Dış Köşe

Suriye iç savaşı ve zeytin ağaçlarının kaderi! – Vedat Özdan

0

Antik Mısırlı’lar, insanoğluna zeytinyağı üretimini Tanrıça İsis’in öğrettiğine inanırlardı. Pharaoh’lar piramitlerin yapımında zeytinyağı kullandılar. Mısır’da antik mezarlardan zeytinyağı kapları çıkmıştır.

Yunanlılar, en faydalı hediye olarak insanoğluna zeytinyağını, Bilgelik Tanrıça’sı Athena’nın bahşettiğine inanırlardı. Antik Yunan’da atletler yarış öncesinde vücutlarına zeytinyağı sürerlerdi. Olimpiyat meşalesinde zeytinyağı yakılırdı.

İncil’de tam 140 defa zeytinyağına referans vardır.

Bir hadisinde zeytinyağı için Hz. Muhammed’in “içinde 70 hastalığı iyileştirecek bir şifa vardır”dediği rivayet edilir.

Zeytin ağacı, zenginlik ve güç sembolüdür.

Bolluk, zafer ve barışı simgeler.

Yaprakları, Antik Yunan’da yapılan olimpiyat oyunlarında galiplerin tacı olmuş, “kutsama” ve “saflaşma”nın amblemi, ortalama ömrü 300 – 400 yıl olmasına rağmen üç bin yıl yaşamışlarına rastlanan, bu yüzden mitolojide ve botanikte kendisine “ölümsüz ağaç” tabir edilen zeytin ağaçlarının, Suriye iç savaşındaki makus talihidir yazımızın konusu.

(…)

Ahmed Haşim’den esinlenerek söylüyorum: İnsanın bedenen ve ruhen bir otobüs koltuğuna yerleşmesi zaman alır.

Biletimi almış ve yaklaşık iki buçuk saat sürecek bir yolculuğa kendimi hazırlamaya çalışırken, yanıma oturmamasını dilediğim mavi kabanlı, iri kıyım genç adam arka koltuktaydı. Ara ara konuştuğu ela gözlü kızına şifa bulmak üzere gittiği Ankara’dan “eli boş” dönüyordu. Kendisi de güzel kızı da epey yorgundu. Belli ki ellerini ve yüzlerini yıkayamacak kadar koşuşturmalı bir gün geçirmişlerdi. Tek biletle seyahat ediyorlardı ve otobüste hiç boş yer yoktu. Gür, ama babacan sesi dikkatimi çekiyordu genç adamın. Koridorda kimi zaman ayakta duran, bilgisayar ekranına bakmak için yanıma gelen, kimi zaman yere oturan kızına karşı şefkatliydi. Yorgunluk ve sıkıntı belirtisi yoktu ses tonunda. “Ne” olduklarını ifşa etmemesi için bakışlarıyla kızı üzerinde tahakküm kurmuyor, konuşurken dışlamıyor, kıyafet ve yaşam tarzlarının “tabi olduğu yaşam alanı”nın sınırlarının dışına çıkmaması için hiçbir ikaz içermeyen ses tonuyla, onu daha az şey istemeye ve rahatsızlığını gizlemeye zorlamıyordu.

Mola sırasında yanımdaydılar. Hava karanlık ve rüzgarlıydı. Kıza, terlemiş olabileceğini ve soğuk almamak için önünü iliklemesini söyledim. Babası, “Sıcağa alerjisi var. Hemen sıcaklıyor ve üstünü çıkarıyor. Sonra da hasta oluyor. Laf dinletemiyoruz.” dedi. Ses tonunda ve tavırlarında yakınlaşmayı kolaylaştırmak ve kendini daha güvende hissetmek için kızını “itham eden” ve onu kendi gözüyle benim yerime “savunmasız bir yere” koyan hiçbir emare yoktu. Buna rağmen kızın zeytin yeşiline kaçan koyu ela gözlerinin içine dikkatle baktım. Birşey görünmüyordu.

Karşımda, öylece hazırolda duruyor ve otobüsün kalkış saatini bekliyordu. Onu izlerken, ilkokul öğrencilerine ders verdiğim yıllar gelmişti aklıma. Tebessümle öğrencilerimi hatırlamaya çalışırken, farkında olmadan en üst düğmemi de iliklediğimi görünce, babasından pembe montunun fermuarını çekmesini istedi. Ona, aferin anlamında gülümsedim. Ama bakışlarında hiçbir anlam değişikliği olmadı.

Gelecek sene de giysin diye bedenine biraz büyük gelen montuyla, tek bacağının üzerinde, başka dünyalara uçabilmek için dinlenen bir “flamingo” gibi öylece duruyor, konuşmuyor, ama yanımdan da ayrılmıyordu. Sonra babası anlattı durumunu. “Elli – yüz metre yürüyemiyor, hemen yoruluyor. Biz, Ankara’dan doktordan geliyoruz. Kalpten şüpheleniyorduk. Ama kalbinde sorun yokmuş. Nedenini bulamadılar. Bir daha gidip, başka tetkikler yaptıracağız. Yemesi içmesi iyi maşallah, ama… ”

Göbeğine bakarak “Sen neden biraz kilo vermeyi denemiyorsun!” dedim; rahatsızlığını, tanımadığı insanlarla paylaştığı için kızının canının sıkılabileceğini düşünerek. Sözünün bu şekilde kesilmesine oralı olmadı. Belli ki hayat, herşeye takılmamayı ve çabuk sinirlenmemeyi öğretmişti ona.

Eski bir lisanslı futbolcu olduğunu, askerde de futbola devam ettiğini, sonra bir komutanın kendisini mutfağa verdiğini ve o günden sonra kilo almaya başladığını ve bir daha da veremediğini söyledi. Ne iş yaptığını sordum:

“Asi nehri kenarında bir köy var. Nehrin öbür tarafı Suriye’dir. Oradan kayıklarla zeytin ağı geçiriyorlar. Teneke teneke sızma zeytinyağı. Suriyeli’ler kilosunu pazarda 3 liraya satıyorlar. Bir tenekesi 50 – 55 liraya geliyor. Kendim de pazardan aldım. Çok şahane. Kayıkla gelenleri bizim toptancılar alıyor. Bir seferde 18 – 20 ton geliyor. Benim arabaya yüklüyor, söyledikleri yere götürüyorum. Benim işim bu, nakliyecilik. Bu aralar kaçak zeytinyağı işi iyi, çok şükür.”

(…)

Annemin evine gece geç saatte vardım. Salonun ışığı halen açıktı. Zile bastım. Son beş yılki her ziyaretimde hissettiğim gibi, bu kez de zile basmamla kapının açılması arasındaki süre uzamıştı.

Kapı açıldı ve “içinden çıktığım insan”, her zamanki gibi beni memnuniyet, şefkat ve minnetle karşıladı. Sarıldı ve doya doya öptü. Her hareketinde, her sözünde karşılıksız sevgi, sahip çıkma, kollama, dinleme, anlama ve iyi dilek vardı. Bu kez onu, hayattan kopmamak için birbirine sıkıca sarılmış, yorgun ve giderek küçülen, ama merak, estetik, tatlı sohbet ve kimi zaman çok zarif, kimi zamansa 77 yıllık tecrübeden sızma, doğrudan, saf ve berrak espirileriyle incelerken, minimal “form”unu, minimal enerjiyle tutmaya çalışan borularla yaratılmış Ömer Uluç eserlerini hatırladım. Onun deyimiyle söyleyeyim. “Bileti sadece gidiş kesilen hiç kimse olmadı bu dünyada oğlum. Hayat eskitir insanı.

Ertesi sabah kahvaltıda bana, evimizin bahçesindeki ağaçtan topladıklarıyla yaptığı siyah zeytinden ikram etti. Nasıl yaptığını sordum merakla. “Bir kavanozı dolduruyor ve tuz ekliyorsun. Sonra her gün birkaç defa kavanozu sallıyorsun. Bir hafta sonra siyah bir su bırakıyor. Onu süzmen lazım. Yaklaşık bir ay boyunca her gün beşik sallar gibi birkaç kez sallayarak bu kıvama geliyor. Sabır işi, ama oluyor sonra.”

Hava güzel diye kahvaltı sonrasında beni küçücük bahçesine davet etti. Kış ortasında tomurcuk veren gülleri gösterip: “Arsızlara bak. Biraz güneş görünce hemen açıyorlar.” dedi tebessümle.

Zorlanarak yere eğildi ve bir siyah zeytin tanesini aldı. “Üzüm bitiyor, zeytinlere başlıyorlar. Serçeler diyorum. Şuraya bak, nasıl gagalamışlar!  Tek ısırıkta yere düşmüş.” dedi gülümseyerek.

Öğleye doğru kahvelerimizi yudumlarken peş peşe duyduğum ambulans sesleri üzerine, Suriyeli’lerin çektikleri sıkıntıları anlatmaya başladı. Hastaneye gelenlerin halinden, boşaltılan, bombalanan evlerden aldıkları bakır tencereleri getirip satanlardan, pazarda satılan Suriye zeytinyağından vs. söz etti.  Onu dinlerken, otobüs molasındaki sohbete takılmıştı aklım. Sonra annem: ”Oğlum İdlip tarafındaki bütün zeytin ağaçlarını kesip yakıyorlarmış. Yazık onca yıllık ağaçlara. Ama ne yapacaksın! Çoluk çocuk… Bu soğukta…”

Birden irkildim. Çünkü birkaç ay önce İdlip’te bir zeytin yağı fabrikasının Esed güçleri tarafından bombalandığını ve yirmiye yakın sivil insanın öldüğünü okumuştum.

Bilmeyenler için söyleyeyim, “Melcei Üdeba” başlıklı yazımızdaki Mikhail Paşa’nın memleketi olan Hatay’ın Altınözü ilçesinin  Suriye’li komşusudur İdlip. Dünya zeytin yağı üretiminde bizim hemen altımızda beşinci sırada olan Suriye’nin en ünlü zeytin yağı merkezlerindendir. Uçsuz bucaksız bozkırlara, dağlara, tepelere, bağlara ve bahçelere uzanmış zeytin ağaçlarıyla meşhur bir şehirdir.

Bir zeytin ülkesi olan Suriye’de iç savaş, demek ki, medeniyetin en eski işaretlerinden birisi olan, bolluk, bereket ve barışın sembolü olan “ölümsüz ağaç”a da istemediği şeyleri yaptırabiliyordu.

Akad’lar geldi aklıma. Zeytin yağını (zirtoon) ilk kez dünyada bu topraklarda üreten ve Tanrılarına “Altın Suyu” diye armağan eden Eba Krallığı.

Birçok dilde barışın, yaşamın ve doğurganlığın sembolü;

Mezapotomya’dan Antik Yunan’a, oradan Roma’ya uzanan bu mitolojik varlık;

Bu kez üşüyen savaş çocuklarının çıplak ayaklarını ısıtıyormuş, İdlip’te.

Vedat Özdan – www.t24.com

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.