Bu yazı karasaban.net/ den alınmıştır
İktidarlar en çok, “yapabilme gücü elinden alınmış gibi hisseden” toplumları sever. Böyle hissetmeyen toplumlardan korkar. Böyle hissetmeyen toplumlar, “değiştirme kapasitesine sahip” toplumlardır. Yapabilme gücünü hissetmek, yapabilmenin yarısıdır. İktidarlar bu yüzden sokakları kanla boğmayı severler. Korku salmak, korkuyu yaygınlaştırmak, yapabilme gücünü en çok sakatlayan şeydir.
Aslında örgütlü toplum denilen şey, yapabilme gücünü hisseden ve bunun araçlarını üretmiş toplumdur. İlla ki “bir örgüt altında” olan bir toplum değildir; kendisini her farklı alanda örgütleyen toplumdur. Farklı alanlarda, “yaşamı dönüştürme gücü ve kapasitesine sahip araçları” olan toplumdur. Dünyayı değiştirebilme araçlarına sahip toplumdur. Kendi insanlarını dönüşüme teşvik eden, kolektif araçları sağlayan toplumdur.
Türkiye her daim halkın yapabilme gücünden korkan, onu engelleyen iktidarlar tarafından yönetildi. Yeri geldi bu iktidarlar, zor yoluyla bu gücü boğdular. Yeri geldi, yapabilme gücünü şirketlere sattılar; şirketleri güçlendirdiler, halkı güçsüz kıldılar. Bugün Türkiye’de ikisi de, şirket gücü ile baskı gücü, paranın gücü ile silahın gücü kol kola gidiyor; halkı güçsüz bırakıyor; toplumun örgütsüzlüğünden besleniyor.
Oysa bu durum bir çok kırılganlık besliyor. Güç ile güçsüzlük arasında nasıl bir çizgi olduğunu bilemeyiz. Ama denemek zorundayız. Şirket egemenliğine karşı halkın egemenliğini tesis etmek için, yaşamı herhangi bir yanından başlayarak örgütlemek zorundayız.1
Örneğin, en temel ihtiyacımız, en temel yaşam kaynağımız gıda konusunda, örgütlenmek, harekete geçmek için bekleyecek zamanımız var mı? Türkiye’de gıda üretimi konusunda tam bir kaos yaşanıyor. Hükümet bir yandan kalkınma planları çerçevesinde çiftçiye çeşitli misyonlar biçiyor, bir yandan ise tarımın terk edilmesi için elinden geleni yapıyor. Tarımın şirketleşmesi ve tarım şirketlerinin güçlenmesi için teşvikleri öne çıkarırken, üretim reform paketi adı altında üreticinin ayağının altından toprağı kaydırıyor.2
Bunun bir de tüketim cephesi var ki o kısım da yine bu ülkede yaşayan herkesi ilgilendiriyor; hem de çok daha kaotik… Nitelikli, besleyici gıdaya ulaşmak neredeyse imkansız. Kitlesel satış imkanları tamamen şirketlerin elinde. Küçük ve “ayrıcalıklı” bir azınlık, “organik” adı altında, belki iyi üzüm yiyor, ama bağın şirketleştiğini görmüyor. Köylü pazarları, köylü tarımının durumundan farklı değil. Bırakalım gıda egemenliğini, gıda güvenliğinden bahsetmek neredeyse imkansız. Halkın güçsüz ve örgütsüz olduğunu ise söylemek gereksiz.
Peki, Türkiye’de sağlıklı, nitelikli, besleyici ve ucuz gıdaya erişim için ne yapabiliriz? Bunun bir yolu var mı? Gıda sistemini gerçekten “biz”, düzeltebilir miyiz?
Bunun için halihazırda verilmiş bir takım cevaplar mevcut. Öncelikle, Abdullah Aysu’nun yukarıda bahsettiğimiz yazısında da belirttiği (ya da çağırdığı) gibi: “şapkayı önümüze koyup düşünmemiz, omzumuzu çiftçinin omzunun, kafamızı da kafasının yanına koymanın” zamanı geçmeden, bunun yollarını bulmamız gerekiyor. Bunun için, önce “yapabilme gücümüzü” tamir etmeli, örgütlenmeye başlamamız gerekiyor.
Yine örnekleri mevcut, yıllardır küçük küçük bir çok girişim bunu yapmaya çalışıyor. Örneğin, mümkün olduğunca çok yerde, kitlesel, katılımcı, dayanışma ve kolektiviteyi güçlendiren kooperatifler kurmak. Küçük çiftçiyi, ekolojik tarımı, gıda egemenliğini savunmak. Üretici ile tüketicinin doğrudan, aracısız ilişkisini geliştirmek; karşılıklı güven ve inisiyatife dayalı, gıda egemenliğini tesis etmek.
Kooperatif formunun mümkün olmadığı başka bir yerde, tüketim ağları kurmak,topluluk-destekli-tarım ağlarını genişletmek, daha küçük topluluklar halinde örgütlenmek. Başka bir yerde atalık tohumlarla üretilmiş buğdayın peşine düşmek, besleyici ekmek yaparak ev ev örgütlenmek… Başka bir yerde, kent bostanlarından alınan sebzelerle koca bir salata yapmak, kentin tarım imkanlarını savunmak… Başka bir yerde, bir dayanışma mutfağı çerçevesinde yan yana gelmek, örgütlenme kapasitesini onarırken küçük üreticiyi de desteklemenin yollarını aramak…
Velhasıl, her yerde ve her koşulda örgütlenmenin, farklı örgütlenmeler arasında ilişkiler geliştirmenin, deneyimler biriktirmenin ve bu deneyimleri başkalarına aktarmanın peşine düşmek zorundayız. Piyasacı rekabet ilişkilerine karşı dayanışma pratiklerini ve kolektiviteyi geliştirmenin yollarını aramak durumundayız. Kendi örgütlenme pratiklerimizi başkaları ile yan yana getirmenin ve örgütlenme çabalarını büyütmenin yollarını aramak durumundayız.
Düşünün ki Türkiye’nin büyük bir ilçesinde, büyük bir kooperatif etrafında bir araya gelmiş yüzbinlerce kişi, “biz bu ülkede ekolojik köylü tarımına dayalı, çiftçinin ve tüketicinin karşılıklı kazanabildiği, karşılıklı inisiyatif ve plana dayalı, örgütlü, onurlu bir gıda üretimi istiyoruz” desin. Böyle bir gücün karşısında hangi şirket durabilir?
———————————
1 Bu konu hakkında daha uzun bir değerlendirme için bknz: Godot Sendromu ve biz – Umut Kocagöz https://yesilgazete.org/blog/2016/09/22/godot-sendromu-ve-biz-umut-kocagoz/
2 Abdullah Aysu’nun bu konuda mevcut durumu net bir şekilde özetlediği yazısı için bknz: http://www.karasaban.net/kirsala-hos-geldin-sermaye-gule-gule-ciftci-abdullah-aysu/
Bu yazı karasaban.net/ den alınmıştır
Umut Kocagöz