Plastik poşet ile ilgili düzenleme ihtimali ilk konuşulduğunda heyecanlanmış ve “işte sonunda Türkiye de plastik kirliliği açısından bazı konularda adım atma cesareti gösterecek” diye sevinmiştik. Ancak sevinç kısa sürdü. Çünkü dağ fare doğurdu ve yasaklanması ya da bir plan dâhilinde yasaklanmasını beklediğimiz plastik poşet için şu sıralar hiçbir etkisi kalmamış olan 25 kuruş düzenlemesi geldi.
Nedeni anlaşılmaz bir şekilde (nedeni biliniyor ama neden bu nedenlere boyun eğildiği anlaşılmıyor) hala plastik poşetin fiyatı 25 kuruş ve komik bir şekilde bu fiyat istikrarından da övgüyle bahsediliyor. İşte plastik poşetle ilgili ortaya çıkan ve sonrasında da tarumar edilen umut ve heyecanın bir benzeri şu sıralar depozito iade sistemi üzerinden -bende olmasa da birçok insanda- yeniden ortaya çıkmış vaziyette. Önce benim neden heyecan duymadığımı anlatmam gerekiyor:
Öncelikle sistem daha baştan eksik ve hatalı kurgulanmış, sadece bir sektörün ihtiyaçlarına hizmet etsin diye kriterleri belirlenmiş ve sosyal gerçekliklerden kopuk bir mühendis yaklaşımına hapsedilmiş. Dünyadaki örnekleri incelemekle övünülürken Türkiye gerçekliğinden kopulmuş ve sadece perakendeci çıkarları ile geri dönüşümcü çıkarları göz önüne alınmış. Gerek model kurgulanırken gerekse de sonrasındaki arama toplantılarında, dar bir hizipçilik anlayışı hâkim olmuş ve sadece sektöre özgü bir katılımcılık ve belirleyicilik tercih edilmiş. Bugün geriye dönüp bakıldığında projenin fizibilitesini yapanlar bile sürecin dışında birer dış kapının mandalı misali, ortaya çıkan garabet sistemi izlemekle yetiniyor. Çünkü bu tarz yaklaşımların beklenen sonucu budur. Yeteri katılımcılığı sağlamaz, küçük olsun benim olsun, “ben zaten mühendisim her konuyu bilirim” der, riski ve sorumluluğu da kimse ile paylaşmazsan sen de en sonunda sistemi dışarıdan izlediğinle kalırsın. Belki tatmin edici bir danışmanlık ücreti alır ve gerekli çıkarı elde edersin ama ortaya çıkan sistemin başarısızlığının da mimarı olmuş olursun.
Türkiye’deki depozito sistemi nasıl çalışıyor?
İşte bunları en başından beri izleme ve takip etme şansım olduğu için bu sistemin ilanı beni heyecanlandırmadı. Bir diğer sebep de 2020 yılından beri neredeyse her yıl “başlıyor” diye ilan edilen ancak bir türlü başlamayan bir sistemin başarılı olma şansının olamayacağına olan inancımdır. Bakalım 2025 yılında sistem nasıl olacak ve gerçekten de beklenilen etkiyi yaratacak mı?
Bana sorarsanız halkta da beklenen etki ortaya çıkmayacak. Neden mi? Bunun birçok nedeni var. Bunları açıklamadan önce Türkiye’deki depozito sisteminin çalışma prensibine biraz değinmekte fayda var.
Sistem temel olarak perakendeci sorumluluğunda yürüyecek olup ambalajlı (PET, cam ve alüminyum) içecek üreten firmaların üretip piyasaya sürdükleri ve sisteme dâhil olacak ambalaj sayılarına dayanıyor. Bu ambalajların toplanması için de 400 m2’den daha büyük perakendeciler bu cihazlar için yer ayırmak zorunda. Siz de PET, cam ve alüminyum ambalajları sisteme koyduğunuzda 25 kuruş geri ödeme alacaksınız. Sonra da onu harcayacaksınız. Dolayısıyla burada bir perakendeci işletme gideri söz konusu. Ancak bu gideri depozito sistemi mi karşılayacak yoksa farklı bir mekanizma mı olacak net değil. Perakendeci için de ciddi bir handikap. Onlar da ya hizmet bedeli verin ya da toplanan malzemeyi biz satalım hesabındalar.
Bu ikinci öneri ters lojistik sistemiyle yapılabilitesi olan bir şey. Herkes kendi ekmeğinin peşinde aslında. Kimsenin derdi çevre değil. Aslında buradan nasıl rant elde ederiz yaklaşımı en önemli motivasyon. Bu sadece Almanya’da benzeri olan bir sistem. Bu sistem için de çok ciddi bir mekan planlaması lazım. Hali hazırdaki büyük marketler belki depolarının bir kısımını bu makinalar ve arka odaları için ayırabilirler ama oldukça zor bir iş.
Daha yaygın olanı ise toplanan ambalajların kar amacı gütmeyen kuruluşlar tarafından organize edilmesi ve perakendeciye de belirli bir hizmet bedelinin sistem üzerinden ödenmesi. Olayın finansal işleyişi ise şu şekilde olacak. Örneğin bir içecek üreticisi, içeceklerini 1lt’lik ambalajlara koyup satıyor. Diyelim ki 1000 tane ambalajı piyasaya sürdü. İşte üreticiler daha sistem aktifleşmemişken bile yani geçen yıldan beri Depozito Katılım Payı adı altında bu bedeli ödüyor. Bu payı ödeyenler daha önceki geri kazanım payını ödemiyor. Ayrıca diyelim ki depozito iade sistemi ile 500 tanesi toplandı. Yılsonunda içecek üreticisi tarafından ayrıca ödemesi gereken miktar da toplanmayan ambalajın bedeli kadar olacak. Böylelikle hem GEKAP, hem DEKAP hem de geri dönüşüm bedeli ile bir finansal gelir üretilecek. Dolayısıyla devlet toplanan ambalajın parasını hem üreticiden hem de geri dönüşümcüden, toplanamayan ambalajın parasını da üretici sorumluluğu adı altında yine içecek üreticisinden alacak.
Ne şeffaflık var ne de hedef
Aslında GEKAP adı altında Maliye eliyle dört yıldır kullanım ömrü sonunda atık olan her türlü ürün için ürünü piyasaya sürenden ücret toplanıyor. İsmi de üretici sorumluluğu. Bu toplanan paranın yüzde 25’i Çevre Ajansı’na gidiyor ancak kalan yüzde 75’in akıbeti meçhul. Muhtemelen deprem için toplanan paralara olan şey, çevre ve atık yönetimi için toplandığı iddia edilen GEKAP parasına da oluyor. Yani geçiş garantili otoyol ve havaalanı ödemelerine. Üstelik biz bu yüzde 25’lik miktarın da nasıl harcandığını bilmiyoruz. Muhtemelen o da bazı partili belediyelere aktarılıyordur. Yani ortada sıfır şeffaflık var. Oysa depozito sisteminin olmazsa olmazı şeffaflık. Şeffaflık demişken Türkiye’de ambalaj atıklarına dair de resmi veri yok. Sadece bakanların ve ambalaj sanayicilerinin sözlü beyanları var. Dolayısıyla ambalaj verisine dayalı olması gereken bir sistem olan depozito iade sistemi sıfır veriyle yürütülecek. Bu da tüm dünyanın yaptığı “hedef koyma” stratejisinin bizde olmaması anlamına geliyor. Yani biz yılsonunda kadar şu kadar bundan toplayacağız gibi resmi ve stratejik bir hedefe sahip değiliz.
Peki neden bu sistem ölü doğacak?
Öncelikle 25 kuruş bedelin hiçbir anlamı yok. Bunu anlamak için poşet uygulamasına bakmanız yeterli. Artık kimse “poşet paralı aman poşet almayayım” demiyor. Allah ne verdiyse alıyor. Zaten 25 kuruşu yolda görseniz almazsınız. Depozito, ürüne verilen ambalaj parasının tekrar geri alınması demek. Yani tüketici tükettiği ürünün ambalajını geri götürsün, üretici de tekrar doldursun amacını güdüyor. Burada tabii çok yüksek bir meblağ da sıkıntı yaratabilir. Sahtecilik biliyorsunuz ülkemizde pek sevilen bir pratik. Dolayısıyla kararında bir ücret belirlenseydi biz de bunu konuşmuyor olacaktık.
Aslında depozito sistemi ilk ortaya çıktığında temel amaç tekrar doldurulabilir şişeleri bedeli karşılığında geri toplamaktı. Bu sistem birçok ülkede hala aktif. Zaten kelime anlamı da bu, ancak bizde kurgulanan sistemin bu yaklaşımla uzaktan yakından ilgisi yok. Bu da işte toplama motivasyonunun oluşmamasının ana nedeni olacak. Motivasyonu olmayan bir sistem de ölü doğmuş demektir. Halbuki olması gereken her bir ambalaj için farklı bir ücret belirleyip bunu da ambalajın üzerine yazmaktı. Bu ücretler de tabii ki 1 liradan az olmamalıydı. Bir de bu sistemin uygulamaya sokulmasıyla beraber ambalaj yönetmeliğinde de özellikle ambalajların boyuyla ilgili bir düzenleme ve sınırlama getirilmesi gerekiyordu. Özellikle 0.5 l’lik ambalajlardan daha küçük ambalajlara sıvı konulmasının yönetmelikle yasaklanması ve benzer içecek gruplarında da standart ambalaj uygulamasına gidilmesinin zorunlu kılınması gerekiyordu.
Bunların hiçbiri yapılmadı, çünkü sistemin kurgulanma amacı ambalaj kaynaklı atığın azaltılması değil, kimin neden ne kadar nemalanacağının pastasının oluşturulmasıydı. Öyle olmasaydı tüm planlama sadece para üzerinden kurgulanmazdı. İşin bir diğer garip tarafı da meselenin karmakarışık bir finans sistemi ile yönetilecek olması. Emlak Bankası alt yapısını kullanıp millete hesap açtırıp kart bastırıp sonra da onun üzerinden 40 şişe toplayınca birikecek bir ekmek parasını kullandırmak, deveye hendek atlattırmak ile eşdeğer. Yahu işi neden bu kadar karman çorman bir hale getirirsiniz? Anlaşılan o ki sistem ne kadar karmaşıklaşırsa bölüştürülecek pastanın boyutu da o kadar artacak.
‘En kirli plastikler’ kapsam dışı bırakılmış
Diğer bir neden de sistemin sadece geri dönüşümcülerin çıkarı gözetilerek kurgulanmış olması. Biliyoruz ki Türk plastik sektörü ve cam sektörü tekrar doldurulabilir ambalaj üretimine cepheden karşılar. Çünkü böyle olursa üretim hacimleri düşecek ve böylelikle astronomik kar ettikleri sistem sürdürülemeyecek. Dolayısıyla sistemin geri dönüşüme adapte edilmesi onların da sorumluluğunu minimize edecek ve karlılıklarını da aksine arttıracaktır. Oysa yapılması gereken ilk şey sistemin tekrar doldurulabilir ambalajı teşvik edecek şekilde olmasıydı. Ayrıca depozito iade sistemi PET, cam ve alüminyum kutulardan başka hiçbir ambalajı kapsamıyor. Bunun nedeni sistemi tasarlayan ve kurgulayanların herhangi bir araştırmasına ya da çevrede en fazla kirlilik yaratan ambalajların bunlar olduğunu tespit etmelerinden kaynaklanmıyor. Nedeni sektörel hakimiyet ve karlılık. Yani meseleyi kim domine etmişse sistem de onun çıkarı gözetilerek kurgulanmış.
Ayrıca en başta da yazdığım gibi sistem tasarlanırken yeteri katılımcılık sağlanmadığı için plastik kirliliği konusunda Google bilgisi ile yetinilmiş ve hangi ambalajlar hangi oranda kirliliğe neden oluyor gibi bir hesap hiç dikkate alınmamış. Türkiye’deki yıllık yaklaşık olarak 30 milyar adet ambalajlı içecek tüketildiği ve bunların içerisinde depozito iade sistemine dâhil edilecek miktarın ise 18 milyar adet olacağı tahmin ediliyor. Kalan yaklaşık 12 milyar adet ambalaj ise bu sistemin dışında tutulacak. Bunlar da en kötü plastik türleri. Çünkü plastik kirliliği araştırmalarında özellikle PE tipteki plastik ambalajların en fazla kirlilik yaratan ambalajlar olduğunu biliyoruz. Anlaşılan o ki sistemi kurgulayanların bu bilgiden haberi yok.
Bu sistemle PET dışı plastik ambalajların yoğun kullanıldığı sektörlerdeki tüketim ve tetra pak ambalajlar dikkate alınmamış. Yani olayın çevre kirliliğinin önlenmesiyle pek bir ilgisi yok. Ancak girin depozito sisteminin web sitesine, sistemin motivasyonu önce çevreyi korumak sonra da ekonomik gelir elde etmek olarak ifade edilmiş. Sözde böyle ama icraatta tam tersi. Çevre kirliliğinin önlenmesi isteniyorsa önce en problemli olanlarla işe başlanması beklenir. Ancak niyetiniz çevre ise bu böyle. Ancak görünen o ki böyle bir niyet hiç oluşmamış. Ayrıca neden başka ülkelerdeki uygulamaları hep geriden takip ederiz anlamak mümkün değil. Madem bir sistem kurgulanıyor, mevcut örneklerden bir adım ötesini uygula ne diye en kötü ve etkisiz olanı tasarlarsın ki?
‘Nemalanacak pasta’nın boyutunu artırma hamleleri
Bir diğer sorun da kurulum için 400 m2 şartı. Yani 400 m2’den daha büyük mağazaların bu sistemi kurmaları zorunluluk altına alınmış. Aslında perakendecinin yükümlülük altına alındığı ilk ve tek sistem bu. Dolayısıyla bu oldukça önemli bir sistem. Çünkü perakendeci sorumluluğunun olması sistemin başarısı için büyük bir avantaj. Ancak mantar gibi türeyen 3 harfli marketler gerçeğini düşünürsek bu sistemin özellikle kırsalda kurulumunun yapılmadığı bir durum ortaya çıkacak. Al sana kocaman bir bölgesel adaletsizlik sorunu. Bir de nüfus değil de metrekare bazında bir yaklaşım, perakendecilerin 390 m2 kurgusuyla bu sistemden kaçınmalarına neden olabilecek. Göreceksiniz ki birçok il ve ilçede bu sistem sadece bir ya da iki yerde kurulabilecek. Dolayısıyla sistemin yayınlaşmasının önünde önemli bir tehdit bu. Bunun yerine kişi başı ambalajlı içecek tüketimi üzerinden bir yaklaşım benimsenerek bu sistem kurgulanmış olsa o zaman böyle bir risk de olmamış olacaktı. Marketler için de asgari alan şartı konulduğunda perakendeciye kaçacak bir alan da bırakılmamış olunurdu. Ancak dediğimiz gibi ortada ne bir irade ne de doğru düzgün bir veri yönetimi yok.
Sistemin başarısız olmasına neden olacak etmenlerin yanında diğer bir sorunu da anlamsız masraflar için milyonlarca para harcanmış olması. Biliyorsunuz artık depozito iade sistemine dâhil olacak ambalajların üzerinde özel bir etiket var. Bu etiket özel bir mürekkep ile basılmış. Bu tür sistemlerin özel bir logosunun olması gayet doğal ancak bunun için amacı bambaşka olan bir mürekkepleme yaklaşımının uygulanması akla başka soru işaretleri getiriyor. Yani belirlenen ambalaj bedeli çok yüksek dolayısıyla sahtekârlıkları önleyeceğiz diye düşüneyim diyorum, ama o etiketin sahtesini üretmek bile 25 kuruştan daha fazla maliyet içerir. Peki, amaç nedir? Hangi sahteciliği önleyecek bu mürekkep? Örneğin AB içerisindeki ülkelerde dolaşım serbestliğinden dolayı ülkeler arası ambalaj geçişlerinin sistemi aksatmasını önlemek için ve ambalaj ücretleri kayda değer bir ücret olduğu için güvenlik mürekkebi kullanılıyor. Ancak Türkiye gibi kimseyle serbest geçiş anlaşması olmayan ve ambalaj ücretinin de bir anlamının olmadığı bir ülke için böyle bir mürekkep kullanılmasının nedeni akıllara acaba buradan bir ihale mi devşirildi sorusunu getiriyor. Üstelik mürekkebin fiyatına ve etiketlemenin bedeli hakkında da yeteri bilgimiz yok. Belki de şişe başına 25 kuruştan fazladır. Dediğim gibi işleri karmaşıklaştırmanın altında muhtemelen nemalanacak pastanın boyutunu artırmak yatıyor olabilir.
Ne yapmalı?
Peki, bir depozito iade sisteminin başarılı olabilmesi için neler olmalı? Bunun için birkaç faktör var ki bunların hiçbiri bizdeki sistemde dikkate alınmamış.
- Öncelikle tüm içecek ambalajlarının sisteme dâhil edilmesi ve anlamlı bir ücretinin olması gerekliliğidir.
- Sistem için kurgulanan geri ödeme yöntemi mümkün olan en basit şekilde olmalıdır.
- Üretici sorumluluğu ile birlikte kurgulanmalı ve sistemin finansmanının sağlanmasına yarayacak bedeller belirlenmelidir. Örneğin soda üreticisi şirketler ürettikleri küçük ve renkli şişeler nedeniyle daha fazla bedel ödemeliyken böyle bir sistem yok.
- Şeffaflık ve hesap verilebilirlik ilkesine dayanmalıdır. Yani burada da sistemde toplanamayan ya da toplanan ambalajdan kaynaklı olarak biriken para mesela otoyol ya da inşaat amaçlı değil sistem için kullanılmalıdır.
- Bütünsellik arz ederek takibi kolay bir şekilde kurgulanmalıdır. Böylelikle her yıl b.ir önceki yılın hedefleri aşılabilir.
- Tekrar kullanılabilirlik ve doldurulabilirliğe uygun olmalıdır. Aslında sistem sadece bunun için kurgulanmalıydı ve zaman içerisinde de tüm üreticileri tekrar doldurulabilir ambalaja geçmeye zorlamalıydı.
Depozito iade sistemi maalesef bunların hiçbirini göz önünde bulundurmadığı için ölü doğacak bir yatırım. Ancak hala geç değil. En azından sistem için bir iki küçük düzenlemeyle sistemin işlevselliği artırılabilir. Bunlardan ilki sisteme dâhil olacak ambalaj türlerinin kullanıldığı ürünlere getirilecek vergi muafiyeti. Yani eğer ki bu ürünler yüzde 1 ile vergilendirilir ise fiyat avantajından dolayı vatandaşın bu ürünleri tercih etmesi sağlanır ve üreticilerin de daha fazla ambalajı sisteme uygun hale getirmesi sağlanır. Bu durum toplama oranlarını da arttırabilir. Böylelikle oluşan vergi kaybı toplanan ambalajın geri kazanımıyla karşılanır.
Bir diğer husus da sistemin tekrar doldurulabilir ambalajlar için revize edilmesi. Yaklaşık cihaz başına 5000€ gibi bir ücret ödenmesi planlanıyor. Bu parayı henüz ödememişken cihaz tasarımını tekrar gözden geçirmekte fayda var. Ayrıca üreticileri de tekrar doldurulabilir ambalaja yönlendirecek teşvik mekanizmaları oluşturulabilir. Son olarak da tüm içecek ambalajlarının sisteme dâhil edilmesi gerekiyor. Hatta sadece içecek ambalajları değil temizlik, hijyen vb. amaçlarla üretilen ve şişeyle satılan ürünler de sisteme dahil edilmeli. Hatta tekrar doldurulabilirlik şartı ilk olarak o ambalajlara getirilmeli. Bunlar yapılmazsa milyarlık yatırımlar boşa gidecek ve yeni bir sorunumuz daha olacaktır.
Bu arada Mehmet Şimşek’e de bir vergi önerisi yapalım bu vesileyle. Depozito bedelini 1 lira yapıp onun da yüzde 20’sini vergi olarak alabilirler. Az para değil hani.