Sivili şehit- Dirisi ölü – Yıldırım Türker

İşte yine geldik dayandık şahadet kapısına.
Çalışkanlığıyla göz dolduran Bakan Fatma Şahin’in 19 maddelik yasa tasarısına göre ‘terör olaylarında ölen siviller’ de şehit kapsamına alınacakmış. Fatma Hanım’ın tezgâhında pişen bir başka devrim de artık kışlalarda kadına yönelik kışkırtıcı talim marşlarının değiştirilmesi. ‘Yaylalar yaylalar…’ın yerine ‘Her Türk asker doğar’ diye talim yapacakmış askerlerimiz.
İşte hükümetin sabitlediği ve hepimizi içine sürüklediği savaş hali en cevval bakanı öncülüğünde resmileştiriliyor. Böylelikle Uludere’de askeri uçaklarca katledilen 34 köylü genç de şehit sayılacak. Hatta Hrant Dink’in de şahadet mertebesine kabulü söz konusu. Ne büyük devlet. Ne cömert hükümet.
Her Türk asker doğarsa doğal olarak da şehit ölür.
AKP’nin ustalık süreci tıkır tıkır işliyor.
Askeri vesayetin kaldırılma çabalarını kutlamıştık. Halka üç satırlık hesap verme tenezzülünde bulunmayan, koskoca bir toplumu ve bütün siyaset imkânlarını sıkı denetim altında tutan böbürlü askerlerin hesap vermeye çağrılması elbette sevindiriciydi. Buna mukabil askerin yordamının hâlâ geçerli kabul edildiğini; üstelik daha ceberut, daha fütursuz bir militarizme el vermişliğini kim inkâr edebilir?
AKP siyaseti sorgulanamaz bir tutarlılıkla Kürt açılımı, Alevi açılımı, azınlıklar açılımı gibi çıkışlarla nasıl bir sahicilik, nasıl bir niyet sergilediyse aynısını siyaset üzerindeki askeri vesayetin kaldırılması konusunda da sergiledi.

Dersim için yarım ağız bir özür dilerken Uludere’de katliam yapıyor, Dersim döneminin en vahşi uygulamalarını aratmayacak tutuklamalara imza atıyor.
12 Eylül’le hesaplaşmak yakında dalya diyecek ihtiyar bir emekli zorbayı mahkeme karşısına çıkarmak değildir.
Anayasasına dokunmadan paşasına dokunmaya kalkarsanız sadece gevrek Kenan Paşa’yı değil bütün dünyayı kendinize güldürürsünüz.
Genelkurmay başkanlarından alışkın olduğumuz tehditkâr, sorgulayıcı, bütün toplumu kriminalize eden dil şimdi Başbakan’ın ağzında daha yankılı şaklıyor.
Kendisinden Uludere’de katledilenlerin hesabını vermesi beklenirken o, tam da selefi Genelkurmay başkanları gibi çocukları bombalamış olan komutanlarına teşekkür edecek kadar hassas, ordusunun isabetini sorgulatmayacak kadar kahraman.

Bizim Auschwitz’lerimiz
Giorgio Agamben, “Auschwitz’den Artakalanlar” adlı kitabında Yunancada şahit ile şehit sözcüklerinin aynı kökten türetildiğini yazıyor: “İlk kilise babaları, zulmedilen Hıristiyanların ölümünü ifade etmek için martis (şahit) sözcüğünden martirium sözcüğünü türetmiş, böylece onların inançlarına şahitlik (tanıklık) etmişlerdir.” Aynı şey Arapça kökenli şahadet sözcüğü için de geçerlidir. Şahadet de şehit olma ve tanıklık anlamlarını birlikte yüklenmiştir.
Bilimin ve siyasetin buz gibi bir soğukkanlılıkla ‘olağanüstü durum’, ‘uç durum’ olarak adlandırdığı koşullarda, tanık olabilmenin mümkün olup olmadığı üstüne, Agamben’in kitabı. Auschwitz toplama kampında görmezden gelinen, kimsenin hatırlamak, hatırlatmak istemediği yaşayan ölüleri anlatıyor. Eli Wiesel’in, “Bunu bizzat yaşamamış olanlar asla anlamayacak; yaşayanlar ise asla anlatmayacak; ne doğruyu ne de tamamını… Geçmiş ölülerindir” sözüyle ifade ettiği o imkânsızlıktan dem vuruyor. Kamplardan kurtulmuş kimi yazarların tanıklıklarında ‘yürüyen ceset’lerden. Hayat ve ölümün sınırında sallananlardan. Primo Levi’nin “Sessizlik içinde yürüyen ve çalışan, içlerindeki Tanrısal kıvılcım ölmüş olan insan-olmayanlar” diye tarif ettiği, “Yüzü olmayan bir insanlar yığını olarak belleğime üşüşüyorlar. Çağımızın bütün kötülüklerini tek bir imgede toplayacak olsam, çok iyi bildiğim o imgeyi seçerdim: başı eğik, omuzları çökük, yüzünde ve gözlerinde düşüncenin izine rastlanmayan bir deri bir kemik bir insan” diye hatırladığı o kamp sakinlerinden. Yani ‘Muselmann’lardan. Onlara neden Müslüman dendiği üstüne rivayet muhtelif. Ama ‘ölümlerine ölüm bile denemez’ bu dibe vurmuşların ‘kaderci’, ‘teslim olmuş’ hallerinden yola çıkarak onlara bir ötekilik, bir ‘doğulu’luk yakıştırıldığı sanılıyor. Kimsenin acımadığı, yakınlık duymadığı, mahkûmların tahammül edemediği, SS’lerin ise işe yaramaz birer pislik olarak gördüğü bu ayaklarını sürüyerek gezen, hayata tutunmayı becerememiş insan yığını, bu ‘kabuk adam-kadınlar’ yaşananların tam tanığı olarak tanıklık etmesi mümkün olmayanlardı aynı zamanda.
Kampın ‘özü’, işte o kimsenin görmek istemediği şeydir.

İnsan aklının sınırlarını aşan örgütlü zulüm altında hayatta kalabilmek elbette ‘kirlenmeden’ onurlu bir varoluşa izin vermez. Ölüm korkusuna, aşağılanmaya, işkencenin dile getirilemeyecek zenginlikte sunulanına maruz kalıp insanlık etiğinden ödün vermeden tanık olarak sağ kalmak hiç de kolay değildir. Tam da bu noktada şehitlik vaadi devreye giriyor işte. Fırsat henüz elindeyken kendi ölümünü kendin seçebil diye. Sende şahitlik dili bırakmamak için, ruhunu, bedenini, aklını, dilini elinden almaya çalışanlara karşı sofu bir inançla hayatını fırlatıp atmak.
Muselmann, tam da arada kalanın adı. Kısa ömürlü olup ölüp gitmesine rağmen çoktan dibe vurmuş olduğu için şehit olamayan, yaşananların gerçek şahidi olmasına rağmen konuşamayan, o. Olağanüstü hal koşullarında en çok rastlanan kurban. İsimsiz, suretsiz, dili çoktan lâl olmuş olan. Ölümü ölüme benzemeyen.
Şehitliği yüceltenler, şahitliğin ışığına düşmandır. Kendi ölümünü seçebilmeyi bir inancın meşruiyetinin yegâne göstergesi olarak sunanlar, yepyeni bir hayat kurgulama çabasından istifayı öneriyor.
Olağanüstü hali sürekli kılmaya çalışarak insanlara hayatın ritmini unutturmaya, onları birer gölge-insana dönüştürmeye çalışanların amacı da öncelikle müstakbel şehitler ve Muselmann’lardan oluşan, kolay denetlenebilir bir dünya tesis etmek.
AKP’nin önce kimi gazetecilere servis ettiği yeni Kürt kırma projesi, varoluş imkânlarımızı işte bu iki duruşla sınırlandırmak amacı güdüyor.
Toplu mezarlardan çıkarılanları,‘yanlışlıkla’ katledilmişleri, savaşırken ölmüşleri, devletin bizzat kışkırttığı yiğit eller tarafından suikasta kurban gitmişleri şahadetle onurlandırarak da geriye kalan muhtemel ecel kurbanlarına gözdağı vermiş oluyor. Bunu, yaraları sarmak, geride kalanların elinden tutmak ve benzeri gerekçelerle lütufkâr bir edayla yaptıklarına kanmayın. Bu çabalar topyekûn bir savaş ilanıdır:
Değil mi ki asker doğdun, şehit ölürsün. Yeter ki şahit olmaya, şahit olduklarını kaydetmeye, onların hesabını sormaya kalkma. Bu ebedi savaşta olsan olsan şehit olursun.

Yıldırım Türker – Radikal

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR