Dış Köşe

Bir özgüven meselesi olarak 4 Nisan – Ferdan Ergut

0

Darbecilerin yargılanmaya başlayacakları 4 Nisan, Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde bir dönüm noktası olarak anılacak. Üstelik mahkemenin sonucu ne olursa olsun bu böyle olacak. Artık 12 Eylül darbecilerinin isimlerinin başında bir sıfat var: Sanık! Tanıklık etmemize ise sadece 10 gün kaldı.

 

Bir yabancıya bunu anlatsak herhalde solun bütün renkleriyle sokaklarda olduğunu, bu önemli davayı vesile kılarak 12 Eylül’le ilgili başta gençler olmak üzere toplumda farkındalık yaratmaya dönük çeşitli etkinlikler düzenlendiğini, bütün sol grupların hepsinin 12 Eylül mağduru oldukları düşünüldüğünde 4 Nisan’a kadar her gün bir ilde ortak mitingler falan yapıldığını düşünürdü. Ama heyhat!

 

Önemli istisnaları olsa da toplumsal muhalefetin önemlice bir bölümüne sirayet etmiş olan, anlaşılması zor bir umursamazlık hali var. Herkeste garip bir “gerçekçilik” saplantısı: “Buradan bir şey çıkmaz”! Nasıl oldu da 1968’in “gerçekçi ol, imkansızı iste” günlerinden bu günlere geldik? Bu “gerçekçiliğin” altında yenilgici bir ruh hali yatıyor olmasın?

 

Anayasa referandumunda “evet” derken elbette birçok gerekçemiz vardı: Geçici 15. madde’nin kaldırılacak olması bunlardan biriydi. Kendi politik mücadelemizde kullanacağımız maddelerden biriydi. Maalesef solun yerleşmiş bir hastalığı Referandum sonrasında yine nüksetti! O tarihe saplandık kaldık ve birbirimizi o tarihte aldığımız pozisyonlarla mahkum etmeye çalıştık. Bir kez daha, geçmişin geçmesine izin vermedik!

 

Oysa solcular “boykotu” da, “hayırı” da “eveti” de sol içinden temellendirmişti. Nasıl temellendirdiğimizi anlamaya çalışmadan birbirimizi “Ergenekon’cu”, “liberal”, “AKP kuyrukçusu” olarak damgalamakta bir beis görmedik. Solun birbirine dönük nobranlığı bir kez daha revaç bulmuştu. (Araştırmadım ama merak ediyorum: Referandumda farklı tavır alan BBP ve MHP, Referandum sonrasında habire o güne dönüp birbirlerine bu kertede acımasız eleştiriler yaptılar mı?) Kendi payıma anlamakta en zorlandığım karar “hayır” olmakla birlikte, benim aklıma hiçbir zaman “hayır” veren arkadaşlarımı “Ergenekon’culukla” suçlamak geçmedi. Başka bir düşünceleri vardı ve bence hatalıydılar. Ama hepsi bu: Hatalıydılar! Onlardan da “evet” verenlere karşı benzer bir tavır beklerdik ama olmadı.

 

Neyse o günler geçti. Artık yeni bir gündeyiz. Önümüzde solun istisnasız bütün grupları, partileri –ve en önemlisi- bireyleri açısından, onların kişisel tarihleri açısından yaşamsal bir gün var: 4 Nisan! O güne ilişkin ne yapıyoruz? Referandumda belirli gerekçelerle “hayır” demiş olmak, 4 Nisan’ı önemsizleştirmeyi zorunlu kılar mı? Hepimizin 30 yıllık mücadelesinin sonucunda geçici 15. Maddeyi kaldırmış olmamızdan istifade edeceğimiz o gün geldiğinde –hiç olmazsa o gün geldiğinde!- geçmişte yaşamayı bırakamaz mıyız? Ama olmuyor bir türlü. Sorun, maalesef daha derinde sanıyorum.

 

AKP büyüsü altında yaşamanın insanı nasıl paralize ettiğini daha önceleri çok yazdım, konuştum. Bütün bir siyaseti AKP’ye endekslemek ve AKP’nin işgal ettiği politik zemin dışında kendine ait bir zemin kuramamak, siyaseti sadece AKP’nin zemininde yapmak gibi kaçınılmaz bir sonuç doğuruyor. Bu siyaset, -doğası gereği- tepkisel bir siyaset oluyor. Eyleyen özne AKP’ye karşı içe kapanan ve dünyasını sadece tepki vermekle sınırlayan bir muhalefet… Bu muhalefetin toplumda hiçbir karşılığının olmadığı, AKP’nin oylarındaki düzenli artıştan da anlaşılıyor. Muhalefet sertleşiyor; AKP’nin oyları yükseliyor! Bir yerde bir yanlışlık olsa gerek…

 

Bu muhalefet tarzını besleyen derin bir kendine güvensizlik ve yenilgici bir ruh hali olduğunu düşünüyorum. 4 Nisan’a dair aldığımız ve al(a)madığımız tavırlara bir de bu açıdan bakalım derim. Sadece 10 gün sonra darbecilerini yargılayacak bir ülkenin solundan ne beklenir? Herhalde bu gelişmenin esas olarak kendi mücadelesinin bir ürünü olduğunu topluma anlatması beklenir. Zira 30 yılı aşkındır uğrunda mücadele yürüttüğünüz, üstelik bu sürenin uzun bir bölümünde sadece sizin mücadele yürüttüğünüz bir mesele, nihayet çözülmeye başlıyor. Darbeciler yargılanmaya başlıyor!

 

Oysa solun önemlice bir bölümü yıllardır yaptığını yapıyor ve hepimizi “buradan bir şey çıkmaz” diyerek bilinçlendirmeye çalışıyor. “AKP, 12 Eylül’le hesaplaşamaz” diyor. “12 Eylül’le ancak bizim iktidarımızda hesaplaşılır” diyor. Referandum sırasında “yargılamayacaklar” derken, şimdi de “iddianamenin sosyalist bir bilinçle yazılmadığını” falan keşfediyor.

 

“Evren’le başlayıp, Erdoğan’a kadar bütün burjuva siyasetçileri yargılanmadıkça ya da kapitalizmle hesaplaşılmadıkça 12 Eylül’le hesaplaşılmaz” türünden konuyla alakasız laflar edenleri de görmek mümkün. 12 Eylül faşizmi ile hesaplaşma mücadelemiz, sanki vereceğimiz tek ve son siyasi mücadele olacak! Sanki bir yandan bu somut duruma ilişkin siyaset geliştirirken AKP iktidarı ile de uğraşmayı başaramayacak kadar aciziz… Bu arkadaşlarımıza göre, her durumun gerektirdiği özgün siyaseti bulmak, o durumun kendisine yoğunlaşmak, o durumdan bir başarı çıkarmaya çalışmak gibi Siyaset’in en basit gereklerini yerine getirmek, burjuva siyasetinin kölesi olmak anlamına geliyor. Sözde radikal ama özde paralize edici bütün bu maksimalist argümanların ortak –ve örtük- varsayımı şu: “Biz bu davanın hiçbir aşamasında etkili bir özne olamayız.”

 

Oysa kendine güvenen bir politik öznenin bambaşka bir dünya içinden konuşması beklenir. Şöyle mesela: Bu dava sürecine müdahil olarak bu süreci toplumsallaştırabilir ve kendi politik programımız ve gündemimiz doğrultusunda evriltebiliriz. Elbette AKP, 12 Eylül’le hesaplaşmayı sonuna kadar götürmek istemez. Ama ondan bunu bekleyen kim? AKP bu ülkenin tek siyasal aktörü değil; bu ülkenin bütün sosyolojik ve politik güçlerini tek başına belirlemeye gücü yetmez. Ancak rakibinin gücü karşısında sinip içe kapanan, ümitsiz ve yenilgici bir ruh hali AKP’ye böylesi bir paye verebilir.

 

Evren ve Şahinkaya’nın “sanık” sıfatını kazanmış olmaları başlı başına önemli olmakla birlikte bu, elbette 12 Eylül’le hesaplaşmanın sonu demek olmayacak. Sadece bir başlangıçtan bahsediyoruz. Her önemli kazanımın ille de nihai zafer olması gerekmiyor. Siyaset böyle işlemez! Ama o nihai zafer anına doğru ilerlerken heybemize atacağımız başarılara ihtiyacımız var. 4 Nisan’ın bizatihi kendisi bu başarılardan biridir. Başarılmış ve bu haliyle bitmiştir! Mahkumiyet çıksa da böyledir; çıkmasa da…

 

Daha yapacak çok işimiz var. Öncelikle dönemin işkencecileri hala yargılanmayı bekliyor. Onlar için de dava açılmasının takipçisi olacağız. Bütün bunları bir öç almak için yapmayacağız elbette… Yüzleşmemiz gereken bir tarihle yüzleşmek için, yüzleşilmeden sağlıklı bir toplumsal yaşamı kuramayacağımız için yapacağız. Hem dönemle, ama hem de kendimizle yüzleşeceğiz. Bütün bir toplumu 12 Eylül üzerine konuşturmaya çalışacağız. Bütün bu süreçlerin sonunda da 12 Eylül’ün bütün kurum ve kurallarıyla kaldırılmasına çalışacağız. Bunların hiçbirisinde başarılı olacağımızın garantisi yok. Hepsinde birden başarısız da olabiliriz. Sorun, her siyasal mücadeleye içkin olan bu ihtimalden kaynaklanmıyor. Bu ihtimalin karşısında gösterilebilecek sinik tavırdır sorun… Korku, ruhu kemirir!

 

Kendi programına, gündemine ve müktesebatına güvenen; radikalliği söylemle değil, başardıklarıyla ölçen bir siyasettir ihtiyacımız.

Ferdan Ergut – www.demokrathaber.net

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.