Spor

Seyrantepe’de bir cennet mekan: TT Arena’da GS – FB karşılaşması

0

Maça gittim. Galatasarayım ile Fenerbahçe’nin maçına. Onu anlatayım istiyorum. Yani maçta ne oldu, kim attı kim tuttuya değil de maça nasıl gidilir, maçtan nasıl geliniri. Maça hiç gitmemişler, Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadyumu’na konuk olamamışlar için bir kılavuz da diyebilirsiniz siz buna.

(Başlığı da Cemal Reşit Rey’in Lüküs Hayat operetinden aparttım hocam. “Şişli’de bir apartıman” diye başlar ya Lüküs Hayat şarkısı. Benim cimbomboma bulanmış hayatıma da uyarlayabiliriz onu. “Cim Bomlu hayat, Cim Bomlu hayat. Bak keyfine yan gel de yat” )

Aslında maça gidesim hiç yoktu. Galatasarayıma zararım dokunuyor, ben maçı izlediğimde ya da maça gittiğimde yeniliyor diye bir duygu hasıl olmuştu son zamanlarda. Bunun sağlamasını da daha 2 ay evvel Braga maçında yapmıştım. Mersin’den sırf o maç için İstanbul’a gelmiş, maç sonunda da boyumun ölçüsünü almıştım. Sahasına hapsettiğimiz Portekiz takımı Braga daha da fazlasını kaçırdğı maçta Musleramızın kalesine 2 top gönderip bizi sahadan boynu bükük göndermişti Mersin vilayetine.

“Yok abi” dedim Erhan’a. “Ben bu maça gitmem, uğursuz geliyorum ben, sen git maça. Hem bak Manchester maçına gittin sen ve biz o maçı da kazandık”
İtiraz etti Erhan. Oğlum ben Trabzon taraftarıyım, bu maçta ne işim var diyor da peygamber demiyor.

Hikayenin başlangıcı sezon başında ama. Emmoğlu Hakan gitmiş güney tribününden iş arkadaşları ile birlikte kombine almış. Daha lig başlamadan KTÜ İnşaat Mühendisliğini kazanınca da kombine kart açıkta kalmış. O gün bugün kapanın elinde kalıyor güney tribünü kombinesi. Ben Braga maçına onunla gittim misal. Erhan’ın United macerası da aynı kombinenin mahsülü.

E, bu adam madem Trabzon yolcusu oldu, ne demeye kombinesini satmadı ki diyeceklere yanıtı Hakan’dan vereyim. “Abi Fenerbahçe maçı için satmadım ben kombineyi. Ne yapıp ne edecek o maç için İstanbul’a geleceğim” demişti bana Hakan ama evdeki hesap çarşıya uymayınca ihale en son bana kaldı.

Yukarı satırlarda kendi uğursuzluğumdan dem vurmuştum ya onun bir panzehirini de buldum ben aslında. İçmek. kafayı çekmek, zom olmak. “Mehtaplı gecelerde heep seniiii andımmmm” kafası ile maçı izlemek. Hiç şaşmaz. Ne zaman kafam güzel olmuşsa cimbombomum da ilgili maçtan alnının akı ile çıkmıştır.

İhsan ile Beyoğlu, Ayhan Işık Sokak’ta bir bardayız. Barı da üç gün önce keşfetmiş, aa buraya takılalım bak demişiz. Filtresiz bomontinin dibini görünce bize içki servisini yapan, bardan içeri girdiğimiz esnada da hemen karşılayıp, filtresiz bomonti idi değil mi diyerek gönüllerimizi fetheden Cem’e dönerek, “Arkadaşım ben bira değil de demli çay içmiş gibiyim. Maça gidiyorum ve sarhoş olmaz isem halimiz duman” diyorum.

Hemen el atıyor işe Cem. Kendi spesiyali olduğu iddiası ile bir kuble fındık votkası ikram ediyor. Peşine ben, İhsan’ın da önerisi ile vokta redbull ısmarlıyorum kendime.

Kafayı buldum bulacağım sırada damlıyor kardeşim Ayşe ile eşi Tolga. Onlar da maça gidecekler. Ben güney tribünde izleyeceğim onlar ise Vip tribününden davetiye bulmuşlar. İşin daha da ali cengizi Fenerbahçe maçına Cemil amcam da teşrif ediyor. Cemil amcam kombine kart sebilini biz sporseverler, daha da doğrusu cimbomseverler için açan Hakan’ın babası.

Hem ben içiyorum, kafam güzel, hem Ayşe ve Tolga maça gidiyor, üstüne Cemil amcam da arkadaşının daveti ile Vip tribünü özel locaya teşrif ediyor. “Yok oğlum” diyorum kendi kendime, bu maçı alacağız gibi galiba, başka da yolu yok.

İçtik, güldük, konuştuk derken bi bakıyoruz saat 19:25 olmuş bile. 19:30’da atlıyoruz metroya. Maça artık yarım saat kaldığı için metro bomboş. Bizim haricimizde 6 kişilik bir zilzurna genç ekibi var. Biri düşüyor diğeri kalkıyor, tezahğratlar yapıyor, diğer yolcuların tedirgin bakışları altında ellerindeki bira şişeşerini metronun zeminine fırlatıp parçalıyorlar.

Taksim’den binilen metro doğrudan gitmiyor TT Arena’ya. Sanayi durağından aktarma yapılması gerek.

Sanayi durağında inip asıl metroya doğru yollanmışken yürüyen merdivenlerin gene çalışmadığını farkediyorum. Braga maçında da aynısı olmuştu. Demek ki bu rutin bir uygulama diyerek o serhoşluk ve o kızgınlıklar ver ediyorum küfürleri fenerli olduğu için tüm gıcıklarıma artık bir gıcık eklemiş olduğum RTE efendiye.

Ben üzerinize afiyet ortopedik engelli bir bireyim (Bu “birey” lafında hoşuma gitmeyen bir şeyler var ama bu durum ayrı bir yazının konusu). Tek koltuk değneği ile arşınlıyorum yeryüzü dediğimiz alemi. Sanayi durağında inip TT Arenaya gidecek metroya geçenler bilir, o aktarma sırasında dağlar denizler aşmanız icab eder. Kaç merdiven çıkıp kaç merdiven indiğiniz hesabını (TT Arena durağında metrodan inip stada gidiş yolu da hesaba katılır ise) tutamazsınız.

En nihayet TT Arena karşımızda. Ali Sami Yen’in eline elbette su dökemez ama Olimpiyat Stadı Elm Sokağı kabusundan sonra bize her yer Trabzon.

Ayşe ve Tolga’dan ayrılıp güney tribününe doğru yollanıyorum. Kanter içinde kalmışım ama Galatasaray’ıma her gidişimde olduğu gibi artı bir enerji, artı bir motivasyonla içim içime sığmayarak 20 dakika önce başlamış maça yetişmeye çalışıyorum.

Ben sersem sepelek yürürken stadın içinde “gooollll” feveranı geliyor. Gole sevinmeye bile vaktin yok diyorum kendi kendime, sen hele bir maça yetişde.

Güney tribününün 4 numaralı kapısını imleyen G4’den içeri geçtiğimde müjdeyi veriyor görevliler. “Tebrikler, öndesiniz, fenerbahçe kendi kalesine gol attı”. “Kim attı, nasıl attı” diyorum ama onlar da bilmiyormuş.

Çin seddi merdivenlerini bir çırpıda -elbette- çıkamayarak yeşil çimlerle karşılaştığım manzaraya en nihayet ulaşıyorum.

Her yeşil çim manzarasında aklıma gelen geliyor. Nick Hornby‘nin, “Fever Pitch” romanında anlattığı gittiği ilk maçta yaşadığı “yeşil çime rastlama anı”.

Hep yaptığım gibi önce bir duruyorum. Hayran hayran çimlere bakıyorum. İlk beş saniyede maçla değilde yeşil çimenden yayılan o anlatılmaz atmosferle ilgiliyim.

Skorboarda takılıyor sonra gözüm. Galatasaray 1 Fenerbahçe 0. Gülümsüyorum, alışık olmadığım bir durum bu sonuçta.

Sonra yerimi bulmak için kombineyi çıkarıyorum cebimden. Cebimden çıkarmam ile kombine kartı aşağıya, tribünlerin içine düşmesi bir oluyor. Neyse ki omzundan dürttüğüm benim gibi Galatasaray sevdalıları kartı bana iade ediyorlar.

Braga maçında oturduğum koltuğu bulamayınca koltuk değneği ile yerini arayan ve her yerinden sicim gibi terler fışkıran bana bir başka Galatasaray sevdalısı yerini veriyor.

Bana sunulan yere oturmuş daha iki soluk almışken Fenerbahçe’nin golü geliyor. Hem zaten sarhoşluğumda ha geçti ha geçecek. A ha diyorum içimden, “Uğursuzluk galebe çalmaya başladı.”

Bir süre maça bakındıktan sonra aklıma deplasmandaki Braga maçında denediğim totem geliyor. İçime bir süredir bayramlar yaşatan karadeniz güzelinin fotoğrafına bakmak geliyor aklıma. Braga maçında onun fotoğrafına baktığım anda gelmişti Aydın Yılmaz’ın golü.

O esna serbest vuruş kazanıyoruz. Ben hemen telefonuma da kaydettiğim fotoğraflarından birini açıyorum. Bir süre maçı, günü, tümü unutup onun güzelliğine dalıyorum. Tekrar maça döndüğümde Selçuk İnan’ın golü ile 2 – 1 öne geçmiş bile Galatasarayım.

Her zaman filmlerle düşünmeyi seven bir insan olduğum için o an değil ama bunları yazdığım şu an aklıma “Back to the Future” (Geleceğe Dönüş) filminden bir sahne geliyor. Profesör Emmett Brown’un, Marty McFly’a zaman makinasını bulduğunu ispatladığı filmin açılış sahnesi. Profesör, Deloreyn ile (zamanda gezinmekte kullandıkları araba) geçmişe gidip geri gelir. Hemen sonra da Marty’i anne ile babasının birbirlerine aşık oldukları zamana gönderir. Marty gittikten sonra da Deloreyn’den iz olarak kalan alevli tekerlekli izlerinin arasında “İşe yarıyor. Bu yöntem işe yarıyor” duygusu ile oynamaya başlar ya, işte o sahne.

İşe yarıyor hocam. Ne zaman karadeniz güzelinin fotoğrafına baksam Galatasarayım kem gözlerden korunuyor.

O andan sonra maçı sukunetle, heyecandan tamamı ile azade bir şekilde seyrediyorum. Fenerbahçe baskıyı mı arttırdı, hemen fotoğrafa bakıp kendi gönül hesabım ile 6 dk kazandırıyorum cimbomboma. İşler sarpa mı sardı 3 sny bakınıp 4 dakikalık daha “Bu iş aslında sanıldığı kadar zor da değil Yonca” takviyesi yapıyorum.

2 – 1 kazanıyoruz maçı. Maçtan sonra çalınan şarkılarla göbek ata ata bir iyi döküyorum kurtlarımı.

Asıl mücadele ise her zaman olduğu gibi maçtan sonra başlıyor.

Stadı doldruan 41bin kişi aynı anda dışarı çıkınca etraf mahşer yerine dönüyor. Metro girişi, Auschwitz kampındaki tutsakları anımsatıyor her seferinde bana. Tellerin arkasında, tek kişinin geçebileceği 3, 5 tane kontrol noktasından geçmeye çalışan onbinlerce insan.

Birgün bir vesile TT Arena çıkışı -gönül hiç istemese de- yaşanacak olası bir izdiham sonrası kayıplar yaşanınca gelecek yöneticilerimizin aklı başına. O kadar insanı fare deliği gibi yere tıkıştırmanın alemi nedir arkadaş. var mıdır bunun akla yatan bir izahı.

İtiş kakış oradan geçiyoruz. Haydi bu sefer bir de metronun içinde turnikelerin önündeki izdiham aşamasına geliyor sıra.

Koltuk değneğimi gösteriyorum turnikenin öteki tarafındaki görevlilere. Engelli geçiş yerinin turnikelerin hemen yanında olduğunu işaret ediyorlar. Değneği havada tutarak insanlardan icazet ala ala ilerliyorum. Arada kıllık yapanları omuzlayarak ekarte ediyorum.

Turnikeler engelini aştıktan sonra sıra en son ve en zor aşama olan metroya binme aşamasına geliyor. Her seferinde nasıl oluyorda ben o metroya düşmeden, insanların ayakları altında ezilmeden binebiliyorum aklım almıyor. Allahın bir hikmet-i hüdası olsa gerek.

Metroya da kapağı attıktan sonrası nispeten daha kolay.

Sonrası Taksim. Sonrası Nevizade. Sonrası show must go on.

anavarza

 

More in Spor

You may also like

Comments

Comments are closed.