Dış Köşe

Adaleti savunmak, bir mecburiyettir – Murat Sevinç

0

Bütün sistemler, belli başlı temel ilkelere dayanır ve bir sınıf ya da sınıflar arası ittifak ve mücadelenin sonucudur. Demokrasi dediğimiz de, burjuvazi tarafından yüz yıllar içinde inşa edilip 19. yüzyıldan itibaren işçi sınıfının katkısıyla boyut değiştirerek, sosyal niteliğine kavuşmuştur.

Burjuvazi, yükseliş aşamasında ‘demokrasiyi,’ zorda kaldığında ‘faşizmi’ icat etmiştir. Böylesi ‘makas/araç değiştirmeler,’ her zaman yaşanabilir.

Demokratik sistem, gelişiminin bir aşamasında, ‘temsil’ düşüncesine dayanır hale gelmiştir. Bugün klasik liberal demokrasinin vardığı yer, temsili demokrasidir. Buna mukabil ‘demokrasi,’ sürekli gelişen ve her aşamada yeni unsurları kapsayan bir sistem olarak, elbette durağan değildir.

Ulus devletler gibi, temsili demokrasiler de sürekli evrilmektedir. Örneğin son on yıllarda çevre ve kent hakları (üçüncü kuşak), farklı cinsel yönelimlerin konumu, yerellik gibi, yetmiş seksen yıl önce doğal olarak adı anılmayan konular, tartışılır hale gelmiştir. Yerellik ile kastedilenin, yurttaşın her düzeyde yönetime katılması için gerekli kanalların yaratılması olduğu, burada bir kez daha hatırlatılmalı. Nitekim Türkiye’de ‘Kürt sorunu’ olarak adlandırılan konu da büyük ölçüde, bir ‘katılım’ ve ‘eşit yurttaşlık’ mücadelesidir. Ve tabii ki kazanılacaktır. Bunu bizlere, ‘tarih’ söylemektedir.

Demokrasi gücünü yurttaştan alır

Hâl böyleyken demokratik sistemin, devlet ile yurttaş arasındaki ilişkinin niteliğiyle ilgili bir kavram olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Demokratik sıfatıyla anılan devletler, bu ilişkide, ibrenin yurttaş yani temsil edilen lehine döndüğü ve devlete karşı yurttaşın ‘kayırıldığı’ yapılardır.

Bir devlet, yurttaşı ne kadar güçlüyse o kadar güçlüdür. Demokrasiler tüm gücünü yurttaşının gücü ve özgüveninden alır. Devlet örgütünün çok sağlam göründüğü ancak yurttaşı cılız ve çürümüş yapılar, yaklaşık yirmi beş yıl önce kâğıttan kuleler gibi çöktüler. Herkesin hatırındadır.

Demek ki demokratik sistemlerin varlığı, o devletin ülkesi sınırları dahilinde yaşayan insanların kendilerini özgür, güçlü ve eşit hissetmelerine bağlıdır. ‘Yönetime katılım’ başta olmak üzere, bu hissi yaratan çok sayıda unsur vardır. Bunlardan en önemlisi, belki de sistemin harcı, herhalde ‘adalet’ duygusudur.

Mahkeme duvarlarında ne yazar, bilirsiniz: Adalet mülkün (devletin) temelidir. Yurttaştaki adalet duygusu bir kez sarsıldığında, devlet binası temelinden çürümeye başlar. Halkın kendisini yönetenler ile kuruduğu ilişkinin sağlığı, adalet fikri ve inancının korunmasına bağlıdır. Adil olmayan devlete, yurttaşlık sadakati duyulamaz.

Devletler, yurttaşını ezme fırsatını en çok adalet dağıtırken bulur

Adalet, yönetimin ‘her hücresinde’ bulunmalıdır. Kamu gücünü temsil eden her bir görevli, adaleti tesis etmekle mükelleftir. Kamu kurumunda, bir masanın önündeki insan kuyruğunu yöneten sıradan memur ile sınav kâğıdı okuyan bir öğretmen, aynı hak ve adalet ilkesiyle hareket etmek zorundadır. Buna mukabil yaygın eğilim, adalet sözcüğü ile mahkemeleri özdeşleştirmek olmuştur. Çok da yanlış değil aslında. Çünkü devletler, yurttaşını ezme fırsatını en çok adalet dağıtırken bulur. Bu nedenle yargı bağımsızlığı, usul kurallarının sağlıklı biçimde uygulanması gibi konular, yaşamsaldır.

Türkiye’de hemen her devirde ama özellikle son yıllarda yaşanan hukuksuzlukların verdiği en büyük zarar, bana kalırsa, adalet duygusunun geçirdiği dehşetli sarsıntıdır. Öncelikle şunu vurgulamak isterim: Her olumsuzluk karşısında, söze, ‘aslında hep aynıydı’ ifadesi ile başlamak, külliyen yanlıştır. Hiçbir gelişme, bir öncekinin ‘aynı’ olmaz.

Her dönemin ‘iyiliği’ ve ‘kötülüğü,’ birbirinden farklıdır. Son yıllarda yaşanan anormalliklerin ayırt edici niteliklerinden biri, ‘hukuk dışılıkların’ ve türlü ‘adaletsizliklerin’ meşru gösterilmeye çalışılması ve bunun bir ölçüde başarılabilmesidir. Hukuksuzluk her zaman oldu ve olacaktır. Ancak, her zaman bir ‘sorun’du ve ‘sorun’ olmalıdır. Mesele bu.

‘Her ne yaparsam yapayım meşrudur; çünkü bir eylem meşruiyetini, benim tarafımdan gerçekleştirilmesinden alır.’ denilen nokta, artık başka bir rejimin habercisidir. Türkiye, adını kırk kere koyduğumuz bu malum rejime doğru koşar adım giderken, herkes, bir kez daha adalet duygusu üzerinde düşünmek ve ilkelerini sorgulamak zorundadır.

‘Devir‘ değişmeseydi aynı secdeye baş koydukları AKP’yle işbirliği devam edecekti

Bugün haksızlığa uğrayanlar, ‘Cemaat’ basını çalışanlarıdır. Uzatmaya gerek yok, birkaç yıl öncesine dek her suç ve ayıbın ‘ortağı olan’ insanlardan söz ediyoruz. Başta Türkan Saylan olmak üzere pek çok saygın ve bu memlekete emek harcamış insan, olmadık ‘torba iddianamelere’ tıkıştırılırken ellerini ovuşturanlar, bugün zor durumda ve çok tanıdıkları, hatta uzmanı oldukları bir ‘linçe’ maruz kalıyorlar.

Kişisel olarak o manşetleri atan, haberleri yapan, ‘aynı secdeye ve aynı memuriyet kadrolarına baş koydukları’ AKP ile birlikte önemlice bir kesimin canına okuyan insanlar hakkında, ne söylenebilir ki. Eğer ‘devir’ değişmeseydi, sahte deliller ve deli saçması iddianamelerle cezaevine atılmış birçok insan hala oradaydı ve Cemaat medyası, ‘ortak’ olmaya devam ediyordu.

Bu yazıyı okuyanlara, yargıda, HSYK’de ‘izin verilen’ kadrolaşmayı, Cemaat’in Kürt meselesine yaklaşımını, geçen yılın Aralık ayında ve sonrasında yaşanan yüz kızartıcı anormallikleri vs. anlatmaya gerek yoktur herhalde. Herkes, her şeyin farkında…

Demokrasi mücadelesi, ‘enayice ilkeli’ insanların işidir

Peki şu anda bunların bir önemi var mı?

Hayır yok. Demokrasi mücadelesi, ‘enayice ilkeli’ insanların işidir. Fırsatçı ve çıkarcıların değil. İsterseniz buna, ‘içtenlik’ de diyebilirsiniz. Anayasa hükümleri, yıllardır görmezden gelinen temel ceza yargılaması ilkeleri, basın özgürlüğü vs., birileri beğensin, takdir etsin, kazanç ve itibar kapısı olsun diye savunulmaz. Gerektiği için savunulur. Demokratik ilkeler ve yasalar, adalet duygusunun tesisi için sahiplenilmelidir.

Bu satırların yazarı; günahı kadar hazzetmediği AKP’nin kapatılmasına karşı çıktığında ‘AKP’li,’ DTP’nin kapatılmasına karşı çıkıp anadilde eğitimi, bölgeli yapıları, eşit yurttaşlığı savunduğu için ‘Kürtçü,’ 2010 değişikliklerinin ‘şaklabanlık’ olduğunu yazdığı için ‘ulusalcı,’ bazı iddianamelerin ve yargılamaların açık hukuk dışılığını dile getirdiğinde ‘Ergenekoncu’ sıfatlarına layık görülmüştür! Hiçbir önemi yok. İnsan, doğru bildiğini dile getirmeli. Koskoca bir ömrü, nohut kafalı tutarsızların ‘düşünce’ zannettiği bir takım hezeyanları dert ederek geçiremezsiniz.

Adalet ‘adil’ olma hedefiyle baş tacı edilmelidir

Devletin temelinde yer alan/alması gereken ilke, ‘adalettir.’ Adalet duygusu sarsılırsa (ki Türkiye’de nicedir yerle bir edilmektedir), geriye ‘riyakârlık,’ ‘çıkarcılık’ ve ‘fırsatçılık’ kalır. Adalet, ‘bir gün gelir, onlar beni savunur’ kaygısıyla değil, bizatihi ‘adil’ olma hedefinin kendisi için, baş tacı edilmelidir.

O gün geldiğinde muhtemelen ‘savunulmayacak’ olmanın, hiç bir önemi yok. Anayasa ve hukuk devleti ihlallerinin mağduru Cemaat mensuplarıysa, devletin temelinde yer alan/alması gereken adalet ilkesi, o insanların ‘hakkının’ savunulmasını gerektirir. İlkelilik, hamilelik gibidir. Bunun azı, çoğu, çeyreği olmaz. Bu kadar.

Murat Sevinç – Diken.com.tr

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.