Koronavirüs SalgınıGündemManşetSağlık

Taç Giyme Töreni (The Coronation) – Kısım 1

0
Solunum sistemine saldıran bir patojen olan Coronavirus'un mikroskobik görünümü. Analiz ve test, deney. Sars. 3d render

Yazan: Charles Einsenstein

Yeşil Gazete için çeviren: Doğukan Sarıkaya

Yıllardır, normallik kopma noktasına kadar esnetildi, tıpkı siyah bir kuğunun gagasının ucuyla ikiye bölmesini bekleyen ve gerim gerim gerilen bir halat gibi. Şimdi halat koptuğuna göre, uçlarını yeniden birbirine mi bağlayacağız, yoksa sarkan örgülerini iyice çözüp bununla yeni ne örebileceğimize mi bakacağız?

Covid-19 bizlere insanlık ortak bir davada birleştiğinde, olağanüstü hızlı değişimlerin mümkün olduğunu gösteriyor. Küresel problemlerin hiçbirinin çözümü teknik olarak zor değil; hepsi insanların anlaşmazlığından köken alıyor. Aynı bağlamda, insanlığın yaratıcı gücü de sınır tanımıyor. Birkaç ay önce, ticari uçuşları durdurmak için sunulacak bir teklif akıl almaz görülürdü. Sosyal davranışlarımız, ekonomi ve hükümetin hayatlarımızdaki rolü konusunda yaptığımız radikal değişiklikler de aynı şekilde. Covid, neyin önemli olduğu konusunda anlaştığımızda kolektif irademizin gücünü bize gösteriyor. Uzlaştığımızda başka neleri başarabiliriz? Neye ulaşmak istiyoruz ve nasıl bir dünya yaratalım? Bir kişi ne zaman gücünün farkına varsa, soracağı sonraki soru bu olur.

Covid-19 normal kabul edilene tutunma bağımlılığını kıran bir rehabilitasyon müdahalesi gibi. Bir alışkanlığın önüne geçmek için önce onu görünür kılmak gerekir; böylece alışkanlık dürtüsellikten çıkar ve seçime dönüşür. Kriz yatıştığında, belki kendimize şunu sorabiliriz: Normale mi dönmek istiyoruz, yoksa rutinlere mola verdiğimiz şu süre boyunca gördüğümüz ve geleceğe taşımak isteyeceğiz bir şeyler var mı? Bir çokları işlerini kaybettiğinde belki şunu sorabiliriz; acaba bu işler gerçekten dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu işler miydi, ve acaba iş gücümüzü ve yaratıcılığımızı daha iyi uygulayabileceğimiz başka alanlar var mı? Bir süre uçuşlar olmadan idare edince belki şunu sorabiliriz; gerçekten Disneyworld’e, tatillere ya da ticari fuarlara katılmak için bu kadar çok uçuşa ihtiyacımız var mı? Ekonominin hangi kısmını onarmak ve hangi olası kısımlarını bırakmak istiyoruz? Hatta biraz daha ileri giderek, şu anda ellerimizden alınan şeylerden – kişisel özgürlükler, toplanma hakkı, bedenimiz üzerindeki egemenliğimiz, fiziksel buluşmalar, sarılmalar, el sıkışmaları ve kamusal yaşam gibi – hangilerini eski haline getirmek için politik ve bireysel irade uygulamaya ihtiyaç duyacağız?

Yol ayrımı

Hayatımın çoğunda insanlığın bir yol ayrımına yaklaştığına dair sezgilerim oldu. Daima kriz, çöküş ya da kırılmanın eli kulağındaydı, virajı dönünce karşımızda olacaktı, ama bir türlü gelmek bilmiyordu. Bir yolu yürüdüğünüzü ve tam karşınızda onu, yol ayrımını gördüğünüzü hayal edin. Tepenin hemen üstünde, köşeyi dönünce, ormanlık alanı geçince. Tepeye tırmanınca hatalı olduğunuzu anlıyorsunuz, gördüğünüz şey bir serapmış, sandığınızdan daha da uzaktaymış. Yürümeye devam ediyorsunuz. Bazen yol ayrımı görüş alanınıza giriyor, bazen çıkıyor ve yürüdüğünüz yol asla bitmeyecekmiş gibi geliyor. Belki de yol ayrımı zaten yoktur. Derken, hayır işte yine orada! Her zaman neredeyse burada gibi, ama asla tam olarak burada değil.

Şimdi birden bire, köşeyi dönünce, işte karşımızda. Şu an gerçekleştiğine ve bizden öncekilerin izlediği yola mahkûm geçen onca yıldan sonra buna inanamaz bir şekilde duruyoruz; sonunda bir seçim şansına sahibiz. Durmakta haklıyız, durumun yeniliği karşısında donakalıyoruz. Çünkü önümüzde yayılan yüzlerce yoldan bazıları, daha önce gittiğimiz ile aynı yöne devam ediyor. Bazıları dünyadaki cehenneme gidiyor. Ve bazıları şifa bulan ve daha önce mümkün olduğuna inanmaya cüret dahi edemediğimiz bir dünyaya gidiyor.

Bu sözleri bu yol ayrımında şaşkın, belki ürkek, ama yeni bir ihtimalin sezgisiyle beraber sizlere eşlik etme amacıyla yazıyorum. Şimdi bu yolların bir kaçına ve nereye gittiklerine bir bakalım.

* * *

Bu hikayeyi geçen hafta bir arkadaşımdan duydum. Arkadaşım marketteymiş ve koridorda hıçkırıklara boğulmuş, ağlayan bir kadın görmüş. Sosyal mesafe kurallarını bir kenara bırakıp kadının yanına gitmiş ve ona sarılmış. “Teşekkür ederim,” demiş kadın, “son 10 gündür ilk kez birisi bana sarılıyor.”

Kucaklaşma olmadan geçecek birkaç hafta, milyonlarca yaşama son verebilecek bir salgını durdurmak için ödenen küçük bir bedel gibi görünüyor. Sosyal mesafe konusunda kısa zamanda oluşan güçlü bir görüş var: Sağlık sisteminde ani bir Covid dalgalanmasının getireceği yoğunluğu önlemek. Ben bu yaklaşımı, özellikle uzun döneme bakarak, daha geniş bir bağlama oturtmak istiyorum. Ola ki sosyal mesafelenme yerleşir ve sosyal yaşam buna göre yeniden tasarlanırsa diye, yaptığımız seçimin ve sebebinin farkında olalım.

Aynısı, koronavirüs salgını etrafında gelişen diğer değişimler için de geçerli. Kimi yorumcular sürecin, totalier bir rejimin gündemine ne kadar uygun bir rol oynadığını vurguluyorlar. Korkmuş bir toplum, normalde kolay kolay kabul etmeyeceği (insanların hareketlerinin takibi, zorla tıbbi müdahale, gönüllü karantina, seyahat ve toplanma haklarının kısıtlanması, otoritelerin yanlış kabul ettiği bilgilere sansürleme, kişisel özgürlüklerin askıya alınması ve sivillerin askeri kontrol altında tutulması gibi) sivil özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder.

Bunların çoğunun uygulaması Covid-19 öncesinde zaten planlanıyordu, şimdi olay vuku bulunca karşı konulamaz oldular. Aynısı ticaretin otomasyonu için de geçerli; spor ve eğlenceye katılımcı olmak yerine uzaktan izleyicisi olmak, yaşamın kamusal alandan özel alanlara kayması, mekansal okulların yerini çevrim içi eğitime bırakması, yüz yüze alışverişin azalması ve insanın hem çalışma hem boş zamanlarının ekranlara yönelmesi… Covid-19 zaten var olan politik, ekonomik ve sosyal eğilimleri hızlandırdı.

Yukarıdakilerin hepsi, kısa vadede, eğriyi düzleştirme (yani hastalığın büyüme eğrisini zamana yayma) adına haklı çıkarıldı. Hatta sık sık “yeni normal” söylemini işitmeye başladık; yani değişiklikler hiç de geçici olmayabilir. Bulaşıcı hastalık tehdidi, tıpkı terörizm tehdidinde olduğu gibi, herhangi bir yere kaybolmadığı için kontrol önlemleri kolaylıkla kalıcı hale dönebilir. Eğer ne olursa olsun bu yönde devam ediyorsak, mevcut haklı çıkarma eğilimi daha derin bir dürtünün parçası olmalı. Bu dürtüyü iki kısımda ele alacağım: kontrol etme refleksi ve ölüme karşı savaş. Anlaşıldığı üzere, Covid-19’un ateşlediği ve şimdiden görmeye başladığımız dayanışma, şefkat ve özen formunda yeni bir girişim fırsatı doğuyor.

Kontrol etme refleksi

Bu yazı kaleme alınırken resmi istatistikler yaklaşık 25.000 insanın Covid-19 sebebiyle hayatını kaybettiğini söylüyor. Sürecin sonuna varana kadar, toplam ölüm sayısı bunun on katı ya da yüz katı olabilir, hatta en korkutucu tahminler doğruysa, bin katına bile çıkabilir. Bu, insanların her birinin, sevdikleri, aileleri ve arkadaşları var. Şefkat ve vicdan bizi gereksiz bir trajediyi önlemek için elimizden geleni yapmaya çağırıyor. Bu benim için oldukça kişisel çünkü sonsuz sevdiğim ve aynı zamanda narin annem, özellikle yaşlıları ve hastalığı olanları etkileyen bu hastalığa karşı savunmasız olanlardan birisi.

Son ölüm sayısı ne olacak? Bunu yazdığım şu günlerde söylemek epey zor. İlk raporlar korkutucuydu; Wuhan’dan gelen ve haftalardır durmadan medyada dönen rakam insanı şok eden bir %3,4 idi. Bu rakam, virüsün son derece bulaşıcı doğasıyla birleştiğinde, dünya çapında milyonlarca ölüm anlamına geliyordu, hatta 100 milyon kadar yüksek bir sayıya ulaşıyordu. Son zamanlarda, çoğu vakanın hafif atlattığı veya asemptomatik (belirti göstermeyen) olduğu anlaşılınca bu tahminler bir kenara kondu. Testler ciddi derecede hasta olanlara uygulanmaya başladığından beri ölüm oranı yapay bir şekilde yüksek görünüyordu. Hafif hastalık belirtileri geçiren yüz binlerce kişinin test edildiği Güney Kore’de ölüm oranı %1 olarak rapor edildi. Test oranlarının birçok hafif durumdaki hastayı da kapsadığı Almanya’da ise ölüm oranı %0,4 olarak belirtildi. Journal Science’daki güncel bir makale virüse yakalananların %86’sının kayıt altına alınmadığını, yani ölüm oranının mevcut oranların gösterdiğinden çok daha düşük olması gerektiğini öne sürüyor.

Belirsizlik karşısında bir öngörüde bulunmak istiyorum: Kriz tamamen tükenecek ve biz asla bilemeyeceğiz. Eğer son ölüm sayısı, ki bu sayı da bir tartışmanın konusu olacak, korkulandan daha az olursa, birileri bunun, önlemler işe yaradığı için olduğunu söyleyecek, başka birileri de hastalığın en başta bizlere söylendiği kadar tehlikeli olmadığını söyleyecek.”

Diamond Princess adlı cruise gemisinin hikayesi bu görüşü güçlendiriyor. Gemideki 3711 insanın yaklaşık %20’sinin virüs testi pozitif çıktı; bunların yarısından daha azında belirtiler vardı ve sekiz kişi hayatını kaybetti. Bir cruise gemisi salgın için kusursuz bir ortam ve olaya müdahale edilene kadar virüsün yayılması için fazlasıyla zamanları oldu, ki buna rağmen yolcuların sadece beşte biri hastalığa yakalandı. Dahası yolcuların önemli bir kısmı (çoğu cruise gemisinde olduğu gibi) yaşlılardan yana çoğunluktaydı. Yolcuların yaklaşık üçte biri 70 yaşın üzerinde, yarısından fazlası da 60 yaşından üzerindeydi. Bir araştırma ekibi belirti göstermeyen vakaları da dikkate alınca Çin’deki gerçek ölüm oranının yaklaşık %0,5 olduğu sonucuna vardı. Bu rakam hala gripten ölenlerin beş katından daha fazlasına karşılık geliyor. Bu bilgilere bakarak (ve ayrıca Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya’nın daha genç nüfusunu dikkate alarak) Amerika için yaklaşık 200.000-300.000 arasında ölüm olacağı tahmininde bulunuyorum. Bu sayı sağlık sisteminde bir yığılma olursa daha fazla, virüsün bulaştığı kişiler zamana yayılırsa daha az olacaktır. Küresel tahminim ise 3 milyon ölüm olacağı yönünde. Bunlar çok ciddi rakamlar. 1968/69 yıllarında Hong Kong’ta olan grip salgınından bu yana dünya böyle bir şey deneyimlememişti.

Tahminlerim, bir büyüklük sırasına koyulduğunda kolayca beklenenin aksini gösterebilir. Medya her gün Covid-19 vakalarındaki toplam sayıyı söylüyor, fakat kimsenin gerçek rakamla ilgili herhangi bir fikri yok, çünkü nüfusun sadece küçük bir kısmı test edildi. Eğer on milyonlarca insan virüsü kapmışsa ve belirti göstermiyorsa bunu bilemeyiz. İşleri daha da karmaşıklaştıran diğer konu, yüksek oranda yanlış pozitif sonuç veren testlerin çokluğu; muhtemelen %80 gibi yüksek bir oran bu. (Hatta test doğruluğuna ilişkin korkutucu belirsizliklerle ilgili şu bağlantıya bakabilirsiniz). Tekrar edeyim: ben dâhil kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyor. İnsan ilişkilerine dair iki çelişkili eğilimin farkında olalım. Birincisi, korkuya yaratmayan verileri görmezden gelen, kendi hayalindeki dünyayı yaratan ve kendisini besleyen histeri eğilimi. İkincisi, normal durumu ve konforunu bozan bilginin mantık dışı şekilde reddedilmesiyle gelen inkâr. Daniel Schmactenberger’in sorduğu gibi, inandığın şeyin doğru olduğunu nereden biliyorsun?

Belirsizlik karşısında bir öngörüde bulunmak istiyorum: Kriz tamamen tükenecek ve biz asla bilemeyeceğiz. Eğer son ölüm sayısı, ki bu sayı da bir tartışmanın konusu olacak, korkulandan daha az olursa, birileri bunun, önlemler işe yaradığı için olduğunu söyleyecek, başka birileri de hastalığın en başta bizlere söylendiği kadar tehlikeli olmadığını söyleyecek.

Bana en şaşırtıcı gelen şey, yazıyı yazdığım sıralarda, Çin’de yeni vaka görülmüyor olması. Hükümet virüs iyice yerleşmeden önce karantina önlemlerini başlatmamıştı. Yani Çin Yeni Yıl’ı boyunca, insanlarla dolu her uçak, tren ve otobüs seyahati ile ülke boyunca virüsün geniş bir şekilde yayılması beklenirdi. Ne oluyor burada? Yine bilmiyorum, siz de bilmiyorsunuz.

Eğer Covid-19 konusunda bu kadar radikal değişiklikler yapabiliyorsak, bunu diğer durumları değiştirmek için de yapabiliriz,”

Küresel ölüm sayıları kaç olursa olsun, 50.000, 500.000 ya da 5 milyon, biraz derinlik kazanmak için şimdi başka rakamlara bakalım. Benim görüşüm Covid’in o kadar da kötü olmadığı ve hiçbir şey yapmamamız gerektiği DEĞİL. Okumaya devam edin. Geçen sene, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, tüm dünyada 5 milyon çocuk açlıktan ölmüş (bu sayı 162 milyon yetersiz beslenme sebebiyle sağlıklı büyüyemeyen çocuğa ve 51 milyon açlık çeken çocuğa dâhil). Bu sayı şu ana kadar Covid-19’dan ölen insanlardan 200 kat daha fazla ve hiçbir hükümet acil durum ilan etmedi ya da o çocukların hayatını kurtarmak için hayatlarımızda radikal değişiklikler yapmamızı önermedi. Aynı şekilde kıyaslanabilir bir alarm durumunu ve eyleme geçmeyi intiharlar konusunda da görmüyoruz. İntiharlar, umutsuzluk ve depresyon buz dağlarının görünen ucu; dünyada yılda 1 milyon kişinin, ABD’de de ise 50 bin kişinin ölümüne sebep oluyor. Ya da uyuşturucu doz aşımı, ABD’de 70 bin kişinin ölümüne sebep oluyor, otoimmün hastalıklar 23,5 ila 50 milyon insanı etkiliyor (NIH ve AARDA verileri), obezite 100 milyonun üzerinde insanı etkiliyor. Nasıl oluyor da nükleer bir felaketin ya da ekolojik çöküşün önlenmesi için bir çılgınlık içinde değiliz de, aksine, tam da bu tehlikeleri büyüten seçimlerin peşinden gidiyoruz?

Lütfen, burada anlatmak istediğim nokta çocukların açlıktan ölümünü durduracak değişimleri yapmadık, o zaman Covid konusunda da yapmayalım demek değil. Tam tersine, eğer Covid-19 konusunda bu kadar radikal değişiklikler yapabiliyorsak, bunu diğer durumları değiştirmek için de yapabiliriz. Şu soruyu soralım: Kolektif irademizi bu virüsü durdurmak için birleştirirken neden insanlığa karşı diğer ağır tehditlere karşı birleştirmiyoruz? Neden toplum, şimdiye dek, mevcut gidişat karşısında bu kadar donuktu?

Cevap görünür olmaya başladı. Basitçe, açlık, bağımlılıklar, otoimmün hastalıklar, intihar ya da ekolojik çöküş karşısında toplum olarak ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kurtarıcı çözüm gibi verdiğimiz ve her birini kontrol etmeye çalışmanın bir türevi olan tepkiler, bu sorunları çözmede pek etkili değil. Şimdi bulaşıcı bir salgın geldi ve sonunda eyleme geçiyoruz. Bu kontrol etmenin işe yaradığı bir kriz; karantinalar, izolasyon, el yıkama; hareketimizin kontolü, bilginin kontrolü, bedenlerimizin kontrolü. Bu da Covid’i ham korkularımızı yöneltebileceğimiz uygun bir alıcı, şu an dünyayı ele geçiren değişim karşısında hissettiğimiz büyüyen çaresizliğimize kanal olan bir mecra yapıyor. Covid-19 nasıl karşılayacağımızı bildiğimiz bir tehdit. Diğer birçok korkumuza kıyasla Covid-19 bir plan sunuyor.

Medeniyetimizin yerleşik kurumları, günümüz zorluklarına karşı giderek daha aciz kalıyor. Sonunda karşılık verebilecekleri bir zorlukla karşılaşınca nasıl da buyur ettiler. Buna olağanüstü bir kriz olarak kucak açmaya nasıl da istekliydiler. Bilgi yönetim sistemleri doğallıkla nasıl da en endişe verici tasvirini ayıkladı. Toplum, adı anılmayan birçok tehditle başa çıkamayan yetkilileri vekil tayin edip nasıl da kolayca paniğe katıldı.

Bugün, karşılaştığımız birçok zorluk güç kullanmayla çözülemiyor. Antibiyotikler ve ameliyat, giderek artan otoimmün hastalıklar, bağımlılıklar ve obezite kaynaklı sağlık krizi karşısında başarısız oluyor. Orduları fethetmek için inşa edilen silahlarımız ve bombalarımız başka ülkelere karşı nefreti ya da aile içi şiddeti evimizden uzakta tutmaya yaramıyor. Polislerimiz ve cezaevleri suçun var olma koşullarını iyileştiremiyor. Tarım zehirleri harap olan toprağı eski haline getiremiyor. Covid-19, modern ilaçlar ve hijyen karşısında bulaşıcı hastalıkların yenik düştüğü, aynı zamanda savaş makinesi karşısında Nazilerin yenik düştüğü, ve teknolojik fetih ve ilerleme karşısında doğanın bizzat yenik düştüğü (ya da öyle göründüğü) eski güzel günleri hatırlatıyor. Silahlarımızın işe yaradığı ve dünyanın her yeni kontrol teknolojisiyle cidden ilerliyormuş gibi göründüğü günleri anımsatıyor.

Nasıl bir problem hakimiyet ve kontrol ile yenilir? Öteki’nden gelen, dışarıdan birisinin sebep olduğu bir problem türü. Eğer problemin sebebi içimizden geliyorsa, evsizlik ya da eşitsizlik, bağımlılık ya da obezite gibi, o zaman savaşacak bir şey de yoktur. Oraya bir düşman monte etmeyi deneyebiliriz, mesela milyarderleri suçlarız, Vladimir Putin’i ya da Şeytan’ı, ama bu durumda milyarderlerin ya da virüslerin çoğalmalarına sebep olan temel koşullar gibi kilit bir noktayı gözden kaçırırız.

Eğer medeniyetimizin iyi başardığı bir şey varsa, o da düşmanla savaşmaktır. İyi olduğumuz şeyi yapmak için fırsatlara açık oluruz, ki bu da teknolojimizin, kurduğumuz sistemlerin ve dünya görüşümüzün geçerliliğini kanıtlıyor. Sonra, düşmanlar yaratırız; suçu, terörizmi, biz-ya-da-onlar seçimi yaptıran hastalıkları biçimlendiririz ve kolektif enerjimizi de böyle görünen çabalara seferber ederiz. Böylece Covid-19’u ayrı bir yere koyup toplumu savaşa hazırlıyormuşçasına düzenleyip herkesi silah başına çağırırız. Bu arada nükleer kıyamet, ekolojik çöküş olasılığı ve 5 milyon çocuğun aç olmasına normal gibi muamele etmeye devam ederiz.

Komplo hikâyesi

Covid-19 totaliter bir düzenin isteyeceği birçok şeyi haklı çıkardığı için, bunun kasıtlı bir güç oyunu olduğuna inananlar var. Amacım bu teorileri daha ileri bir noktaya taşımak ya da haksız çıkarmak değil. Yine de bu konudaki yorumlarımı sunacağım. Önce kısa bir özet geçeyim.

Bu teoriler (ki çok fazla çeşidi var), sponsorluğunu Gates Vakfı, CIA vb.nin geçen eylül ayında yaptığı Event 201 ve 2010’da Rockefeller Vakfı’nın “Lockstep” (Sıkı düzen) adında detaylı bir senaryoyu anlattığı rapor hakkında. Her ikisi de varsayılan bir salgın durumunda verilecek otoriter yanıtı ortaya koyuyor. Altyapı, teknoloji ve sıkı yönetim yasalarının yapısına dair hazırlıkların yapıldığını yıllardır gözlemliyorlar. Tek ihtiyaçları olan, dediklerine göre, toplumun bunları kucaklayabilmesiydi ve şimdi zamanı geldi. Mevcut kontrol önlemleri kalıcı olsun ya da olmasın, durum aşağıdakiler için bir emsal teşkil ediyor:

  • İnsanların hareketlerini tamamen takip etmek (koronavirüs yüzünden)
  • Toplanma özgürlüğünün askıya alınması (koronavirüs yüzünden)
  • Sivillerin askeri polisliği (koronavirüs yüzünden)
  • Yargısız, belirsiz süreli gözaltılar (karantina, koronavirüs yüzünden)
  • Nakit paranın kaldırılması (koronavirüs yüzünden)
  • İnternet kısıtlamaları (dezenformasyonla mücadele gereği, koronavirüs yüzünden)
  • Zorunlu aşılama ve diğer tıbbi tedaviler, devletin bedenimiz üzerinde söz sahibi olması (koronavirüs yüzünden)
  • Tüm aktivitelerin ve yerlerin mutlak şekilde izin verilen ya da yasak olarak sınıflandırılması (evinizden şunun için çıkabilirsiniz, bunun için çıkamazsınız), tarafsız, üzerinde bir yargıya varılmamış gri bölgelerin elimine edilmesi. Toplamda bunların hepsi totalitarizmin özünü oluşturuyor. Gerçi şimdi gerekli, neden, koronavirüs yüzünden.

Uygarlığı idare edenlerin en büyük hayali, insan kaderine dair büyük hayali, yani kusursuzca düzenlenmiş ve hastalık, suç, açlık ve hatta ısdırabın kendisinin bile tasarımla önüne geçilip yok edildiği bir hayali gerçekleştirmeye hizmet etmektedir.”

Bunlar komplo teorisyenleri için ağız sulandırıcı malzeme. Tek bildiğim, bu teorilerden bazıları doğru olabilir; öte yandan bahsi geçen olayların giderek artan bir kontrole doğru ilerlemesi, bilinçsiz bir sistematik eğilimden de kaynaklanabilir. Bu eğilim nereden geliyor? Uygarlığın DNA’sına kodlanmış. Bin yıldır, uygarlık (küçük ölçekli geleneksel kültürlere karşıt olarak) ilerlemeyi, kontrolü tüm dünyaya yaymak olarak gördü: yaban hayatın ehlileştirilmesi, barbarların fethedilmesi, doğa kuvvetleri üzerinde uzmanlaşma ve toplumu yasaya ve mantığa dayalı şekilde düzenleme. Bilimsel Devrimle beraber kontrolün yükselişi ivme kazandı, böylece “ilerleme” de gerçekliğin nesnel kategorilere ve niceliklere göre düzenlenmesi ve maddi dünyaya teknoloji ile hakim olunması gibi yepyeni zirvelere ulaştı. Son olarak, sosyal bilimler (Eflatun ve Konfüçyüs’e dayanan) kusursuz toplumu tasarlama tutkusunu yerine getirmeyi vadeden aynı araç ve metotları kullanmaya başladı.

Uygarlığı idare edenler için kontrol etme güçlerini artıracak her fırsat mutlulukla karşılanır. Sonuçta, insan kaderine dair büyük hayali, yani kusursuzca düzenlenmiş ve hastalık, suç, açlık ve hatta ısdırabın kendisinin bile tasarımla önüne geçilip yok edildiği bir hayali gerçekleştirmeye hizmet etmektedir. Daha haince motivasyonlara ihtiyaç yok. Elbette ortak faydayı garantilemek için herkesin hareketlerini takip etmek isterler. Onlar için, Covid-19 bunun ne kadar gerekli olduğunu gösterir. “Koronavirüs dikkate alındığında demokratik özgürlükleri karşılayabilir miyiz?” diye sorarlar. “Şimdi zorunluluktan dolayı, bunları kendi güvenliğimiz için feda mı etmeliyiz?” Bu geçmişte 9/11 gibi benzer krizlere de eşlik etmiş tanıdık bir nakarat.

Bilindik bir metaforu yeniden ele alalım. Elinde çekiç tutan bir adam canlandırın, elindeki çekici kullanabilmek için etrafında sebep arıyor. Birden dışarı çıkmış bir çivi görüyor. Vida ya da civatalara vurup pek bir şey başaramadığı onca zamandan sonra bir çivi arayıp duruyordu. Çekicin en iyi alet olduğuna ve dünyanın çivileri çakınca daha iyi bir yer olacağına dair yerleşik bir görüşe sahip. Ve işte bir çivi! O kadar hevesli ki çiviyi acaba kendisi mi oraya koydu diye şüpheye düşebiliriz, ama bu o kadar da önemli değil. Belki gördüğü şey çivi bile değildir. Yine de çakmak için oldukça uygun bir şey. Alet elimizde hazır olduğunda, onu kullanmak için her zaman fırsat doğacaktır.

Yöneticilerden şüphe etmeye meyilli olanlar için şunu da eklemeliyim, belki şu an içinde bulunduğumuz durum gerçekten de bir çividir ve çekiç doğru alettir. Çekiç prensibi, vida için, düğme için, klips için veya bir yırtık için de hazır olarak, daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Her durumda, ele aldığımız problem şeytani İlluminati zümresini devirmekten çok daha derindir. Gerçekten böyle bir zümre varsa bile, uygarlığın eğilimine baktığımızda, aynı trend onlar olmasa da devam edecek, ya da eskisinin işlevini üstlenen yeni bir İlluminati ortaya çıkacak.

Doğru ya da yanlış, salgının toplumun üstündeki şeytanca işler yapan birileri tarafından korkunç bir komplo olduğu fikri, hastalığa sebep olan şeyi bulma (find-the-pathogen) yaklaşımından pek farklı değil. Sosyopolitik hastalığımızın kaynağındaki bir patojeni bize gösteriyor; böylelikle karşımıza alıp savaşmaya başlayabileceğimiz bu şey kendimizden ayrı olan ve bizi mağdur eden bir kişi ya da şey. Olaya böyle yaklaşmanın bir riski var. Toplumun böyle olayların gerçekleşebileceği verimli bir zemin olmasına sebep olan koşulları görmezden gelebiliriz. Bu zemin kasten fazla ekim yapıldığı için mi bu hale geldi, yoksa rüzgar mı yaptı, bana göre bu öncelikli sorun değil.

Şimdi söyleyeceğim şeyin, Covid-19’un genetiği tasarlanmış bir biyolojik silah olup olmamasıyla, 5G teknolojisinin kullanıma açılmasıyla, kimi şeylerin “ifşa”sının önüne geçmek için yapılmış olmasıyla, totaliter bir dünya hükümetinin kurulmasının yolunu açacak bir Trojen atı olmasıyla, bize anlatılandan daha ölümcül olmasıyla, bize anlatılan daha az ölümcül olmasıyla, kökeninin Wuhan biolaboratuvarları olmasıyla, kökeninin aslında Fort Detrick laboratuarları olmasıyla, ya da tam olarak CDC (ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi) veya WHO‘nun (Dünya Sağlık Örgütü)bize söylediği gibi olduğuyla bir ilgisi yok. Söyleyeceğim şey herkes hatalı olsa bile ya da yaşadığımız şeye SARS-CoV-2 virüsü sebep olmamış olsa bile geçerli. Fikirlerim var, ama bu acil durum sürecinde öğrendiğim bir şey varsa o da aslında neler olduğu bilmiyor olduğum. İnterneti dolduran karmakarışık haberler, sahte haberler, söylentiler, yasaklanmış bilgiler, komplo teorileri, propaganda ve politize anlatıların ortasında bir kişinin nasıl bilebildiğini de anlamıyorum. Keşke daha fazla insan bilmemeyi kucaklayabilse. Bunu hem ana akım anlatıya inananlara hem de muhalif olan anlatılara kayan herkese söylüyorum. Bakış açılarımızın tutarlılığını koruyabilmek için hangi bilgileri dışarıda bırakıyoruz? Gelin inançlarımızla ilgili alçak gönüllü olalım; bu bir ölüm kalım meselesi.

Ölüme karşı savaş

7 yaşındaki oğlum iki haftadır başka bir çocuk görmedi ve başkasıyla oyun oynamadı. Milyonlarca diğer kişiyle aynı gemideyiz. Çoğunluk, milyonlarca yaşamı kurtarmak için bütün çocukların bir ay boyunca sosyal etkileşime girmemesini makul bir bedel olarak görecektir. Peki ya 100.000 yaşamı kurtarmak için? Peki ya bir ay değil de bu bedeli bir yıl boyunca ödememiz gerekirse? Beş yıl? Farklı kişilerin temel değerlerine göre farklı görüşleri olacaktır.

Önceki soruları, insanları istatistiğe ve bir kısım insanı başka şeyler uğruna feda edilecek şeylere çeviren, insanlık dışı faydacı düşünceyi delen daha kişisel bir soruyla değiştireyim. Benim için uygun soru şu olurdu: Eğer annemin, hatta benim, ölme olasılığımızı düşürecekse bütün bir ulusun çocuklarının bir dönem boyunca oyun oynamaktan vazgeçmelerini isteyebilir miyim? Ya da şunu sorabilirim: Kendi hayatımı kurtaracak diye sarılmanın ve tokalaşmanın sonunu getirecek bir ferman yayınlar mıydım? Bunlar her ikisi de çok kıymetli olan kendi yaşamımı ya da annemin yaşamını değersizleştirmek için sorduğum sorular değil. Onunla geçirdiğim her gün için minnet doluyum. Fakat bu sorular derin mevzuları ortaya çıkarıyor. Yaşamanın doğru yolu nedir? Ölmenin doğru yolu nedir?

Bu tür soruları cevaplamak, ister kendi adınıza ister bütün toplum adına olsun, ölümü nasıl karşıladığımız ve insan hakları ile kişisel özgürlüklerin yanında oyuna, dokunmaya, birlikte olmaya ne kadar değer verdiğimizle ilişkili. Bu değerleri dengeleyecek kolay bir formül yok.

Hayatım boyunca toplumun emniyette olmayı, güvenliği ve risk azaltmayı giderek daha fazla vurguladığını gördüm. Bu özellikle de çocukluğu etkiledi: biz küçük bir çocukken gözetim altında olmadan evden birkaç kilometre uzakta dolaşmak normaldi, bugünse bu davranış Çocuk Koruma Hizmetlerinden gelecek bir uyarıya sebep oluyor. Bu vurgu aynı zamanda lateks eldivenlerin giderek daha fazla mesleğe yayılmasında, el dezenfektanlarının her yerde olmasında, okulların güvenlikli, kilitli ve gözetim altında olmasında, hava yolu ve sınır kontrollerinin yoğunlaştırılmasında, hukuki yükümlülükler ve sorumluluk sigortası konularında artan duyarlılıkta, kamu binalarına ve spor alanlarına girişlerdeki aramalar ve metal detektörlerin yoğunluğunda ve bunun gibi birçok şeyde kendini gösteriyor. Daha da büyütün, konu devlet güvenliği haline geliyor.

Bizimkisi ölümün inkâr edildiği bir toplum; cesetlerin saklanmasından ve gençlik fetişinden tutun, yaşlı insanları bakım yuvalarına depolamaya kadar.”

Mantra haline gelen “önce güvenlik” uyarısı, hayatta kalmanın en birinci önceliğimiz olduğu bir değerler sisteminden geliyor, aynı zamanda da eğlence, macera, oyun ve sınırları zorlama gibi diğer değerleri hakir görüyor. Başka kültürlerin öncelikleri farklıydı. Mesela Jean Liedloff’un klasik eseri The Continuum Concept’te (Süreklilik Konsepti) belgelediği gibi, çoğu geleneksel ve yerel kültürde çocuklara çok daha az korumacı davranılıyor. Çoğu modern insana akıl tutulması yaşatacak derecede çocukların risk ve sorumluluk almasına izin veriliyor. Bunun çocukların özgüven geliştirmesi ve iyi bir muhakeme gücüne kavuşması için gerekli olduğuna inanıyorlar. Bence çoğu modern birey, özellikle de gençler, hayatı dolu dolu yaşayabilmek için güvenliğin feda edilmesine doğuştan gelen bir isteklilikle tutunuyorlar. Öte yandan, etrafımızı saran kültür korku içinde yaşamamız için acımasızca bize baskı yapıyor ve korkuyu somutlaştıran sistemler inşa ediyor. Bu sistemlerde güvende kalmak aşırı derecede önemli hale geliyor. Öyle ki, kararların çoğunluğunun risk hesaplarına dayalı olduğu bir sağlık sistemimiz var. Hekimin nihai başarısızlığı anlamına gelen en kötü çıktısı da ölüm. Yine de ölümün her zaman bizi beklediğini biliyoruz. Kurtarılan bir hayat aslında ertelenen bir ölümdür.

Uygarlığın kontrol programının gerçekleştireceği nihai şey de bizzat ölüm üzerinde bir zafer kazanmak. Modern toplum, bunu başaramazsa, zaferin bir başka kopyasına yönelecek; o da fetih değil, inkâr. Bizimkisi ölümün inkâr edildiği bir toplum; cesetlerin saklanmasından ve gençlik fetişinden tutun, yaşlı insanları bakım yuvalarına depolamaya kadar. Hatta para ve mülkiyet takıntısı da kalıcılığı olmayan varlığın, bağlılıkları vasıtasıyla kalıcıymışçasına ifade edilmesine dayanan bir yanılgı (“Benim” kelimesi varlığın kendinden öteye genişlemesini imliyor). Modernitenin sunduğu kendilik anlatısıyla -yani Ötekilerle dolu bir dünyada ayrı bir birey olduğum hikâyesiyle- beraber tüm bunlar kaçınılmaz hale geliyor. Bu ayrı birey, genetik, sosyal ve ekonomik rakiplerle sarılmış durumda olduğu için gelişebilmek için kendini korumalı ve hatta diğerleri üzerinde hakimiyet kurmalıdır. Ayrılık anlatısında mutlak yok oluş anlamına gelen ölümü önleyebilmek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Biyoloji bilimi bile bize doğamızın hayatta kalma ve üreme şansımızı en üst düzeye çıkarmak olduğunu öğretti.

Peru’daki Q’ero yerlileri ile zaman geçirmiş doktor bir arkadaşıma sordum; eğer yapabiliyor olsalardı Q’ero yerlileri bir kişinin yaşamını uzatabilmek için onu entübe (Ç.n: solunum yetmezliği yaşayan hastaların soluk borusuna ulaşan boru takma işlemi) ederler miydi? “Kesinlikle hayır,” diye yanıtladı. “Şamanlarını çağırır ve iyi ölmesini sağlarlardı.” İyi ölme kavramına (ki bu acısız ölmekle aynı anlama gelmez) günümüz tıp literatüründe pek rastlanmaz. Hastane kayıtları hastalarının iyi ölüp ölmediklerine dair raporlar hazırlamazlar, çünkü bu olumlu bir sonuç olarak algılanmaz. Ayrılık anlatısının olduğu dünyada ölüm nihai felakettir.

Peki gerçekten öyle mi? Bir de Dr. Lissa Rankin’den gelen şu açıdan konuyu ele alalım: “Hepimiz bir yoğun bakım ünitesinde kalarak sevdiklerimizden tecrit edilmiş, nefes alabilmek için bir makineye bağlanmış şekilde ve tek başımıza ölme riskini almak istemeyebiliriz. Bu kişinin hayatta kalma şansını artıracak olsa bile böyle. Bazılarımız sevdiklerimizin kollarında evimizde olmak isteyebiliriz, bu zamanımızın dolduğu anlamına gelse de böyledir… Anımsayın, ölüm son değildir. Ölüm yuvaya geri dönmektir.”

Eğer kendilik dediğimiz şey ilişkisel, birbirine bağlı, hatta karşılıklı varlık gösteren bir şey olarak anlaşılırsa, o zaman kişi ötekine, öteki de kişiye akıp birbirlerine karışırlar. Eğer kendilik dediğimiz şeyi ilişki matrisindeki bilincin bir odağı gibi anlayabilirsek, o zaman yaşadığım her problemde bir düşman aramak durumunda kalmam, bunun yerine ilişkide bozulan dengeye bakarım. Ölüm üzerindeki Savaş, hayatı iyi ve dolu dolu yaşama arayışına yol verir. Böylece ölüm korkusunun aslında yaşam korkusu olduğunu görürüz. Güvende kalalım diye ne kadar yaşamdan vazgeçelim?

Totalitarizm (yani kusursuz denetim durumu) ayrılık mitolojisinin kaçınılmaz son ürünüdür. Hayata yönelen, savaş gibi bir tehdit dışında başka ne mutlak kontrole imkân verir? Tam da bu nedenle Orwell daimi bir savaşı Parti iktidarının önemli bir bileşeni olarak tanımlamıştı.

Kontrol programının, ölümün inkarı ve ayrılık anlatısının bulunduğu zemine karşın, kamu çıkarının ölüm sayılarını minimumda tutma yollarını araması gerektiği varsayımı şüphesiz oyun, özgürlük, vb. değerleri ikinci plana atan bir amaçtır. Covid-19 bu görüşü genişletme fırsatı sunuyor. Evet yaşamı kutsal addedelim, hem de hiç yapmadığımız ölçüde. Ölüm bize bunu öğretiyor. Her bir bireyi, genç ya da yaşlı, hasta ya da sağlıklı; kutsal, kıymetli, sevilesi varlıklar olarak görelim. Ve kalplerimizin meclisinde diğer kutsal değerler için de yer açalım. Yaşamı kutsal addetmek sadece uzun yaşamak değildir, aynı zamanda dolu dolu, doğru ve iyi yaşamaktır.

Tüm korkular gibi, koronavirüs hakkındaki korku da, korkunun ötesinde ne olabileceğini ima ediyor. Yakın birisinin kaybını deneyimleyen herkes bilir ki, ölüm sevgiye açılan bir geçittir. Covid-19 ölümü reddeden bir toplumun bilincinde ölümü ön plana taşıdı. Korkunun diğer tarafında, ölümün özgürleştirdiği sevgiyi görüyoruz. Bırakalım iyice ortaya dökülsün. Kültürümüzün toprağını sırılsıklam etmesine, yer altı tabakalarını doldurmasına izin verelim, böylece kabuk bağlamış kurumlarımızın, sistemlerimizin ve alışkanlıklarımızın çatlaklarından içeriye sızsın. Hatta bunlardan bazıları ölebilir de.

Makalenin ikinci kısmı

Makelenin İngilizce orijinali

You may also like

Comments

Comments are closed.