Ya hep beraber batacağız ya birbirimize tutunarak yaşayacağız – Bülent Şık

Önümüzdeki yıllarda açığa çıkması neredeyse kesin olan ve etkileri çok daha ağır olabilecek yeni salgınlara hazırlık yapabilmek için şimdiden çalışmaya başlamak gerekmez mi?

Koronavirüs salgını bir buçuk yıldır devam ediyor. Salgın dünya genelinde can kayıplarının ve sağlık sorunlarının yanı sıra sosyal ve ekonomik açıdan da ciddi sorunlara yol açtı.

Dünya genelinde yaygın ve hızla yürütülecek bir aşılama yapılamazsa salgının önümüzdeki yıllarda da süreceği açık. Sadece kendimizi değil toplumsal hayatta en kırılgan, bağışıklığı en zayıf kişileri korumanın da yollarından biridir aşı olmak. Yeterli sayıda kişinin aşı olması hastalığın yayılma sürecini yavaşlatır ya da durdurur. Ancak aşılama çalışmalarının çok yavaş seyrettiği de bir gerçek.

Ekonomik açıdan gelir seviyesi düşük ve orta gelir grubunda yer alan ülkeler başta olmak üzere çok sayıda ülkenin aşıya erişimde sorunlar yaşadığı ve mevcut aşılama hızı ile salgını kontrol altına almayı sağlayacak aşılanmış nüfus oranına ancak 2024 yılında ulaşılabileceği belirtiliyor.

Koronavirüs, tıpkı grip virüsü gibi genetik yapısında değişiklik yaparak kendini-kimliğini değiştiriyor. Değişim geçirmiş virüs bağışıklık sistemimizi atlatarak hastalık tablosunu tekrar oluşturabiliyor. Bu döngüyü kırmanın ya da yavaşlatabilmenin en önemli yolu ise aşılanmış nüfus oranını hızla artırmak.

Patent hakkı çıkmazı

Dünya genelinde yaygın bir aşılama yapılamadığı ya da sürü bağışıklığı sağlanamadığı sürece salgını kontrol edebilmenin çok zor olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Dolayısıyla aşıya erişimi kolaylaştırmak çok önemli ve bunu sağlamanın tek yolu da aşı üretim kapasitesini arttıracak çalışmaların önünü açmak.

Ancak özel şirketler tarafından geliştirilen aşılardaki fikri mülkiyet hakkı, patent koruması vb. gibi etkenler bilgi ve teknoloji paylaşımını sınırlıyor. Bu sınırlayıcı etkenlerin çok da önemli olmadığı asıl meselenin aşı üretiminin ciddi bir teknolojik altyapı gerektirmesi olduğu ama bu altyapının çoğu ülkede bulunmadığı da dile getiriliyor.

Bu bakış açısı doğru olmadığı gibi meseleyi de çok dar bir çerçeveden ele alıyor.

Koronavirüse karşı dünya genelinde üretilen çeşitli aşıların kamusal fonlardan (yani halkın vergilerinden) destek alınarak üretildiği biliniyor olmasına rağmen meselenin hala şirket yatırımları ve kârlılık çerçevesinde ele alınması, örneğin “şirketler ArGe yatırımı yapmış, elbette yatırımlarının karşılığını almalılar” ya da “şirketler kar etmezlerse bir sonraki salgında aşı üretmezler” vb. gibi argümanlar eşliğinde tartışılması gerçekten garabettir. Garabettir, çünkü iklim krizinin yol açacağı olası felaketleri görmeme, görememe, görmezlikten gelme tavrının nasıl da yaygın olduğunu ve bu tavrın ne yazık ki bilim insanları-uzmanlar arasında da ne kadar baskın olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Önümüzdeki yıllarda iklim krizi nedeniyle gezegen ölçeğinde meydana gelecek büyük ve “ani” değişimlerin yol açacağı en önemli toplumsal sorunların başında salgın hastalıklar gelmesine ve bu yıllardır dile getirilmesine rağmen hala böyle bir bilgi yokmuş gibi davranılıyor.

Salgın hastalıklar sürpriz değil

Neredeyse her ülke salgına hazırlıksız yakalandı. Oysa böyle bir salgın tehlikesi uzun yıllardır dile getiriliyordu. Dünya Sağlık Örgütü’nün ve çeşitli kurumların raporlarında, çok sayıda akademik makalede mevcut sosyal ve ekonomik şartların küresel ölçekte bir salgın tehlikesi yarattığı ve er ya da geç ciddi bir salgının ortaya çıkacağı belirtiliyordu.

Sonunda beklenen oldu…

Bir salgının içindeyiz ve bu salgın ne ilk ve ne de son olacak. Çok sayıda akademik rapor ve makalede kitlesel-endüstriyel gıda üretim sistemi, ormansızlaştırma, yaban hayatın tahribi, aşırı avlanma vb. gibi nedenlerle önümüzdeki yıllarda çeşitli hastalık etkenlerinin toplumsal hayata sıçrama fırsatı bulacağı ve bu nedenle yeni salgınlara karşı hazırlık yapılması gerektiği de belirtiliyor. Kesin sayısını bilemediğimiz ama binlerce olduğu tahmin edilen hastalık etkeninden söz ediyoruz.

Bunlara ek olarak iklim değişikliğinin salgın hastalıkların ortaya çıkışını ve yayılmasını kolaylaştıran bir işlev göreceği de uzun yıllardır dile getiriliyor.

Bu sorunlara dünya genelinde gözlenen açlık ve yetersiz beslenme sorunlarını da eklemeliyiz. Sağlıksız beslenme bağışıklık sisteminin zayıflatarak hastalıklara direnç gösterme kapasitemizi düşürüyor.

Birbirine eklenen sorunlar içinde belki de en önemlisi şu: Yeryüzü ölçeğinde etki yaratacak ani ya da beklenmedik olayların gerçekleşebileceğini de hesaba katmalıyız. Örneğin Antarktika kıtasındaki kara buzullarının erimesi olayı üzerinde yıllardır çalışılıyor. Hızla eriyen buzulların önümüzdeki on yıllar içinde deniz suyu seviyesini aşama aşama yükselteceği belirtiliyor. Ancak bu konuda yapılmış çalışmalarda bilinmeyen çok sayıda parametre var ve beklenen ya da tahmin edilenden çok daha kısa sürede bir erime olması ve deniz suyu seviyelerinin hızla artış göstermesi olasılığı her zaman var.

Buzulların erimesi yeryüzündeki karasal ekosistemlerin bir kısmının su altında kalması sonucunu doğuracaktır. Böyle büyük ölçekli bir değişim pek çok ciddi sorunun yanı sıra salgın hastalıkların görülme sıklığında da patlama niteliğinde artışlara yol açacaktır.

Aşı üretimini yaygınlaştırmak şart

Geçtiğimiz on yıllar içinde yayınlanmış ve şimdi yaşadığımız pandemi tehlikesine dikkat çeken çok sayıda rapor ve yayın olduğundan söz etmiştim. İklim krizi nedeniyle salgın hastalıklarda büyük artışlar yaşanacağına değinen çok sayıda rapor ve yayın olduğunu da belirtmeliyim. Bu bağlamda baktığımızda yaşadığımız pandeminin ve önümüzdeki yıllarda yaşanması çok muhtemel yeni pandemilerin bütün insanlığı ya da insan uygarlığını tehdit ettiği-edeceği çok açıktır.

Bu büyük sorunların üstesinden ancak uluslararası bir işbirliği ile gelinebilir. Bu işbirliğini gerçekleştirmeye yönelik bir ilk ve küçük adım şimdi yaşadığımız koronavirüs pandemisini kontrol altına almak için geliştirilen aşıların üretimini yaygınlaştırmak suretiyle gösterilebilir. Fikri mülkiyet hakkının ya da patentlerin kaldırılması ve teknolojik bilgi ve donanım paylaşımı dâhil her türlü çaba gösterilmelidir. Bu imkân heba edilmemeli.

Şu an içinde olduğumuz şartlarda pandeminin yol açtığı sorunlara kolektif bir işbirliği ve dayanışma ile çözüm bulunmasına yönelik bir tartışmanın kamusal hayatın gündeminde olduğunu söylemek zor. Bireysel çözüm arayışları daha baskın ve bu baskın düşüncenin bizi götüreceği yer ise “parası olan aşısını yaptırsın” anlayışıdır. Çok dar ufuklu, meseleyi bir gelecek perspektifi içinde göremeyen bir anlayıştır bu. Dünya Ticaret Örgütü gibi şirket çıkarlarını kamu çıkarlarından önde tutan kurumlar ve bu kurumlar adına lobicilik yapanlar aşı üretiminin yaygınlaştırılmasına yönelik girişimler önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Üstelik ticari şirketlerce geliştirilen aşılar kamusal fonlardan yararlanılarak yapılmasına rağmen…

Koronavirüs salgını bir pandeminin hayatı nasıl alt üst edebileceğini gösterdi. Elbette, yaşanan salgın herkesi eşit ölçüde etkilemedi. Gıda güvencesinden yoksun ülkeler, toplumun sağlıklı beslenme imkânından mahrum kesimleri, işsiz ve güvencesiz kesimler salgının yol açtığı sağlık sorunlarını çok daha ağır yaşadı. Ancak şu nokta çok net ve ne kadar çok söylense yeridir: Ya hep beraber batacağız ya da birlikte, birbirimize tutunarak yaşayacağız.

Aşı üretimi için gereken bilgi ve teknolojinin paylaşılması ve çalışmaların uluslararası bir işbirliği ve dayanışma ile yapılması mevcut salgını ve olası yeni salgınları hızla kontrol altına alabilmek için şarttır. Yaklaşan büyük sorunlarla baş edebilmek için iyi organize olmuş, toplumsal çıkarları ön planda tutan ve uluslararası bir işbirliği içinde çalışacak kamusal nitelikli kurumlara ihtiyacımız var. Bu tip kurumların hâlihazırdaki zayıflığı ya da yokluğu hak savunucuları için bir engel teşkil etmemeli.

Önümüzdeki yıllarda açığa çıkması neredeyse kesin olan ve etkileri çok daha ağır olabilecek yeni salgınlara hazırlık yapabilmek için şimdiden çalışmaya başlamak gerekmez mi? Sağlık sistemini yeniden kamusal hüviyetine kavuşturmak, sağlık, beslenme ve ekoloji ile ilgili meseleleri birbirine bağlayan bakış açıları oluşturmak ve elbette bu meselelerin kamu refahı gözetilerek çözümünü sağlayacak çabalar için de olmak elzemdir, vazgeçilmezdir. Aksi takdirde ortada bir toplum kalmayacak…

*

Meseleleri Birbirine Bağlamak Serisi Birinci Yazı: İklim krizi, gıda güvencesi, gıda güvenliği, halk sağlığı, çevre kirliliği, biyolojik çeşitlilik kaybı meselelerini birbirine bağlamayı, bu meselelerin faillerini, politik atmosfer ile ilişkilerini ve mağduriyet yaşayanları görünür kılmayı amaçlayan bir yazı dizisinin ilk yazısı bu.

(Bu yazı ilk kez bianet’te yayımlanmıştır.)

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR