümsüzden, izin verilenin, buyurulanın ve yasaklananın, pişmişin ve çiğin vb. birbirinden ayrılması. s. 129, 192”

Belki de felakete neden olan sorun, tipik bir “evcil tebaa” davranışı göstererek Abdûlgaffar el Hayatî’nin sorusunu hayatımızdan çıkarmamızda yatıyor.

Neydi o tüm insanlık tarihinin içerisinden geçerek bir cümleye indirgenmiş olan yüklü soru: “Ne oldu da yabanıl, varoluşunun kaynağını kendi dışında aramaya başladı?”

Evet, ne oldu da düşünen düşünceye hükmetmekten vazgeçti?

Ne oldu da “yaratıcı yabanıl”ın yerini “evcil tebaa” aldı, düşünce düşünene hükmetmeye başladı ve biz “seçimle gelen tek adam rejimlerine” mahkûm olduk?

Ne oldu da hayatımızı ve ilişkilerimizi “tek adamlar”ın kapasitesine, ufkuna ve insafına bıraktık; varoluşunu “dayanışma”, “neşe”, “tembellik” ve “sevişme” üzerinden değil de “başkasının acısından haz duyma” üzerinden içeriklendirenlerin bize hükmetmesine izin verdik?

Ne oldu da kendimizi diğer canlı türlerinden üstün görmeye başladık?

Bir cevap, hareketli ve hareketsiz tüm canlı türlerini yok edebilme gücünü kullanarak yukarıdan aşağıya yeni bir toplum oluşturmak isteyen ve böylesi bir başlangıçla “seçilmiş tek adam rejimlerine” esin vermiş olan Tanrı olabilir: Oysa, “İlkel toplumların tanrıları, asla toplumun kurucuları değillerdir; bu toplum, tanrılara karşı ve onlara rağmen kurulur. Augé, M., “Paganizmin Dehası”, s. 259.
[6] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 33.
[7] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 24.
[8] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 25.
[9] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 262.
[10] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 262.
[11] Estés, C. P., Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 352.
[12] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Yarabıçak adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.