Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

(2022’nin ardından] Umut ve çaresizlik ikileminin ötesinde: Yeni yılda iklim kriziyle yüzleşmek

0

Başlangıçları kutlamayı seven biriyseniz, 1 Ocak sabahı umut dolu bir gündür. Yılınızı şöyle bir gözden geçirip, bazı kararlar alıp, kendinize hedefler koymuş olabilirsiniz. Belki de — ki en sık koyulan hedeflerden biridir — daha sağlıklı yaşamaya karar verdiniz. Bağcıklarınızı bağlayıp koşmaya çıktığınız her gün farkında yaşadığınız bir hayata adım atmış gibi hissettirebilir. Bu umutlu başlangıç, bana arasında ayracımı bıraktığım bir kitaba geri döndüğüm anları anımsatıyor. Yenilenmiş bir dikkatle, öncesinde kalanları sindirip ardındakileri hevesle beklediğim bir okuma. Hayalimdeki imgelere alan açıp, aklımdaki sorulara zaman tanıdığım, beni o kitabı okumaya iten zevki yeniden tattıran bir an.

Öte yandan, o ayracın kitapla değil, benimle ilgili olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Biraz gerçekçi arkadaşlarınızın da hatırlatacağı gibi, motivasyon uçarı ve kırılgan bir duygu. Örneğin, 2022’de yapılan bir çalışmaya göre, insanlar ortalama 32 günde yıl başı hedeflerinden vazgeçmiş. Ayakkabılar Şubat’ta rafa kaldırılmış. Belki de istatistiğe gerek bile yok, sonuçta çoğumuza tanıdık bir deneyim bu. İşe okula yetişmek, gündemimizdeki sorunlarla boğuşmak derken verilen sözler kolayca unutulabiliyor. Kendimizi çok geçmeden bilindik tekrarlara dönmüş bulabiliyoruz. Yılın ilk gününde bir an için gözümüzde belirginleşen değişimden yavaş yavaş uzaklaşırken biraz kendimizi, biraz çevremizde olup bitenleri sorumlu tutup bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz.  Böylece yeni yıl da umutlu başlangıçlar ve kaçınılmaz görünen süreklilikler arasında gelgitlerle geçip gidiyor.

2022’de iklim krizi

İklim kriziyle dünyanın nasıl yüzleştiği üzerine bir değerlendirme yazmak için oturduğumda, değişim umudu uyandırma isteğimle, yıldan yıla aynı kalan — hayır, kötüleşen — durum karşısında duyulan çaresizliği dile getirmek arasında duraksadım durdum. Bir yandan, umudun yeşerdiği yerleri düşündüm. Örneğin, Almanya’da koalisyonla birlikte hükümete gelen Yeşiller, eylül ayında ülke ve Avrupa çapında enerji dönüşümünü hızlandıracak, “Paskalya Paketi” olarak da bilinen yasaya imza attılar. İklim politikaları sözcüsü Lisa Badum’un “Yeşiller için devrim niteliğinde bir yıl” olarak aktardığı yasa, fosil yakıt tüketimini 2030’a kadar sonlandırmayı planlıyor. Sonra, Dünya’nın öte ucunda, Brezilya’da, kasım ayında hararetli bir sürecin ardından Bolsonaro’nun seçimleri kaybetmesine tanık olduk. Bolsonaro yönetimi altında ormansızlaşması katbekat artan Amazonlarla birlikte, Brezilya ve dünya da rahat bir nefes aldı.[1] Carbon Brief’in seçim sürecinde yayımladığı analize göre, yeni Başbakan Lula da Silva iklim hedeflerini yerine getirdiği takdirde, Amazon ormanlarında yaklaşık Panama büyüklüğünde (75,960 km2) bir alan kurtulmuş olacak.

Öte yandan, sadece bu umut adacıklarından bahsetsem, iyimserliğimin sık sık nasıl boğulduğunu saklamış olurdum. Günbegün ekosistemin düzensizleştiğini görürken, iklim krizinin etkilerini gelecekte hissedeceğimiz mazeretine sığınmak artık mümkün değil. Pakistan’daki yoğun sel, Hindistan’ı etkisi altına alan sıcak dalgası, artan orman yangınları bizi gelecekte bekleyenlerin habercisi. Hepsine rağmen her şey yolundaymış gibi devam edildiğini bu sene en açık haliyle COP27 gösterdi. Geçtiğimiz sene kömür emisyonlarının “aşama aşama durdurulacağı” ifadesi “aşama aşama azaltılacağı” şeklinde değiştirilmişti ve bu yıl da bu aynı şekilde devam etti. En fazla kömür emisyonuna sahip 5 ülkenin (Çin, Hindistan, A.B.D., Rusya, Japonya) hepsi taahhütte bulunmaktan çekindi. Hatta fosil yakıtları azaltmak bir yana dursun, konferansta lobicilerinin varlığı Afrika’da yeni gaz projelerine destek sağlanması gibi planlardan söz edilmesiyle hissedildi. Verilen sözlerin bir bağlayıcılığının olmaması, problemin önüne set çekmesi gereken mekanizmaların ne kadar kusurlu işlediğinin bir göstergesiydi.[2] Böylece, 2022 iklim ajandası da umutlu başlangıçlar ile sürekli yenilgiler arasında gelgitlerle geçip gitti.

İki cami arasında binamaz kalmak

“İnsanlar iki kritik eşik arasında bir yarış içerisinde. İlki Dünya’nın ekosistemlerinin ve içerdikleri yaşamın geri dönüşü olmayan bir çöküşe uğramasıyla sonuçlanacak. İkincisi iklim mücadelesinin birçok siyasi kaygıdan sadece biri olmaktan çıkıp kitlesel bir harekete dönüştüğünde gerçekleşecek. Varoluşsal soru, önce hangisine varacağımız.” Eric Beinhocker [3]

İster kişisel ister toplumsal, hedeflerimizin başarısı gerçekçi olmaları kadar onları hayata geçirirken karşılaştığımız zorlukları aşmamızı sağlayacak duygusal direncimizle de ölçülü. Kişisel hedeflerinizle ilgili yorum yapmak beni aşar ama iklim kriziyle yüzleşirken gerçekçi olmayan bir umut (“etkilerini hissetmeyeceğiz, bilim, teknoloji, politik otoriteler vs. bizi kurtaracak”) ile sizi ilgisizliğe iten bir çaresizlik (“elimden bir şey gelmez, ne olacağını düşünmemin anlamı yok”) arasında sıkışmışsanız, sizi oradan çıkartabilecek bir kitaba yönlendirebilirim.

Temmuz ayında yayımlanan, Britt Wray’in Generation Dread: Finding Purpose in an Age of Climate Crisis (Korku Jenerasyonu: İklim Krizi Çağında Anlam Bulmak) kitabından bahsediyorum. Kitap, iklim krizinin insanlarda uyandırdığı geniş duygusal yelpazeyi inceliyor. Günümüzde iklim krizi arkasındaki bilimi reddeden pek kimse kalmadı. Fosil üreticileri dahil, kamuoyu artan emisyonların katastrofik sonuçlar üreteceği konusunda hemfikir. Buna rağmen, hayatımız yeryüzüne zarar verdiğini bildiğimiz pratiklere o kadar eklemlenmiş ki, bu farkındalık kolay kolay davranışsal değişimle sonlanmıyor. Wray’e göre bu “sessiz” reddedişin duygusal bir zemini var. Hassas bir dengede bulunan ekosistemlerin giderek düzensizleştiği bir Dünya’yı gözünüzün önüne getirmek, bin bir nedensellikle birbirine bağlı değişimleri öngörebilmek — hele bir de işin uzmanı değilseniz — neredeyse imkânsız. Ve bütün resmi görmeye çalıştıkça, bu kompleks sistem karşısında, yetersiz ve güçsüz hissetmek kadar doğal bir tepki yok.

İklim afetlerinin, kaynak kıtlığının yaratabileceği endişeden kaçmaya çalışmak da bir o kadar doğal. Emin olun iki ders arasında dünyanın bir kere daha enerji limitini aştığı, yeni sıcaklık rekorları kaydedildiği haberlerini okuduğumda, içimde uyanan endişeye zaman ayırmaktansa, koridorları aşıp derse yetişmekten başka bir şey benim de elimden gelmiyor. Veya, Türkiye’de tanık olduğumuz orman yangınları ve müsilaj gibi problemlerde, gelecekte bu olayların şiddetlendiğini, kaybedilen canların arttığını düşünmektense, onları anlık bir problem olarak almak ve gündem değiştiğinde aklımızın arka köşesine atıp günlük hayatımıza dönmek bir derecede hepimizin sahip olduğu bir örtbas etme isteği/alışkanlığı.

Wray’in bu sessiz reddedişe çaresi çoğu zaman harekete zarar verdiğini düşündüğümüz “negatif” duygulara daha dirençli hale geldiğimiz “içsel bir aktivizm”. Zor duygularla yüzleşme, onlara alan tanıma ve aşma döngüsü. Eko-anksiyetenin genç nesle yabancı bir his olmadığı açık. Wray’in 2021’de, Nijerya, Filipinler, Hindistan, Brezilya, Portekiz, Avusturalya, A.B.D., Fransa, Finlandiya ve İngiltere’den 16 ile 25 yaş arasında 10,000 katılımcıyla yaptığı araştırmada katılımcıların %45’i iklim kriziyle ilgili hislerinin günlük hayatlarını negatif etkilediğini belirtmiş (Wray, 26). Genel anksiyeteden farklı olarak, burada endişe kaynağı temelinde irrasyonel bir kaygıya değil, bireyin dışında ve bilimle desteklenen bir gerçekliğe işaret ediyor. Bu endişenin zararlı boyutlara gelmesini önlemekse, tıpkı bir sevdiğimizi kaybettiğimizde ardından gelen reddetme, öfke, pazarlık, kayıp duygusu ve kabulleniş gibi basamaklardan geçmesine izin vererek mümkün. Tabii birini kaybetmekten farklı olarak, yeryüzünün daha fazla kaybedilmesini tamamen kabullenmek zorunda değiliz. Yukarıda, iklim ekonomisti Beinhocker’ın söylediği gibi, aynı anda iki kritik eşiğe yaklaşıyor gibiyiz. Zaten Wray için de amaç içsel bir rahatlama, krizin uyandırdığı kayıp, çaresizlik, anksiyete duygularıyla barışıp bir eylemsizlik/stabilite durumunda kalmak değil. Aksine, bu hislerin adını koyarak ve paylaşarak, Donna Haraway’in de söylediği gibi “sorun ile kalma” kabiliyetimizi arttırmak. Sorunun savunmasızlığımızı ortaya seren varlığını bir tehdit olarak değil, yeni yakınlıklar kurma potansiyeli olarak görebilmek. Birbirimiz, birlikte yaşadığımız bütün canlılar için.

İklim krizinin sizde uyandırdığı duygulara daha önce kulak vermemiş olabilirsiniz. Sorumluların günden güne sözlerini tutmadıklarını gördüğünüz için içinizde kök salmış bir güvensizlik olabilir. Böyle büyük bir problemin karşısında, ufak davranış değişimleriyle elinizden bir şey gelmeyeceğine kapılmış olabilirsiniz. Bu duyguları sessiz reddedişin bir gerekçesi, değişimin önündeki bir bariyer olarak görmektense, iklim gündeminin objektif haberleri kadar değerli bir parçası haline getirmemiz gerekiyor. Sonuçta, iklim söyleminde felaket tellallığı da naif optimizmde dilimizde, anlayışımızda şekilleniyor. Bu ikilemin ötesinde, aynı anda zıtlıklarla (zıt duygular, düşünceler, inançlar, vs.) bulunabilen canlılar olduğumuzu yansıtma açıklığına sahip olduğumuz bir konuşma bizi ve çevremizdeki yüreklendirebilir. James Baldwin’in, yıllar önce, 1971’de yazdığı hala geçerli: “İnsanlar konusunda olabildiğince aklı-başında olmalıyız, çünkü hâlâ birbirimizin tek umuduyuz.”

Geleceğin bilinmezliğinin sizi cesaretlendirdiği bir yıl olması dileğiyle…

Yazar Hakkında

Britt Wray iklim değişikliği ve ruh sağlığı alanında ön saflarda çalışan bir yazar ve araştırmacı. Stanford Üniversitesi‘nde ve Londra Hijyen ve Tropikal Tıp Okulu‘nda insan ve gezegen sağlığı araştırmacısı olarak görev yapıyor.

 

 

*

[1] Bolsonaro hükümeti altında ormansızlaşma tablosuna buradan ulaşabilirsiniz.
[2] Yeri gelmişken, Türkiye’nin yetersizliğine buradan bakabilirsiniz.
[3] Wray, Generation Dread, s. 135’teki alıntının çevirisi.

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.