Ben de senden ve kılığından hazzetmiyorum ama katlanıyorum! – Murat Sevinç

Bu yazı diken.com.tr sitesinden alındı

Türkiye’nin değişmeyen gündemlerinden biri, Ramazan ayında oruç tutmadığı ya da ‘münasip’ giyinmediği için başına bir şey gelen yurttaş haberleri okumak. Yeni bir şey değil, kendimi bildim bileli böyle. Buna mukabil son yıllarda gözle görülür bir artış olduğu da gerçek.

Biri çıkıp olup biten için ‘münferit’ diyebilir. Çok da yanlış bir şey söylemiş olmaz. Namazında niyazında (ya da değil) milyonlarca dindar insanın tanık olduğumuz saçmalıklarla bir ilgisi olmadığı gibi, oruç tutmayanın taciz edilmesi ya da kılığı nedeniyle birine saldırılmasına onay vermeyeceklerini düşünmek mümkün.

Ancak bir diğeri de “O milyonlarca insanın zımni onayı olmadan bu pervasızlık mümkün olmaz” dese, çok mu yanlış olur? Bana kalırsa bu da doğru. Ve sanırım asıl sorun da burada. ‘Çoğunluk’ olanın neyi, nasıl onayladığı, onaylayabildiği? Tabii, ortalamanın ‘onay’ının şekil ve içeriğini tam anlamıyla tespit etmek kolay değil.

Ancak bir memlekette aynı hukuksuzluklar, anormallikler sürekli yineleniyor ve sorumlularının başına pek bir şey gelmiyorsa, o hukuksuzluğa konu olan insan eyleminin, ortalama tarafından şu ya da bu ölçüde kabul gördüğünü ya da en hafif tabirle ‘görmezden gelindiğini’ düşünebiliriz. Kuşkusuz bu tavrın/genel eğilimin tarihsel, toplumsal, kültürel, sınıfsal gerekçeleri var. Öyle doğmuyoruz, öyle oluyoruz!

Türkiye’de yaşayan milyonlarca dindar insan, bugüne dek oruç tutmadığı için birine saldırmadı. Şort giydiği için bir kadını taciz etmedi. Çoğunluk, muhtemelen bunları aklından dahi geçirmedi. Ancak bu işler birilerinin başına geldiğinde, o milyonların bir kısmı hiç umursamadı, bir kısmı görmezden geldi, bir kısmı zımnen onayladı ve bir kısmı açıkça destekledi.

‘Onay’ ve ‘adalet’ duygusu arasındaki bağı (Ahmet Altan’ın savunmasına da değinip) bir sonraki yazıya bırakarak, şimdilik kişisel bir deneyimle açayım söylemek istediğimi:

Henüz KHK teröristi olmadığım yıllarda, ders verirken en çok zevk aldığım konulardan biri, laiklik/dini sembollerdi. Öğrenci hararetle tartışırdı. Bana karşı çıkardı. Ben de tahrik etmek için elimden geleni yapardım! Tabii daha onlar da bilmiyor terörist olduğumu, rahat rahat konuşuyorlardı! En anlaşamadığımız yerlerden biri, kamu görevlileri içinde, özellikle ilkokul öğretmenlerinin dini ve siyasi sembol kullanıp kullanamayacağıydı.

Özellikle dindar dünyalardan gelen çocuklar, bunun sakıncaları olabileceğini kabullenmek istemiyordu. Benim de temel derdim kabullendirmek değil, ‘düşünme’lerini sağlamaktı. Genellikle şöyle bir itirazları oluyordu: “Bir çocuk ya da ailesi, öğretmenin başı kapalı diye neden rahatsız olsun ve o kapalılık/açıklık bir insanın asli düşüncelerini neden değiştirsin?”

Söz konusu itirazları kendi aralarında konuşmalarını isteyip bir süre izliyordum. Hiçbir zaman, hiçbirinin içtenliği ve heyecanından kuşku duymadım. Türkiye’de ‘sembol’ denildiğinde yalnızca ‘türban’ anlaşılmasının, bu konunun yıllarca doğru biçimde tartışılmasını engellediği gerçeğini şimdilik bir yana bırakalım. Konunun salt bir pozitif hukuk/anayasa hükmü konusu olamayacağını anlatabilmek için onlara, özellikle dindar olanlarına, bir öneride bulunuyordum. “Lütfen evlerinize gittiğinizde anne babanıza şu soruyu yöneltin: ‘İlkokul öğretmenim diğer dinlerin ya da muhtelif siyasal görüşlerin kılık kıyafetiyle derse gelse, beni aynı iç rahatlığıyla o öğretmene emanet eder miydiniz?‘ Eğer anne babalarınız, ‘Tabii ki ederdim, ne önemi var’ derse, bunu bana söyleyin ve oturup bir kez daha tartışalım.” Yıllarca, binlerce ‘dindar’ öğrenciye önerim bu oldu. Sonuç? Bir kişi dahi gelip “Sordum ve sakıncası olmayacağı yanıtını aldım” diyemedi. Bir kişi bile. Şaşırtıcı mı?

Örnek çok. Mesele, Türkiye’nin az gelişmiş demokrasisi içinde yoğrulan yurttaşın, yalanlar ve inkarla gübrelenmiş memleket toprağında yetişmiş olmasında. İnanç denildiğinde kendi inancını, düşünce denildiğinde kendi düşüncesini, yaşam tarzı denildiğinde kendi yaşam tarzını ‘iman’ ile kabul etmiş, milyonlarca insan. Hemen her ideoloji mensubunun benzer hastalıklardan mustarip olduğunu düşünmekle birlikte, bu yazının konusu, çoğunluk olup kendi inancının gereklerini biricik zannedenlerin tavrı.

Demokrasi, herkesin birbirine saygı duyduğu değil, katlandığı rejimdir. Ben faşist kafalı birine ne diye saygı duyayım? O bana neden duysun? Bir faşist, mezhepçi ya da ırkçı, örneğin benim gibi birinden nefret edebilir, hiç bir sakıncası yok, hakkıdır! Ancak bana katlanmak zorunda. Aksi yönde bir tercih, artık ‘uygar hukuk’ evreni içinde olmadığımız anlamına gelir.

Yoğun ve sıkıcı kurallar/ilkeler bütünü olan demokratik rejim, önceden belirlenmiş sınırlar içinde, o sınırları aşmadan birlikte yaşamayı hedefler. Haliyle ‘özgürlük’, içi boş ve herkesçe bambaşka değerlendirilebilecek değil, sınırları çizilmiş bir kavram.

Hâl böyleyken, ben o sarıklı cüppeli yurttaştan hiç hazzetmeyebilirim. İyi kötü ‘din’ okumuş ve büyüdüğü muhit/çevre itibariyle pratiğini gözlemleyip deneyimlemiş biri olarak, o kıyafetlerle dindarlık pozları verilmesini gülünç/acınası bulabilirim. O kılık kıyafetin ‘inanç’ ve ‘iman’le  değil, daha ziyade yeni ‘sermaye ve kadro paylaşımı’yla ilgili olduğunu düşünebilirim. Hatta bundan emin de olabilirim.

Bunlar, benim düşüncelerim. Bölüşüm/kadro varsayımım dışında, o kıyafetleri tercih edenleri değil, beni ilgilendirir. Irkçılığa, şiddete, ölüme çağrı yapmayan bir kıyafetin, kim tarafından ve hangi amaçla giyildiğinin hesabını sormak, benim işim değil. Rahatsızsam, kendi kendime, ‘Sen bilirsin’ diyebilirim. Türkçesi: Bana ne!

Kendi değerlerini çok beğenen ‘herkes’ aynı tavrı sergilemek zorunda. Eğer demokrasiden söz ediyorsak. Etmiyorsak, o zaman başka bir düzlemdeyiz demektir.

Ramazan’da dondurma yiyen gence müdahale etmeye kalkan sarıklı muhterem, o dondurmaya ‘katlanmak’ zorunda. Mini etekten hazzetmeyen de, o eteğe katlanmak zorunda. Bir ‘zorunluluk’tan söz ediyorum, ‘lütuf’tan değil. Birlikte yaşamak, birlikte yaşamaya niyeti olan insanlar için mümkün. Biri, kendi değerlerini çok beğeniyor ve diğerinin de öyle yaşaması gerektiğini düşünüp zor kullanmaya başlıyorsa, artık demokratik hukuk kuralları evreninde değiliz demektir.

Ayrıca, saygı hak edilir, talep edilmez. Eğer biri, yaşam tarzı ya da inancına saygı gösterilmediğini düşünüyorsa, öncelikle kendine ‘Neden?’ sorusunu yöneltmeli. Yazının konusuyla doğrudan ilgisi yok ama şunu söylemeden geçemem: Hani enayi bir kesim sürekli ‘Haçlı zihniyeti’nden söz edip duruyor ya; tüm ‘Haçlılar’ bir araya gelse, Türkiye’de dindarın kendi dinine, inancına verdiği zararı veremezdi, emin olsunlar. İnsan rezil edilemez, rezil olur, akılda tutmakta yarar var.

Ezcümle, birlikte yaşanacaksa eğer, katlanmak, bir zorunluluk. Birbirinden hazzetmeye mecbur olamayan insanlar, birbirine tahammül göstermek zorunda. Bu kadar basit.

Hiç kimse bana “Sen de benim gibi yaşamaya, benim değerlerimi benimsemeye mecbursun; aksi takdirde nefes aldırmam” diyemez. Çünkü, mecbur değilim. Alırlar, o çok bayıldıkları değerlerinin turşunu kurarlar. Efendim, ‘Tahrik oluyorlarmış!’ Olmasınlar. Hayvan değiliz, insanız, duygularımızı kontrol edebiliriz. Eğer duygularını kontrol edemeyenler varsa onlar da tababetin konusu, bizlerin değil.

Birileri, ‘değer’ sözcüğüyle tanımlamakta ısrar ettikleri saplantılarını ‘zorla’ kabul ettirmeye kalkarsa, karşılaşacağı insan artık doğal olarak ‘kendisini müdafaa eden’ insana dönüşür. Malum, hiç kimse geri zekalı ya da çaresiz filan değil; zorda kalan, kendisini ve sevdiklerini korumanın, ayakta kalmanın bir yolunu bulur.

Dönelim başa. Evet, Türkiye’de yaşayan milyonlarca dindar insanın böylesi zorbalıklardan yana olmadığı kanısındayım. Ancak aynı milyonlarca insanın; susarak, tepkisiz kalarak, görmezden gelerek, aldırmayarak ya da bir kısmının ‘zımnen’ onaylayıp çıkar işbirliği yaparak, içinde yaşadığımız koşulların yaratılmasında büyük pay sahibi olduğu da açık.

Türlü ‘zorbalıklar’ın ve irili ufaklı ‘faşist’ atakların tümüyle ‘münferit’ olduğunda ısrarcı olanlar, şu soru üzerinde düşünmek ister mi: Özellikle Ramazan ayında şort ya da mini etek giyilmesini yasaklayan bir kanun önerisi, ola ki hukuken mümkün olup ‘halkoylaması’na sunulabilse, sonuç ne olurdu? Yıllardır hemen hiç bir devasa kötülüğü kendisine sorun etmeyen malum seçmen çoğunluğu, ne derdi? Hadi, dürüstçe yanıtlayın.

Sırtını ‘güce’ yaslamamış bir zorbalık örneği yok. Zorbaca kibrin  ayakta kalabilmesi, rıza/onay ister.

Ezcümle, hiç bir faşizan eğilimin ‘münferit’ diyerek geçiştirilmemesi gereken bir yerdeyiz…

Ve Bayram;

çok muhtelif haksızlıklara uğrayanlara sövüp işsiz güçsüz kalanlar için ‘ağaç kemirsin’ demeyecek ölçüde insan kalabilmişlere ve fazlasından geçtim ‘asgari’ ahlak sahibi herkese iyi bayramlar dilerim.

İsteyen ‘Ramazan’ isteyen ‘şeker’ desin. İsteyene ‘kutlu’ isteyene ‘mübarek’ olsun. Bayram aynı bayram! Ne denilirse denilsin, zaten halk da aynı halk. Bu da ayrı mesele…

Murat Sevinç – Diken

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR