Dış Köşe

Bu ülke, koskoca bir nesli kaybetme riskiyle karşı karşıya – Deniz Yücel

0
Deniz Yücel

Bu yazı zete.com/dan alınmıştır

İlk, Diyarbakır’dı. Türkiye’nin geçirdiği şiddet, terör ve savaş dolu son beş ayın başlangıcında, Haziran seçimlerinin iki gün öncesinde HDP’nin Diyarbakır’daki mitinginde patlayan bombalar vardı. Akabinde gelecek olanlarla kıyasla, en kanlısı bile değildi. Beş ölü, 16 ağır yaralı.

15-lisa-çalanSöylemesi kolay: Beş ölü, 16 ağır yaralı.

Bu ağır yaralılardan birisiyle bir kaç hafta sonra tanıştım: Lisa Çalan, 28 yaşında bir sanat yönetmeni. Dizinin üstünde iki bacağını kaybetmişti. Temmuz ayında başka bir iş için gittiğim Diyarbakır’da hastanede ziyaret ettim. Ertesi gün taburcu olacaktı. Onu korkutuyordu: “İnsan, iyileşir de taburcu olur” diyordu. “Ben, yarın çıkacağım. Ama iyi değilim, olmayacağım.”

Öyküsünü anlatacaktım. Bu yaz, erkek arkadaşıyla birlikte sahile gitmeyi planladığını (deniz kenarında ilk tatili olacaktı bu Lisa’nın). İlk yönetmenlik işine girmek istediğini. Fantom acılarıyla yani olmayan bacaklarının acısıyla mücadelesinden yazmak istiyordum ve kendi içindeki mücadelesinden: Bir yandan yaşadıklarına politik bir açıklama hatta bir anlam verme isteği , öte yandan artık o çok sevdiği Kürdistan dağlarında yürümeyeceğine, dans edemeyeceğine ilişkin hüznü. İçindeki parçalanmışlıktan söz edecektim: Güçlü olmak zorundaydı zayıf olmak istediği kadar.

Görüşmemizden bir kaç gün sonra Suruç’ta, bir intihar eylemcisi bomba patlattı. Mağdurları, Kobani’ye yardıma gitmek isteyen sosyalist gençlerdi. 32 ölü, 35 ağır yaralı.

32 ölü, 35 ağır yaralı.

Hemen arkasından PKK taraftarları, Ceylanpınar’da iki polisi evlerinde öldürdü. 2009 yılında devlet ve PKK arasında başlayan müzakere süreci içerisinde her iki taraftan da benzer kanlı sabotaj eylemleri olmuştu. Fakat bu sefer, AKP iktidarı bu cinayeti iki yıldan fazla sürmekte olan ateşkesi iptal etmek için sebep gördü. Hesapları açıktı: Ülkeyi gerginlik ve şiddet ortamında daha o günlerde gündemde olan tekrar seçime sürüklemek ve bu atmosferden faydalanmak istiyorlardı.

Yaklaşık 600 kişi hayatını kaybetti

Fotoğraf: Deniz Yücel

Fotoğraf: Deniz Yücel

Durum birden değişmişti. İzleyen haftalarda, altı yüz civarında insan hayatını kaybetti. Askerler, polisler, PKK militanları, siviller. Doğal olarak benim de gündemim değişti. PKK’nin Dağlıca’da öldürdüğü 17 askerin ikisinin cenazesine katılmak ve taziye evlerini ziyaret etmek üzere Balıkesir ve Turgutlu’ya gittim. Oradan hemen Cizre’ye geçtim. Sekiz gün süren çatışmalar ve sokağa çıkma yasağının hemen sonrasıydı. PKK, sivil kayıpları göz ardı ederek savaşı şehirlere taşımıştı.

Bu dönemden belki üç, dört isim geride kalacaktır: Muhtemelen polis kurşunuyla vurulan ve sokağa çıkma yasağı nedeniyle bedeni ailesi tarafından buzdolabında korunan 10 yaşındaki Cemile Çağırgan. Silvan’da PKK’nin döşediği bir mayına basarak parçalanan 13 yaşındaki Fırat Simpil. PKK’nin Diyarbakır merkezde çalıştığı bir çorbacıdaki polislere yönelik saldırısında, muhtemelen PKK’liler tarafından vurulan 22 yaşındaki Şeyhmus Sanır. Ve bedeni bir polis aracının arkasında Şırnak sokaklarında sürüklenen 24 yaşındaki Hacı Lokman Birlik.

Tüm diğerleri için ama, bu ülkenin tarihinde sayısız başka canlar için de olduğu gibi Tevrat’ın Sirak kitabından bir söz geçerlidir: “Bazıları bir isim geriye bıraktılar. Onlar, şimdiye dek övgüyle anıldılar. Bazıları ise hiçbir anı bırakmadı. Öldükleri an yok olmuşlardı. Onlar, sanki hiç yaşamamışlar gibiydi.” Bu ülkede iyi bilinen bir duygudur aslında, argo lafı bile vardır.

Böylesi bir ortamın içinde Lisa ile ilgili yazımı yazamadım. Ama Diyarbakır’a bir dahaki gidişimde (“öz yönetim” adı altında Sur mahallesinde hendeklerin arkasında çatışan genç insanlarla konuşmak için gitmiştim) Lisa’yı yeni evinde ziyaret ettim. Yazıyı niçin yazamadığımı anlattım, utanarak. “Önemi yok”, dedi Lisa. “Anlıyorum. Biz, bu ülkede üst üste felaketler yaşıyoruz, yas tutmaya bile zaman bulamıyoruz. Ben halen daha bacaklarımın yasını tutamadım.”

Türkiye’nin yakın tarihini, hatta son yılları, on yılları çok yerinde, sessizce ve bir o kadar etkileyici şekilde özetleyen bir cümle: Yas tutmaya bile zaman bulamıyoruz.

Bir kaç hafta sonra yine bombalar patlayacaktı: Bu sefer Ankara’da, bir barış mitingine katılmak isteyen kalabalığın ortasında. 102 ölü, 65 ağır yaralı.

102 ölü, 65 ağır yaralı.

Ertesi gün Ankara’ya gittim. Batıkent semtinde bir cenazeye katıldım, morgun önünde sevdiklerinin parçalanmış bedenlerini teslim almak için bekleyen aile fertleriyle konuştum. O günlerde bir gazetede Lisa’dan bir haber okudum: “Hiçbir görüntüye, hiçbir fotoğraf karesine bakmama gerek yoktu. O kadar çok içimde hissettim ki o çığlıkları, bağrışı, haykırışı, kan, barut kokusunu bir an ordaymışım gibi hissettim“ demiş Dicle Haber Ajansı’na.

Katliamlar göz göre göre gelmişti

Ankara’dan Adıyaman’a devam ettim. Mağdur tarafından sonra faillere gelmişti sıra. Ve Diyarbakır, Suruç ve Ankara bombacıları oradan gelmeydi, orada IŞİD’e katılmışlardı. O genç insanların yakınlarından ve avukatlarından dinledim, çocukları için verdikleri çaresiz mücadeleyi. Defalarca resmi makamlara gitmişler, kendi çocukları hakkında suç duyurusunda bulunmuşlar, sonunda bizzat Ahmet Davutoğlu ile konuşmuşlar. Ama onları kimse dinlememiş, katliamlar göz göre göre gelmişti.

Lisa, 1 Kasım seçiminde oyunu kullandı (Fotoğraf: JinHa)

Lisa, 1 Kasım seçiminde oyunu kullandı (Fotoğraf: JinHa)

Konuştuğum yakınlardan biri, Orhan Gönder’in annesiydi. 20 yaşındaki Orhan, Diyarbakır saldırısının zanlısı olarak şimdi cezaevinde. Lisa’yı tekerlekli sandalyeye hapseden kişi. Konuşmamızın sonunda, Hatice Gönder’e Lisa’nın fotoğrafını gösterdim ve ona iletmek istediği bir şey var mı diye sordum. Durdu. “Keşke oğlum ölseydi ve öldürdüğü insanlar yaşıyor olsaydı, keşke oğlum ölseydi ve bu kız bunları yaşamasaydı” dedi yaşlı gözlerle.

Lisa’ya bu mesajı iletmekten kaçındım. Ağırdı. Ve zaten yapılacak bir sürü iş vardı. Bir kaç hafta sonra yeniden seçim olacaktı.

Fakat bu seçim Avrupa’daki, hatta Türkiye’deki önceki seçimlere benzer bir seçim olmayacaktı; falanca parti mi dört yıl iktidar olsun filanca mı meselesi değildi. Türkiye toplumu, geleceğe yönelik rota belirleyecek gibiydi. Dinci, engelsiz kapitalizmden yana ve gitgide diktatörlük yanlarını gösteren bir rejim mi, özgürlük ve barış umudunu taşıyan bir perspektif mi? (Yok, AKP’yi yerin dibine gömmek değildi mesele, bir süreliğine muhalefete oturtmaktı; zira iyi-kötü işleyen demokrasilerde böylesi hadiselerden sonra bu olurdu.)

Başka bir ifadeyle: Daha fazla Lisa’lar yaşanmaması hakkında bir seçimdi.

Çünkü Türkiye’nin tarihi, siyasi nedenlerden dolayı öldürülen insanlarla dolu bir tarihtir. Çoğu otuzunu, bazıları yirmisini bile doldurmamıştı. Çocuktular. Kimse bilemez, kaçı bir kere aşık olmadan gözlerini yummuştur.

Ama Türkiye toplumu değişmişti. Bir süre AKP, bu değişimin, açılmanın parçasıydı. Fakat orduya ve eski egemen sınıflara karşı kendi iktidarını sağlamlaştırdıkça, daha fazla demokrasinin, daha fazla özgürlüğün önünde engel olmaya başlamıştı. 2013 yılı baharında, Gezi Parkı’nda başlayan isyanla, bu çelişki dünyanın gözü önüne sergilendi: Bir tarafta özgürlükçü bir toplum yolunda devam etmek isteyen, özellikle kentli genç nesil, öteki tarafta artık kendisi “eski rejim” olan AKP iktidarı.

Fakat Gezi direnişi ve – ki bunu unutmamak gerek – yine aynı hükümet ve PKK arasındaki müzakere sonucu varılan ateşkes ile beraber bir umut filizlenmişti: Geçmişteki acıların bir daha tekrarlanmayacağı, herkesin ağzında olan fakat gerçek hayatta karşılığı olmayan çoğunlukçu, tüm farklılıklarına eşit yer veren bir yaşam.

Geziyle birlikte Almanya’da bir Türkiyeli işçi ailesi çocuğu olarak doğan benim de Türkiye ilgim yeniden canlandı. Bu yeni, “kahrolsun bağzı şeyler” diyen neşeli başkaldırıyı kendi gözlerimle görmek istediğim için Gezi’ye geldim. Tabii ki o zamanlar çalıştığım Die Tageszeitung gazetesine yazdım. Arkasından, iktidarın kendisinden saydığı “yüzde elliyi” değil ama tüm farklılıkları, hatta zıtlıklarıyla diğer “yüzde elliyi” anlatmaya çalıştığım bir kitabı kaleme aldım, ülkeyi gezdim. Ve nihayet, Gezi isyanından iki yıl sonra Die Welt gazetesinin Türkiye temsilcisi olarak yeni işime başladım.

Haziran’da yapılan ve malum sebeplerden ötürü Kasım’da tekrarlanan seçimler, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan bu dönemi noktalayacaktı.

Olmadı.

Daha doğrusu: Oldu. Ama 2013 baharında zannedildiği, 2015 baharında somutlaşır gibi göründüğü şekilde gibi değil, tam tersine. Seçmenlerin yarısı o veya bu nedenle (onu tartışmanın yeri değildir burası) mevcut otoriter rejimin sürmesini istedi.

Seçim akşamını birlikte geçirdiğim Türkiyeli bir gazeteci arkadaşım, “bundan sonra nasıl gazetecilik yapacağımı bilinmiyorum” diyordu. Kastettiği, çalıştığı gazeteye de dahil olmak üzere çeşitli medya kuruşlarına yönelik AKP’li siyasetçilerin açık tehditleri değildi. Başka bir şeyden söz ediyordu: “Ne yapayım yani? Oradan bir haksızlığı yazmak, buradan bir katliamın mağdurlarıyla konuşmak, bu mu? Ufukta bir umut yoksa, mağduriyet kâtipliğini yapmak istemem.“

Ne dediğini çok iyi anlıyordum.

Ertesi gün bir başka gazetede çalışan genç bir arkadaşımla konuştum. Çok kötü morallerle geçen konferanslardan bahsetti: “Bu kadar bağıra bağıra haksızlıklara rağmen kazandılar. Her şey anlamsız geliyor.”

Lisa, aynı duyguları yaşıyordu. Hayır, onunki farklıydı. Çünkü hayatı farklıydı. “İki gündür yataktan çıkmadım”, dedi aradığımda. “Bu ülkeye, bu insanlara küskünüm. Bu parti iktidarı bir daha elinden vermeyecek. Ve ben, istediğim gazeteleri okuyamayacağım, istediğim filmleri izlemeyeceğim. Kendime soruyorum: Yaşanan her şey boşuna mıydı? Ben boşuna mi bacaklarımı kaybettim, bunca insan boşuna mı öldü?”

Zannederim ki, Gezi’de gözünü kaybeden insanlar, Suruç’ta, Ankara’da kolunu, bacağını kaybedenler, bundan iki yıl önce Antakya’da ziyaret ettiğim Ali İsmail Korkmaz’ın, Abdullah Cömert’in, Ahmet Atakan’ın yakınları ve nice başkaları aynı soruyu soruyorlardı: Her şey boşuna mıydı?

Lisa’nın buna cevabı yoktu. Benim de yok.

Yalnız, aramızdaki tüm sohbetlerde kendisinden daha zor durumda olan insanların olduğunu, kendisinin bacaklarını, başkalarının ise hayatlarını kaybettiklerini, herkesin kendisi kadar ilgi görmediğini hep vurgulamıştı Lisa. HDP ilgileniyormuş, protez ameliyatı için gereken 300 bin lirayı toplamak için hem Türkiye’de, hem Avrupa’da kampanya başlatılmış. Yılbaşında ameliyat için Almanya’ya gidecek.

“Belki bir kaç hafta sonra farklı düşünürüm. Ama şimdiki ruh halimle orada kalmak istiyorum. Bu ülkeye dönmek gelmiyor içimden”, diyordu Lisa.

O açıdan şu günlerde pek çok insan aynı duyguları yaşıyor, hele ki Lisa’nın yaşıtları. Bu ülke, koskoca bir nesli kaybetme riskiyle karşı karşıya. Belki şimdiye kadar bu toprakların gördüğü en zeki, en açık görüşlü, en neşeli nesli.

 

Deniz Yücel, 1973 Almanya doğumlu, Die Welt gazetesinin Türkiye temsilcisi. Bu makale, 4 Kasım günü Die Welt’te yayınlanmıştır. Bazı küçük değişiklerle Türkçe versiyonu yazar tarafından Zete için hazırlanmıştır.

Haber fotoğrafı: JinHa 

Bu yazı zete.com/dan alınmıştır

Fotoğraf: Esra Gültekin

Fotoğraf: Esra Gültekin

 

 

Deniz Yücel

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.