Bisiklet olmasaydı araba icat edilmezdi. Bisikletten arabaya geçen macera başlı başına ilginçtir fakat bırakalım onu teknoloji tarihi araştırsın.
Bizim işimiz bisikletle. Bisiklet çağıyla. Evet bir bisiklet çağından söz edilebilir ve bu çağ hem bireye hem de topluma açılır. Bana sorarsanız tekerleğin icadından sonra bulunan en tuhaf düzenektir bisiklet. Tuhaftır ve bu tuhaflık ‘şeytan arabası’ nitelemesiyle karşılık bulmuştur halkta. ‘Şeytan arabası’ deyip geçerek hem mizahi hem de mekanik bir izah getirmiştir halk muhayyilesi. Aslına bakarsanız bisiklet insanın bir tür kendi kendisinin atı olması hadisesidir. Tamam at canlı bir varlıktır. Ona türlü türlü arabalar koşulabilir. Mesafeler kat edilebilinir. Lakin neticede at da bir canlı olmakla yorulur, acıkır, yaralanır, hastalanır ve ölür. Bisiklet öyle mi? Ne yorulur, ne acıkır! Yeter ki tekerlekleri patlamasın. Ağırlıktan, çarpmadan zarar görmesin. At, nasıl zamanla aristokratların çok özel bineği haline dönüşmüşse ve hâlâ dünyanın pek çok yerinde at sahibi olmak asaletin bir göstergesi ise bisiklet de başlangıçta öyledir. Sadece az üretilmesinden, pahalı olmasından dolayı değil aynı zamanda imgesinden dolayı da böyledir. Gerçi her yenilik, her buluş her iyi ve güzel şey ilkin zenginler ve seçkinler tarafından kullanılır ya olsun. Hayatın da cilveleri vardır. Dün İngiliz aristokrasisinin simgesi olan bisiklet gün gelir Çin devriminin modeline de dönüşür. Her ne kadar atlar yerine bisikletlerle gidilen cephe savaşlarını tecrübe etmemiş olsa da insanlık ilkin şu at meselesini biraz konuşmak gerekir. Sanki yekpare bir at Kendi halimde sabah yürüyüşlerimden birisini daha yapıyordum. Mini şemsiyeleriyle patlayan limon gülleri ve her daim sarımsı uçuk iğde kokuları arasında kaybolmuştum. Her şeyin insan aklına göre değil tabiatın kanunlarına göre işlediği şu hayatta etrafı yosun bağlamış eski bir balıkçı teknesi gibi sessizce bir köşede kalmanın huzuru nicedir tek esenliğim sayılırdı. İkide bir rüyalarıma dalıp çıkan uslanmaz karabatak yavrucuklarını saymazsam halime diyecek yoktu. Çoktandır elden gelenlerin değil gelmeyenlerin çağrımına kapılmıştım. Her şey birdenbire olur, her gün önünden geçtiğiniz taşlar, selamsız kediler, bisiklet tekerlekleri, kuş şamataları, sabah vaktinin saflığı bir olayla iç içe geçiverir ya! Yine öyle oldu. Beni buraya, bisiklet yasasına getirdi. At çağrışımlarına fırlattı. Sağ bacağım sol bacağımdan biraz daha kısa hem. Hissediyorum. Olurmuş insanda. Belki çift olan bütün organlar için geçerliymiş bu. Zamanla açığa çıkarmış. Görünür, hissedilirmiş. Hafiften sağa basışımdan, omuzlarımın inatla sağa yatışından da çıkarabiliyorum bunu. İşte onu, gökten keşif uçuşu yaparcasına geçen bir grup gösteri uçağının patırtısı altında düşünüyordum. Kısalık. Uzunluk. Akıl için de kullanıyorlar ya. Neyse…Bisiklet diyordum. At diyordum. Sağ yanımdan sessizce bir bisiklet kaydı birden. (Ya nasıl kayacaktı!) Kaskını takmış, özenle öne doğru uzanmış genç bir hanımefendi, spor kıyafetlerinin verdiği güvenle pedal çeviriyordu. Kulaklarında müzik dinlemesini sağlayan bir şeyler var mıydı? Ben mi yakıştırıyorum? Daha yanımdan geçeli birkaç saniye bile olmamıştı ki, işte o, beni bunca söze sürükleyen hadise gerçekleşti. Yağmurun da etkisiyle iyiden arsızlaşan otların arasından şaşkın bir kedi fırladı. Belli ki tıpkı bisikletli genç bayanın kediyi beklememesi gibi kedi de bisikletli bayanı beklemiyordu. Ya ben, ben bekliyor olabilir miydim? Her şey benim yüzümden mi yan yana geliyor, kader saati düşüncenin ağacına asılıp kalıyor muydu? Kim bilir? İşte o an kedi panikledi. Sıçradı. Hani demişler ya kedi için dokuz canlıdır diye. Trafikte onca çatanalı keşmekeşten bile kurtulan kedi, şimdi şu bisiklet tekerinin altında mı kalacaktı. Hem kedinin refleksi karşısında bisikletin sadece freni vardı. Genç bayan belli ki fren yapmıştı. Ve fren yapar yapmaz da acıyla birlikte önümde o görsel düşünce ışıdı. Şimdi o bir bisiklet ve üstündeki kadın değil de öne kapaklanan, tökezleyen at gibiydi. Aynen öyle oldu. Nasıl bir at öne kapaklanıp binicisini atarsa bisiklet de genç bayanı öyle atmıştı. Sanki yekpare bir at halini almışlardı. Ülkeyi bisikletle donatmak… İşte, önümde kapaklanan sadece bir at-bisiklet değil hepten anılardı. Anılarımız kadar ilgileniriz aslında bir olayla. Derinleşiriz. O anlık bir refleks olmaktan çıkar kendimize doğru kazılır. Bisikletin bir zenginlik ve sosyal statü göstergesi olduğu zamanlar şüphesiz hepten geride kalmadı. Şimdi de pek çok yerde pek çok çocuk bir bisiklet pedalını bir kez olsun çevirmenin hayaliyle yaşıyor. Elimde olsaydı bir vakıf kurar ülkenin her yerini bisikletlerle donatırdım. Çocuk, kadın, yaşlı demeden herkesin bir şekilde bisikletle yaşamasının yollarını arardım. Gül kurusu rengiyle sadece birkaç saatliğine benim olan sonra da kem sözlü bir komşunun sözleriyle altımdan çekilen bisikletime ait duyuşlarım ise hâlâ rüyalarımı kabartır benim ya, neyse. Şimdi belki bir yolunu bulup üç beş arkadaş, bisikletlere atlayıp şehir sokak, kır bayır, uzak yakın gezmenin, unuttuğumuz rüzgâr okşamasına yüzümüzü tutmanın vakti olabilir. Üstelik bir ata sahip olmaktan bir bisiklete sahip olmak hem daha kolay hem de daha özgürleştirici. Dileyen de geri geri gidip bir zihin tarihi yazabilir ve hayal uçurtması yapabilir ondan. Atım var ben de bir at kadar özgürüm diye çığlık atabilir! |
Ömer Erdem – Zaman