Türkiye’de puslu bir havada; feryatlar, beddualar ve küfürler arasında nihayet adı da konmuş bir savaş yaşanıyor, bu savaşta ittifak ilişkilerine ve tarafların pozisyonlarına dair durumun da gün geçtikçe netleştiğini gözlemlemek mümkün.
Her ne kadar olup bitenler siyasetin tepesinde ve bürokratik mekanizmalarda zuhur eden bir iktidar mücadelesinden ibaretmiş gibi görünse de tüm toplumsal kesimleri etkileyen ve az ya da çok onların da sürece dâhil olduğu bir yeniden konumlanışa işaret ediyor. Ve bu yeniden konumlanış hem ulusal hem de uluslararası platformda dinamik bir etkileşimin tekinsiz atmosferinde gerçekleşiyor. AKP ile cemaat arasında su yüzüne çıkan kapışma, hem ülkenin politik hatlarındaki mevzilenmeyi hem de mikro iktidar ilişkilerinin reaksiyoner geleneğinin yeniden kuruluşunu ifşa ediyor.
MİT- Hakan Fidan ya da dershane meselesi çok temelde “Avusturya veliahdının Sırplı bir genç tarafından öldürülmesi” hadisesi; yani sadece bir kıvılcım noktası. I. Dünya Savaşı’nın başlamasında veliahdın öldürülmesi nasıl sembolik bir vakaysa; AKP ile cemaati karşı karşıya getirdiğini düşündüğümüz dershaneler konusu da böyle bir olay.
AKP ile Cemaat arasındaki savaşın nedenleri hakkında çok söz söylendi, birçoğu da oldukça isabetliydi. Neticede geleneksel düşmanlarını alt ettikten sonra mutlak güç olma ve pazarlıklardan kurtulma amacı ile Cemaati tasfiye etmek isteyen bir AKP, bunun karşısında sahip olduğu siyasi ve iktisadi imtiyazları korumak isteyen bir Cemaat şeklinde açıklanması tatminkâr elbette ancak bu tespitin ötesinde mevcut çatışmanın yarattığı yarıkların sağında ve solunda yer alanları belirlememiz de şart.
Askerler, ulusalcılar ve Kürt hareketi
İktidar partisinin Erdoğan’ın “yeni Türkiye’nin İstiklal Savaşı” olarak tarif ettiği “büyük cenk” sırasında izlediği/izleyeceği stratejinin iki ayağı var ve bunlardan ilki “içeriye” dönük. AKP’nin bu çerçevede kendi içinde safları sıkılaştırma ve “safralardan kurtulma” stratejisini izlediğini biliyoruz. Buna sivil bürokraside tarihte eşi benzeri görülmemiş bir “temizlik” operasyonu eşlik ediyor; bürokrasi yeniden yapılandırılıyor.
Stratejinin ikinci ayağında ise yeni ve fakat geçici ittifaklar kurma yöntemiyle hareket alanını ve meşruiyet tabanını genişletme hedefi söz konusu. Askerler ve askerlerin arkasında yer alan ve bugün epey cılızlaşmış bir sosyolojik taban boynun çevrildiği ilk yer.
AKP, 17 Aralık soruşturma dalgasını Cemaat tarafından iktidara karşı tezgâhlanmış bir komplo dolayısıyla delilleri uydurma olarak sunmanın sağladığı zeminden daha önceki hasımları “seküler-Kemalist askerler” ile kısmi bir barışma hamlesi de çıkarabileceğini düşünüyor gibi. Ergenekon ve Balyoz davalarındaki “kumpasları” şimdi dillendirmek veya keşfetmek, tam da bu muhayyilenin parçası olabilecek bir hamle.
İttifak halesini genişletmek adına iktidarın yöneldiği ikinci mecra Kürt hareketi. Barış süreci ya da mevcut hali ile silahların susması, AKP’yi son dönemde birden çok siyasi krizden kurtarma işlevini yerine getirdi. Haziran direnişleri esnasında da AKP’yi ipten döndüren, barış süreci nedeniyle Kürt siyasetinin direniş hatlarına topluca destek verme konusundaki tereddüdüydü.
Devlet ve PKK arasındaki savaş atmosferinde devletin baskısından ve zulmünden çok çekmiş Kürt halkı, çok haklı olarak barış umuduna dört elle sarıldı. Bu esnada AKP’nin iktidarını sürdürmesiyle barış sürecinin tamamlanması ve Kürtlerin eşit yurttaşlık haklarına kavuşması arasında zorunlu paralellik gören bir algı manipülasyonu oluşturuldu. “Büyük cenk” başladığından bu yana AKP, nicedir izlediği İmralı ile Kandil’i birbirinden farklı konumlandırma stratejisine de son verdi.
İktidar ile organik ilişkisi olan ve PKK’ye öfkesi ile nam salan bazı kalemşorların PKK hakkında şimdilerde görece olumlu göndermeler içeren yazılar yazması tesadüf olamaz. Hem Kandil’den hem de legal Kürt hareketinin kimi temsilcilerinden 17 Aralık’ı “barış sürecine yönelik bir komplo” olarak algılayanların mevcut olduğu da sır değil. Hem cemaatin kendi yayın organları üzerinden epey uzunca bir süredir PKK karşısında Türk milliyetçiliğine göz kırpan popüler faaliyetleri düşünüldüğünde böylesine bir manzara resmedilebiliyor.
“Düşmanımın düşmanı dostumdur”
Ulusalcıların önemli bir bölümü hem Gülen’den hem de Erdoğan’dan nefret ediyor. Ancak mevcut savaşta Ergenekon ve Balyoz hükümlülerini kurtarmak için kısa süreliğine Erdoğan ile beraber iş görmeye eğilimli olan ulusalcı birkaç ismin varlığı da inkâr edilmez.
Bu isimler konjonktürel gelişmelere bağlı olarak “yangından mal kaçırma” aceleciliğinde. Aynı anda “düşmanımın düşmanı dostumdur” düsturuna meyledip cemaati eleştirirken “itidalli” olan bir başka muhalif siyaset damarı da göze çarpıyor. Ancak her iki eğilim de fazlasıyla pragmatik ve durumsal bu nedenle de alternatif siyaset inşa etme ve kitleleri ikna etme potansiyeline sahip değil.
Polisteki ve yargıdaki operasyonlar tam gaz sürerken ve Genelkurmay’ın ulusalcılara göre yine “gecikmiş” açıklaması gündemdeyken acaba askerlerden bir karşı atak gelir mi sorusu da akıllarda. Ancak mevcut siyasi iklimde askerlerden tarihte eşini sıkça gördüğümüz tipte bir müdahale beklemek ya da buna göre analiz yapmak gerçek değil. Zira hem ordunun kompozisyonu hem de içinde bulunduğu konjonktür böylesine bir müdahaleyi seçenek dışı kılıyor.
Murat Belge’nin dillendirdiği 27 Mayıs benzeri bir hiyerarşi dışı müdahale ihtimali de kurumun kendi içindeki mekanizmalar nedeniyle mümkün değil. Ve bu manzaranın böyle olması da demokrasi adına şüphesiz sevindirici.
Kim muzaffer, kim mağlup?
Şayet vaziyet benim betimlediğim gibiyse bundan sonra ne olacak? AKP stratejisinde başarılı olabilecek mi? Buna karşı muhalefet nasıl bir pozisyon takınmalı? Öncelikle AKP’nin iki stratejisinden birinin yani içeride safları sıkılaştırma yönteminin başarı ihtimali çok yüksek değil. Çünkü bu denli “milli iradeyi” partiyi de geçip salt Başbakan’a indirgeyen, parti tavanında oligarşi kuran ve uzlaşmayı tamamen dışarıda tutan baskıcı siyaset eninde sonunda parti içi muhalefeti besleyecektir. Şu an için büyük kopuşlar yaşanmayacak olsa da orta vadede kriz büyürse parti içinden parti çıkacak bir aşamaya gelinebilir.
Stratejinin ikinci ayağının başarı şansı daha da düşük. Zira hem ulusalcı ve asker-severler hem de Kürt hareketi ile aynı anda cemaate karşı müttefik olma planı, Türkiye’deki siyasetin gramerinde tutacak bir terkip değil.
Asker-severlerin Ergenekon ve Balyoz’daki haksızlıkları dile getirirken KCK’den bahsetmiyor oluşu bunun en güzel kanıtlarından biri.
Kürt hareketi de tecrübesi ve birikimi gereği tümden AKP’ye bel bağlamayacak kadar siyaseti biliyor. Roboski’de askeri mahkemenin verdiği takipsizlik kararı, Sincan’da çocuklara yapılan işkence devlet aklının ve onun temsilcisi AKP’nin değişmediğinin göstergesi. Doğrudan mevcut savaşa taraf olmaktansa barışın sürdürülmesi için siyaset üretmeyi tercih etmek Kürt hareketinin gündeminde kalacak.
Özgürlükçü muhalif siyaset
Bu şartlar altında AKP medet umduğu çıkar yollardan istifade edemeyecek gibi; bu yüzden daha da saldırganlaşma ihtimali yüksek. Tabi bu çerçevede demokratik, özgürlükçü muhalif siyasetin performansı çok önem kazanıyor.
Muhalif siyaset sadece iktidarın mağdur ettiği değil bu iktidar döneminde umduğunu bulamayanlara da kollarını açacak gevşek ama etkin bir politik ağ kurma başarısına ulaşırsa AKP’nin icraatlarına reaksiyon geliştirmeye indirgenmiş siyasi hantallıktan kurtulunabilir. Hem yolsuzluklara hem de devlet içindeki çetelere beraberce karşı çıkabilme iradesini gösterebilir.
Bu savaşta bizim favori takımımız olmamalı. Sosyalistler, soysal demokratlar, Kürt hareketi ve toplumsal muhalefetin diğer tüm bileşenleri savaşa göre pozisyon belirlemektense alternatif bir düzenin var olabileceğine dair inancı kitleselleştirmek ve uygulamalarla kanıtlamak üzerine siyaset üretmeliler.
Klientalist ağlar üzerinden yürüyen hesaplaşmalar, mevzi savaşları demokrat ve sol siyasetin gündeminde yer alamaz. Bağlamsal değil ilkesel bir duruş sergilemek ve yolsuzluklara da çetelere de karşı bir arınma kampanyası düzenlemek ilk işimiz… 2014 Türkiye’de emek, özgürlük ve demokrasiden yana olanların tarihi fırsatı yakaladığı bir yıl olabilir; pekiyi biz hazır mıyız?
Güven Gürkan Öztan – Bianet