Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Acılara baka baka yitirdiğimiz insanlığımız

0

Geçtiğimiz günlerde Konya Sarayönü İlçe Belediyesi ekipleri, onlarca köpeği iğneyle bayıltıp canlı canlı toprağa gömdü. Bayılmayan bir köpek ise kaçıp kurtulmayı başardı. Duyarlı bir insan, bu görüntüleri kaydedip, sosyal medyada yayınlamasa, kimsenin bu feci ve can yakan olaydan haberi olmayacaktı. Tıpkı başka haberimiz olmayan can kıyımlarında olduğu gibi.

Başkasının acısına bakıp kalmanın dayanılmaz ağırlığı ve sığlığı

Hayvanlara karşı eziyet, işkence ve öldürmelerin sonu, biz görüntüleri izleyip evlerimizde ağlarken gelmeyecek. Ağladıkça dağlarımız yeşermeyecek yani. Evlerimizde geçirdiğimiz öfke nöbetleri, Afganistan’da Taliban’ın kadınları köleleştirmesini engellemeyecek. Yok edilen ormanların, sosyal medyadaki görüntülerine bakıp da altına koyduğumuz kızgınlık emojileri, o ağaçları geri getirmeyecek. Şiddete uğrayan bir kadın ve çocuğun çaresiz bakışları, uzatmadığımız ya da uzatamadığımız ellerimizde asılı kalacak. Çekçeğine el konulan bir kâğıt-plastik geri dönüşüm işçisinin, gözü dönmüş sermayeye karşı, yalnız bırakılan ekmek mücadelesinin yarattığı kırgınlık, kolay kolay durulmayacak. Etnik kökeninden dolayı dışlanan, şivesiyle dalga geçilen ve aynı zamanda ana dilini konuşmasına, kamuya açık olmadığı sürece lütfen izin verilen bir insanın koparılan haysiyeti, empâti kurulmadıkça yerine gelmeyecek. Mülteci olma zorunluluğundan dolayı, ulusal aidiyeti aşağılanan ve son derece insani gerekçelerle savaştan kaçtığı için korkak ilan edilen insanlara, biz sahip çıkmadıkça, insana olan inancını kaybetme psikolojileri düzelmeyecek. Çocukları yeterince beslenemeyecek. Adaletsizliğe uğrayan bir insanın, onu içten içe yakan öfkesi, biz sesine kulak vermedikçe hiç dinmeyecek. Aristoteles’in dediği gibi; adalet en büyük erdem ve adaletin olmadığı yerde diğer erdemlerden bahsedemeyeceksek eğer bu öfkenin ateşi bizi de saracak.

Yazının girişinde dile getirdiğimiz acımasızlığın türevlerini, türlü bahanelerle insanlığın nasıl uzun süredir hayvanlara yaşattığını, mezbahalara olan kayıtsızlık üzerinden düşünelim istiyorum. Ne diyordu Adorno: “Auschwitz’e giden yol mezbahalardan geçer.” Upton Sinclair de Şikago Mezbahaları kitabında, kapitalizmi işçi öğüten mezbahalara benzetiyordu. İnsanın hem bedenini hem de ruhunu yok eden mezbahalardı fabrika sistemleri… Toplumda mezbahaların, kasapların, hayvan çiftliklerinin, avcılığın, hayvanat bahçelerinin ve hemen her yerde kurban kesilmesinin normalleştirilmesi, aslında bugün tanık olup tüylerimizi ürperten Sarayönü’ndeki köpek katliamının temelini oluşturuyor. Hayvanları sevdiğimiz, yediğimiz, yemediğimiz, öldürdüğümüz, avladığımız ve evde beslediklerimiz olarak ayrımlara tabi tutuyoruz. Yani bir nevi tür içinde türcülük yapıyoruz.

Buradan meramıma gelecek olursak; sokaklarda ve evlerimizde beslediğimiz, arada bir okşadığımız hayvanlara bu kadar üzülürken bu kültürün temellerini atan mezbaha ve hayvan çiftliklerine yaşam tarzımızla ne kadar destek veriyoruz? Devasa endüstriyel hayvan hapishanelerindeki canlılar daha mı az acı çekiyor? Kitlesel ve bir darbede gelen ölüm daha mı az acımasız? Hayvan dövüşlerinde yaralanan hayvanlar ciğerlerimizi yakarken, diğer hayvanların acısı “kayıp gönderge”* sistemiyle gözlerden ırak yerde yaşanırken aslında yaşanmıyor mu? Hayvanları öldürüp yemek için hiçbir geçerli sebebimiz yokken, bitkisel beslenmenin olanakları bu denli büyükken, hayvan endüstrisinin küresel ısınmadaki payı, fosil yakıtlardan daha büyükken neden hala et yiyoruz? Cevap çok açık: Zevk için…

Belediyelerin önemli bir kısmının, sokak hayvanlarını, görüntü kirliliği olarak görmesiyle bu insan zevkine, insan keyfiliği de eklenerek zorbalık katlanıyor. Burada, hayvan yeme kültürüne atıfta bulunarak, hayvanlara yapılan işkence ve toplu yok etmelerin ağır suç olma içeriğini hafiflettiğim düşünülmesin lütfen, ancak kötülüğün ve sömürünün dereceleri vardır. Bu da maalesef kültürle oluşur. Bu insanların en ağır cezayı almaları için elimizden geleni yapmalıyız. Bunun için hayvan hakları aktivistleri, yılmadan mücadele veriyor zaten ve hayvanların yaşam hakkını garantileyen yasalar çıkması için sürekli hareket halindeler ama sesleri yeterince duyulmuyor maalesef… Buradan hareketle toplumun genelinin ve devletin kabul etmesi gereken şu diye düşünüyorum:

Hayvanların değeri bizim değer sistemlerimizle “azıcık şöyle azıcık böyle” olsun şeklinde belirlenemez. Onların değeri, kendilerine içkin olarak vardır. Ve yaşam hakları tartışılamaz. Yani temelde etik bir sorundur. Bu söylediklerimizi en güzel biçimde savunurken, girdiği davalarda gördüğü hayvan cesetlerine dayanamayıp psikolojisi bozulan ve daha sonra da genç kalbi bu acıya dayanamadığı için kalp krizi sonucu 2019’da kaybettiğimiz HAKİM ( Hayvan Hakları İzleme Komitesi Koordinatörü) sevgili Burak Özgüner’i saygıyla anmak istiyorum. Amacım suçluluk duygusu yaratmak değil ancak biz yeterince el verseydik sevgili Burak’ı yine kaybedebilirdik belki ama yükünün hafiflemiş olacağı da kesindi. Çünkü terapisti uyarmıştı onu, bu davalara girmeye ara vermelisin diye.

Devrim televizyondan gösterilmeyecek

Evlerimizde az su kullanarak, vegan yaşayarak, otomobile daha az binerek, uçakla seyahata çıkmayarak, organik gıda tüketerek gezegeni kurtaramayacağız. Bu söylediklerimi öz sorumluluğumuz açısından zaten yapacağız. Yapmak zorundayız. Ancak kapitalizm kendi sonuyla birlikte yaşamı yok etme ya da onulmaz yaralar açma aşamasındayken, kendimizden menkul tavırlar çok yetersiz. Yukarıda saydığımız ve her biri eşit değerde toplumsal sorunlarla birlikte flora ve faunanın sorunlarını öncelik sırası vermeksizin birlikte ele almak zorundayız. Hemen her konuda gelecekteki devrimi beklemeden şimdi harekete geçmeliyiz. Aktivizm alanlarının içine girerek potansiyellerimizi açığa çıkarmalıyız. Doğrudan demokratik topluluklar aracılığıyla bir araya gelmeliyiz. Nihayetinde model oluşturan ve hayata değen politikalar üretmek zorundayız. Bizi insanlığımızdan utanır hale getiren, megamakine halindeki kapitalist uygarlığa karşı, devrim dışarıdan gelmeyecek. Devrim sensin, devrim benim ve o…

(*) Kayıp gönderge: Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası kitabında oluşturduğu kavram. Gözlerden uzak yerde öldürülmüş hayvanların paketlenip, jelatinlenerek bize sunulmasıyla suça ortak olma durumunun hafifletilmesi. Katilin başkası olma durumuna yönelik oluşturulan algı.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.