Barış

Barış sözcüğünü dünyanın pek çok bölgesindeki savaş ortamlarıyla yan yana getirildiğinizde 'nasıl, ne pahasına ve ne kadar sürdürülebilir' barış sorularıyla karşılaşıyoruz.

[email protected]

Barış sözcüğü çok duyduğumuz, ama hem çok geniş bir kapsamı olduğu hem de ne tür bir barıştan bahsettiğimiz konunda pek ayrıntıya girmediğimiz için ne kast ettiğimiz/ istediğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak anlatmak bakımından pek de net olamadığımız bir kavram…

Kavram çiftini genellikle “savaş ve barış” olarak düşünüyoruz ve bu nedenle barış, belki her zaman bir savaşla olmasa da bir mücadele ile elde edilen bir durum gibi düşünülüyor. Evde barış, mahallede barış ya da ülkede, doğayla barış vb. gibi birçok durumda barışı düşünebiliriz. Yani şiddet içeren veya içermeyen, ama elde edilmesi için mutlaka mücadele vermek gereken bir kavram. Nasıl bir mücadele? Ne tür ortamlar söz konusu olabilir?

Son soru düşünceyi ister-istemez barışın adil bir barış olup-olmadığı konusuna getiriyor. Adaletin garanti edilmiş olduğu bir ortamdaki barış mı, yoksa adaletsizliğin son derece yaygın ve güçlü olduğu bir ortamda sağlanan bir barış mı?

Barış konusunu düşünürken, elbette, bir-kaç yüz kilometre uzağımızdaki Gazze’yi ya da Lübnan’ı veya Suriye’yi, İsrail’i atlayamayız. Ama Ukrayna’da devam eden ve sanki gerçek dışıymış gibi duran başka bir sıcak savaş daha var. Ve bütün savaşlarla birlikte ideal bir son olarak düşündüğümüz “barış” durumu var. Barış sözcüğünü bu savaş ortamlarıyla yan yana getirildiğinizde “nasıl bir barış?”, “ne pahasına bir barış?” ve “ne kadar sürdürülebilir bir barış?” sorularıyla karşılaşıyoruz. Bu tür somut bir durumlarda barışçı olmak istiyoruz ama hangi barışı istediğimizi ve bunun nasıl elde edilebileceğini düşünmeden bu barışı istemenin ne kadar anlamsız ve budalaca olacağını hemen görüyoruz.

Kalıcı barış neden bir türlü olamıyor?

Barış ile adalet kavramlarını birlikte düşündüğümüzde “adalet” kavramının barış kavramı kadar nesnel bir tanımının yapılmasının çok zor olacağın hemen kavrıyoruz. Kime göre adil, nasıl tanımlanmış bir adalet? Burada nesnellikten giderek uzaklaşma riski çok yüksek. II. Dünya Savaşı’nı bitiren barış, adil bir barış mıydı? Nazi ve Japon diktatörlüklerinin insaniyetsizliği, genellikle (Hiroşima ve Nagazaki’yi ve bazı Alman kentlerindeki sivil halkın intikamcı bombardımanını düşünmeden) bizleri kolayca bu barışın adil olduğu düşüncesine getiriyor. Ama I. Dünya Savaşı barışı için bunu söyleyebilmek, kaybedenler son ögelerine kadar yok edilmediği ve tam olarak çökertilmediği için çok daha zor. Her iki yanıt da kuşkularla dolu…

Ortadoğu, belki Dicle-Fırat arasındaki sulak-bataklık arazide ilk kentlerin ve devletin ve savaşların oluşmaya başladığı milattan önceki dört binli-üç binli yıllardan beri savaşı ve barışı yaşıyor. Neden barış hiçbir zaman kalıcı bir biçimde gelemiyor bu topraklara ve dünyanın diğer savaş alanlarına?

Bu soruya kolay bir yanıt alamayacağımız çok açık.

Benim de bir yanıtım yok, ancak yine de şöyle bir hayal kurmayı yeğliyorum:

Acaba diyorum, toplumlar hangi etnisiteden veya hangi dinden-mezhepten gelirlerse gelsinler, hangi dilleri konuşuyor olurlarsa olsunlar veya tenlerinin rengi birbirinden farklı da olsa farklılıklarını koruyarak ama bir arada yaşamanın değerini anlamış ve bunu koruma davranışını içselleştirebilmiş olsalar şiddetsiz ve barış içinde yaşamayı başarabilirler miydi?

Dünyada savaşsız ve barış içinde yaşayan topluluklar olduğunu biliyoruz. Bunların çoğu ilkel Okyanusya toplumları. Bolluk-bereket ve zenginlik toplumları olmasalar da savaşmadan yaşayabilmeyi başaran küçük ve oldukça izole toplumlar. Başardıklarını daha büyük ve küresel olarak birbiriyle ilişkili modern (ve “uygar!”) toplumlar neden başaramasın ya da başaramıyor?

İnsanlık tarihinin başından (hatta belki daha öncesinden) beri yanıtlanamamış bir soruya bir yanıt bulunabileceği iddiasının gülünç olduğunun farkındayım. Ama hiç olmazsa daha barışçıl bir dünya düşüncesine/ perspektifine bakarken hangi bakış açılarının barış için daha büyük ve sürdürülebilir şanslar/ olasılıklar sağlayabileceğini düşünebiliriz?

Bu soruyu,” toplumda içselleştirilmiş ve gerçek, canlı ve gürbüzleşen bir demokrasinin varlığı olabilir mi?” diye yanıtlayabilirim. Ama bu önermenin hemen arkasından bugünün gerçekleri bir duvar gibi önümüzde beliriyor:

Demokrasiyi içselleştirmiş ve gerçekleştirmiş olduğunu düşündüğümüz İsveç ve Finlandiya halkları nasıl oluyor da bunca yıl sonra seçimlerde ırkçı partilere yöneliyor?

Nazizmin ve faşizmin bu kadar acısını çekmiş Alman ve İtalyan halkları neden ırkçı partileri tekrar seçiyorlar? Nazizmin acısını korkunç bir biçimde yaşamış Fransız halkı, neden ırkçı partiyi giderek iktidara yaklaştırıyor?

Hatta daha da zor bir soru: 1930’larda Almanya’da ve güncel olarak İsrail’de gördüğümüz gibi, halklar bilerek ırkçı/ ayrımcı ve otoriter partileri demokratik yollarla seçebiliyorlar ve iktidara getiriyorlarsa demokrasiye güvenebilir miyiz?

Bu tür kuşkular demokrasiyi içselleştirmiş olsalar da toplumların “güven” hatta “güvenlik”, narsisizmin karşıtı olarak bir-aradalık ve dayanışmacılık, hümanizm ve canlıların her türüne karşı empati vb. türü birçok diğer özelliğe birden sahip olmaları gerektirdiğini düşündürüyor.

Peki, bütün bu önkoşullar ya da koşullar gerçekleşse bile barışın bir garantisi olacak mı?

Korkarım, olmayacak.

Barış: Ne zaman ve nasıl?

Bu tür koşulların Ortadoğu’nun bütün toplumları için gerçek olmasını bekleyebilir miyiz? Geçmişten gelen ve birikmiş haksızlıklar, adaletsizlikler (hatta bazıları için alınmamış intikamlar) söz konusu olduğu sürece, Filistin, İsrail, Arap ve İran halkları, Kürt ve Türk halkları barışı bulmak için bocalamaya devam edecek mi? İslam-Şia, Hristiyanlık ve Musevilik birbirinin amansız düşmanı olmayı sürdürecek mi? İçselleştirilmiş bir demokrasi anlayışı ve onunla birlikte diğer paralel ilkeler 2024 Ortadoğu’sunda nasıl olacak da gerçekleşecek?

Barış ne zaman ve nasıl gelebilir?

Bu sorulara ya da benzerlerine düzgünce yanıt bulamadığımız sürece otoriter bir üstün gücün (evrensel ve yerel sömürgeci bir tiranın) iradesine boyun eğen halkların baskı altında sessizce oturup buldukları “güvenlikten” hoşnut, yaşadıkları statükoya/ barış adını vererek yollarına devam etmelerinin tek gerçekçi/ geçerli çözüm olduğunu kabul etmiş olacağız.

Yoksa Birleşmiş Milletler gibi (kurmaca) bir gücün Bosna-Hersek’te getirdiği gibi bir barış getirmesini mi umacağız?

Ya da…

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

İklim örgütlerinden Türkiye’nin 2024 karnesi: Yetersiz ve çelişkilerle dolu

Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer bağımlılığı ve kömürden çıkış projeksiyonu olmaması eleştiriliyor.

Kanal İstanbul için rezerv alan ve imar planlarına yargı engeli

İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planı değişikliği kararlarını hukuka aykırı bularak iptal etti.

Ağva plajına mahmuz darbesi

Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi...

Pirosmani: Bir sanatçı ardında ne bırakır?

Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı...

Batı Karadeniz Çevre Gönüllüleri Platformu kuruldu

Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen,...

EN ÇOK OKUNANLAR