Ruhu zehirleyerek çürütmek isteyenler önce adalet bilincini, vicdanı yaralar.
Acıya, ölüme alıştırmak, trajediyi hayatın sıradan bir parçası haline getirmek bir insana yapılabilecek kötülüklerin en sinsi olanıdır. Savaşı yücelten bütün klişeleri ve zaafları kullanarak yaparlar çünkü. Görünürde zafer hep güçlü olanındır yani ‘din, millet, vatan’ uğruna sınırlarını, halkın güvenliğini koruyanların dayattığı tartışılmaz ‘haklılıktır’ esas olan. İç savaşlarda ‘hangi halk’ sorusu öne çıkar ve bu da savaşların en korkuncudur aslında.
Bölgede 30 senedir devam eden, yargısız infazlarla iyice görünür olan vahşi, kirli, acımasız bir savaşın orta yerinde her gün çocukların, gençlerin, polislerin, askerlerin ve sivillerin öldürülmesini izliyoruz. İktidar tarafından yönetilen medya kanallarının çoğu sivil ölümlerini duyurmuyor bile ama sosyal medya aracılığıyla bir biçimde haberdar oluyoruz. Sabah uyanıp hayata karıştığımızda soğukluğuyla yakan ama çok değmeden akıp geçen ölüm haberlerine baka kalıyoruz. Elli altı yaşında bir kadın mahallesinin sokağında kalbinden vuruldu, yazıyor buz mavisi ekranımda. Aradan bir saat geçmeden on dört yaşındaki genç sokağa ambulans giremediği için kan kaybından öldü, diyor bir başka haber. Bir çocuk evinin önüne çıktığı için zırhlı araçlardan açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi, diye ‘son dakika haberi’ veriyor bölgedeki ajanslar. Daha o haberin korkunç etkisini atlatmamışken on yaşında bir çocuğun sokak çatışmasında keskin nişancılar tarafından vurulduğunu öğreniyorum. Sonra yetmiş yaşında kurşun delikleriyle kevgire dönmüş harabe evinin önünde oturmuş ağlayan bir dede görüyorum. Çocuğunun cesedini buzlukta bekleten annenin keskin acısı geliyor aklıma. Önüme düşen görüntülerde savaş alanına dönmüş mahallelerden dev duman bulutları yükseliyor. Ömrünü faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasına adamış Tahir’in yerde yatan cansız bedenini görüyorum. Görüntüler olanca ağırlıklarıyla birlikte üst üste yığılıyor.
Artık her gün birbirine benziyor. Savaşın isli kokusu aklımı da acıtıyor. Hep beraber ölüme, cinayete, katliama alışıyoruz, alıştırıyorlar! O kesif acıyı hissedemeyenler sanki bütün bunlar yaşanmıyormuş gibi başlarını kapalı hayatlarına, konforlu bencilliklerine çeviriyorlar. Ölüm haberlerini duyabilen azınlık bile sanki bu korkunç savaş başka bir ülkede yaşanıyormuş gibi hissizleşiyor, korunaklı mağarasına çekiliyor. Hukuksuzluğun neden olduğu zorbalığın gücünden korktukları için belki ama daha ziyade kötülüğün ‘sıradanlaştırılmasını’ kabullenen toplumun çoğunluğu susuyor. ‘Ama’lı cümlelerin havada uçuşmasıyla uğultulu tepkisizliğin hakim olduğu koyu bir bencillikle kuşatılıyoruz. Ölümler, katliamlar hatta acılar bile aynılaşıyor. Yürekler taş kesiliyor.
‘Yaşadığım ülkede bize ölmeyi öğrettiler’
Bu sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç’in konuşmasını okurken ortak acıların benzer coğrafyasında yaşadığımızı bir kez daha çok içeriden hissettim. O tamamen kurgusal metinler yazan bir yazar değil. 2. Dünya Savaşı, Sovyet-Afgan savaşı, Çernobil faciası, Sovyetler’in dağılması gibi tarihî süreçlere tanıklık eden insanların tecrübeleriyle kendininkileri ustalıkla buluşturabilen bir edebiyatçı. Belgesellere metinler de yazan Aleksiyeviç, 1985’te yazdığı ‘Savaşın Kadınsı Olmayan Yüzü’ iki milyondan fazla satınca tanınan bir yazar olmuştu.
Aralık başında yaptığı Nobel konuşması uzun zamandır duyduğum en sahih ve her şeye rağmen umut veren seslerden biri. Konuşmasına, “Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler, ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak, kurban gitmek için vardır, dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim” diyerek başlıyordu.
Edebiyat, bütün ölçütlerinin yanı sıra hakikate yaklaşabildiği ölçüde yazarını ve okurunu güçlü kılar. Ne kadar çok yazar varsa o kadar çok yazma biçimi vardır ama bazılarının sesi asırlarca kulaklarda çınlar. Yazarlar savaşı yazının başlangıcından beri farklı şekillerde anlattılar. Aleksiyeviç, savaşı estetize etmeden, kurbanları ve cellatları kahramanlığın ‘yüce mertebesine’ yerleştirmeden yazıyor. “Burada yaratıcılığa yer yok, gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyat üstü’ olma zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü.” diyor. Edebiyatçılar, eleştirmenler bu görüşü tartışabilir. Beni ilgilendiren kısmı, içinde yaşadığımız bu umutsuz coğrafyada, çağda, bir yazarın acıyı hissedemeyenlere yazının gücüyle, tılsımıyla gösterebilmesi.
“Gündelik hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını topluyorum. Kaçırılmış tarih benim uğraş alanım.” derken yaptığının edebiyat değil ‘belgeleme’ olduğunu vurguluyor. Görülmeyen, devletlerin gaddar politikalarıyla taammüden gizlenen bunca acı varken bir yazar olarak doğru yaptığına inanıyor. Ona büyük ölçüde katılıyorum doğrusu.
Bir kadının ağıtından bahsediyor aynı konuşmada: “Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor. Hepsi de genç ve o kadar güzel ki. Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de…”. Bu cümleleri okuduktan sonra günlerdir, haftalardır, aylardır çatışmalarda, katliamlarda ölen çocukları, gençleri düşünüyorum. Yerde öylece yatıyorlar. Onları kaldırıp ellerinden tutacak kimseleri yok. Onları yazarak hikâyelerini yaşatacak yazarları bile yok. Her gün üst üste yığılan acılar harabesinde sıradan bir haber olup toprağa ve tarihin görünmeyen, puslu kısmına karışıyorlar.
Bu kadar acı beyhude mi?
Aleksiyeviç, benim de sıklıkla düşündüğüm bir soruya cevap arıyor: “Çektiğimiz acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar acı?” Sahiden beyhude mi? Daha iyi, daha adil, daha özgür bir hayat sürmek için verilen mücadeleler beyhude mi? Evet burası da yazarın tarif ettiği Rusya gibi hafızasız bir ülke. Ama tıpkı kitaplarıyla, tanıklıklarıyla milyonlarca insana dokunarak hayatlarını değiştiren bu yazar gibi mücadeleye devam etmek gerekiyor. Her şeye rağmen devam etmek… Faşizmin muradı toplumu acıya, ölüme alıştırarak mücadele gücünü kırma çabası çünkü. Tam da bu nedenle sadece savaşa değil, onu yaratan nedenlerin gerçekliğine de yüz çevirmemek lazım. Yazar günlüğüne Afganistan’da gördüklerine dair şunları yazmış. “’Affet beni baba’ dedim onu gördüğümde. ‘Sen beni komünist ideallerle terbiye ettin ama annemle birlikte eğittiğiniz dünün Sovyet talebelerinin, yabancı bir ülkede tanımadıkları insanları öldürüşünü bir kere görmek, tüm sözlerin küle dönmesi için yeterli. Biz katiliz Baba, anlıyor musun?’. Babam ağladı”.
Yazı çok uçlu bir bıçaktır. Bıçağı nerede, ne zaman, nasıl kullanacağını bilmek dünyayı değiştirebilir.