Ana Sayfa Blog Sayfa 5406

“Erdoğan ‘Bitti Bebeğim’ diyor”

AP Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Cohn-Bendit, Başbakan Erdoğan’ın Avrupa sürecini terk ettiği görüşünü savundu. 68’in gençlik  lideri Kızıl Danny, “Bana kalırsa Erdoğan AB’yle bütünleşme meselesini kafasında bitirdi. Yani ‘bitti bebeğim’ diyor” diye konuştu.

Cohn-Bendit, “İnsanların din ile devlet arasında daha büyük ayrım isteme hakkı olduğunu kabul ediyoruz” demeyen Erdoğan’ın Tophane olayını önemsememesinin karşısındakini anlamadığını gösterdiğini söyledi.

Bendit, Erdoğan’ın ‘Güçlüyüz, yalnız da yapabiliriz. Dünya politikasında tek başımıza var olabiliriz’ mesajını verdiğini söyledi.

Avrupa Parlamentosu’ndan Yeşiller grubu 1 Kasım’da İstanbul’da Türkiye-AB ilişkilerinin masaya yatırıldığı geniş kapsamlı bir konferans hazırlığı içinde. Birçok aydının konuşmacı olarak katılacağı iki gün sürecek konferans eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Athisaari, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AP Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Daniel Cohn Bendit’in tartıştığı bir panelle sona erecek.

Daniel Cohn Bendit konferansın tanıtımı için AP’de bir araya geldiği gazetecilere “Bana kalırsa Erdoğan AB’yle bütünleşme meselesini kafasında bitirdi. Yani ‘Bitti bebeğim’ diyor. Bence bu süreç onun için bitti” dedi.

1968 hareketinin sembol ismi “Kızıl Danny” yani Daniel Cohn Bendit’in verdiği mesajlar şunlar oldu:

• Bana kalırsa Erdoğan AB’ye üyelik sürecini kafasında bitirdi. Bence bu süreç onun için bitti. Yani “Bitti bebeğim” diyor. Sanıyorum Gül çok daha liberal ve bu konuda daha açık. Ermenistan meselesi ve diğerlerinde olduğu gibi…

• Bence Erdoğan’ın bir gizli ajandası yok. Ama dünyada olup bitenler, Erdoğan’ın yandaşlarının giderek daha dindarlaşması ve Erdoğan’ın “Ben böyleyim ama, biz insanların inanmama hürriyeti de olduğunu, din ile devlet arasında daha büyük bir ayrım isteme hakları olduğunu kabul ediyoruz” dememesi, bu konuda yeterince açık olmaması bu tabloyu ortaya çıkarıyor. İstanbul’daki olaylar için “O kadar da önemli değildi” demesi karşısındakileri anlamadığını gösteriyor.

• Ben Türk kadınlarının “Kimse beni başörtüsü takmaya zorlamıyor” demesini anlıyorum. Ama sosyal baskı var. Belki İstanbul’da sorun yoktur. O da İstanbul’un hangi semtinde olduğunuza göre değişir.

Ama Türkiye’nin başka yerlerinde bir kadın “Hayır ben başörtüsü takmak istemiyorum” dediği zaman işler biraz daha karmaşık hale geliyor.

• Erdoğan Türkiye’nin eski pozisyonunu temsil ediyor, “Güçlüyüz, başkaları umurumuzda değil. Yalnız da yapabiliriz. Dünya politikasında tek başımıza var olabiliriz” diyor

• Avrupa’da yayılan İslamofobi büyük bir problem ve çok kaygılıyım. Bu yüzden de İstanbul’daki sanat galerilerinde meydana gelen olaylarda şoke oldum. Bizim tezimize göre Türkiye demokratik İslamın olabileceğinin göstergesi. Ve eğer İstanbul’da olduğu gibi toplumun bir dayatması ile karşı karşıya kalırsak, bu bize hiçbir yarar sağlamaz.

• AKP’nin sorunu laiklere karşı bir tehdit olmayan dindar Müslümanlar olduğunu gösterememesi.

• Dindarlar laik kadınları anlamıyorlar. O kadınlar korkuyorlar.

• Evet ve hayır diyenleri haritada gördüğüm zaman “bu çılgınlık” dedim. Sahillerde çoğunluk “hayır” dedi. İç Anadolu ve Doğu’da çoğunluk “evet” dedi.

• Bana sakın Doğu’da pakete evet diyenlerin paketin içinde ne olduğunu bildiklerini söylemeyin. Bu Erdoğan içindi ve bu son derece otoriter bir durumu yansıttı.

Bence doğru olan “Evet, ama…” idi. Bu yüzden CHP’nin yeni anayasa için attığı adımı çok yakından izliyorum. Tartışmayı başlatalım. Bunu seçimden önce yapmak oldukça saçma. Ama seçim yeni anayasanın çerçevesinin belirlenmesindeki ilk adım olabilir.

• Türkiye’nin AB’ye katılımı bir gereklilik, hem Türkiye hem AB için.

•Ama Davutoğlu ile görüştüğümüz zaman şunu sormak istiyorum: “Bizimle egemenliğinizi paylaşacak mısınız?” Bu Türkiye için büyük bir sorun. AB’nin Türkiye konusunda sorunu var ama Türkiye’nin de AB ile egemenliğini paylaşma konusunda sorunu var.

• Referandumdan bir gün önce Yaşar Kemal’le İstanbul’da bir araya geldik. “Evet ama… ” diyenlerdendi ama Kılıçdaroğlu’ndan da son derece umutluydu.

• Kılıçdaroğlu CHP’nin AB’ye karşı milliyetçilik politikasının bir yere varmayacağını görüyor. CHP, AKP’nin muhafazakârlarının karşısına modern-sol-liberal bir parti olarak çıkmalı. Gelecek orada.

(Çimen Turunç Baturalp/Cumhuriyet)

Dev Maç İçin Geri Sayım

0

Almanya-Türkiye EURO 2012 Elemeleri A Grubu maçı için nefesler tutuldu. Heyecanlı bekleyiş sürerken, Schweinsteiger ve Arda’nın yerine kimlerin forma giyeceği belli oldu. Dikkatler Mesut Özil ve Nuri Şahin’in üzerinde.

Berlin’de bu akşam oynanacak Almanya-Türkiye futbol maçı için sadece taraftar değil, futbolcular da heyecan içinde. Ancak gözler daha çok iki oyuncunun üzerine çevrilmiş durumda. Bunlar, Almanya’da doğup büyümüş, ama biri Alman Milli Takımı’nın, diğeri de Türk Milli Takımı’nın formasını giyecek olan Mesut Özil ve Nuri Şahin.

Türk asıllı oyuncu Mesut Özil'in (sağda) bu akşam Türk milli takımı karşısında göstereceği performans merakla bekleniyor

”Bu tabii ki benim için çok özel bir maç, çünkü arkadaşlarıma karşı oynayacağım”. Bu akşam oynanacak Almanya-Türkiye karşılaşmasında Alman takımında kilit rollerden birini oynayacak Mesut Özil, maç öncesi duygularını böyle ifade ediyor.

Almanya’da doğup büyümesine rağmen Türk Milli Takımı’nda oynamayı tercih eden Nuri Şahin ise şunları kaydediyor:

“Ben iki takımla da büyük gurur duyuyorum. Hem Almanya’da doğup büyüdüğüm için gurur duyuyorum, hem de bir Türk olarak yetiştiğim için. O nedenle kendimi, iki ulusu birbine bağlayan bir sporcu olarak görüyorum.”

Nuri Şahin’in tercihi

Alman Milli Takımı Teknik Direktörü Joachim Löw ise düzenlediği basın toplantısında ”Türkiye en güçlü rakibimiz” diye konuştu. Bu kez, 2008 Avrupa Şampiyonası’ndakinden daha güçlü bir Türkiye ile karşılaşacaklarını belirten Löw,  Borussia Dortmund’un oyun kurucusu Nuri Şahin’in kendi ekibinde olmamasını da şöyle değerlendirdi:

“Şu an bizim takımda olmamasının nedeni, Türk takımında karar kılması. Harika bir oyuncu kaçırmış olsak da, ben bu kararı saygıyla kabulleniyorum.”

Nuri Sahin (ortada) ve Hamit Altıntop (sağda) Türk milli takımının Bundesliga menşeli oyuncularından

Neden Alman Milli Takımı?

Real Madrid’in yeni ve beğeni toplayan orta saha oyuncusu Özil de neden Alman Milli Takımı’nı tercih ettiğini şöyle açıklıyor:

“Ben Almanya’nın genç takımlarında da oynadım, o nedenle burada  birçok arkadaşım var. Ben burada doğdum, büyüdüm ve çevremdeki herkes beni çok destekledi. Ailem, arkadaşlarım, bunlar benim için çok önemli.  Ayrıca Alman Milli Takımı da beni müthiş destekliyor. Ben uyumun çok önemli olduğunu ve benim buradaki göçmenlere bu konuda örnek teşkil ettiğimi düşünüyorum.”

Schweinsteiger’in yerine Kroos oynayacak

Karşılaşmada Khedira’nın forma giyeceği kesinleşirken, Alman Milli Takımı’nın kadrosunda sakatlığı nedeniyle Bastian Schweinsteiger, Türk Milli Takımı’nın kadrosunda da Arda oynayamayacak. Alman ekibin savunma kanadında Schweinsteiger’in boşluğunu Toni Kroos dolduracak.  Türk Milli Takımı’nın Hollanda’lı Teknik Direktörü Hidding’in, milli takımın oyun kurucusu Arda’nın boşluğunu ise Nuri Şahin’le doldurması bekleniyor.

Alman milli takımının önemli oyuncularından Bastian Schweinsteiger sakatlığı nedeniyle forma giyemeyecek

Berlin Olimpiyat Stadı’ndaki karşılaşma için satışa çıkarılan 74 bin biletin hepsi tükendi. Bunun 30 bin’ini Türk taraftarların oluşturacağı bekleniyor. Alman Milli Takımı’nın kaptanı Philipp Lahm, biletlerin tükenmesini şöyle değerlendiriyor:

”Bizim için en güzel an, stadyuma giriş anı olacak.  Her iki takımın taraftarlarının da iyi bir atmosfer yaratacağına eminim. Kalabalık bir seyirci kitlesi olmasına tabii ki her futbolcu çok sevinir.”

Takım kaptanı Lahm, Mesut Özil’in Türkiye Süper Ligi’ni yakından takip etmesinin kendilerine avantaj sağladığını belirtirken, Türk takımında yetenekli oyuncuların bulunduğunu ve en önemli özelliklerinin de ekip ruhuyla oynamaları olduğunu belirtti.

”Maçın heyecanlı ve dostça geçeceğine eminim”

Nuri Şahin, iki ülke arasında bu akşam oyananacak maçın coşkulu ve dostça geçeceğinden emin: “Bence bu maçın ev sahibi biz Türkler olacağız . Duyduğuma göre karşılaşmanın biletlerinin yarısını Türkler satın almış. Ama Almanya tribünlerinde de birçok Türk’ün oturacağından eminim. Çok mutluyum. Akşamki karşılaşma tam bir derbi maçı gibi olacak ve her iki takımın da iyi bir oyun çıkaracağından eminim.”

Almanya ile Türkiye arasında Berlin Olimpiyat Stadı’nda Türkiye saatiyle 21.45’de oynanacak karşılaşmayı İngiliz hakem Howard Webb yönetecek.

Deutsche Welle Türkçe

Nobel Barış Ödülü Çinli muhalifin

Nobel Barış ödülü, geçen yıl hapse atılan Çinli muhalif Liu Xiabao’ya verildi.

Norveç’in başkenti Oslo’da açıklanan ödülün, daha önce Liu Xiabao’nun seçilmemesi için uyarıda bulunan Pekin yönetimi kızdıracağı kesin.

Norveç Nobel Komitesi Başkanı Thorbjoern Jagland Liu’nun ‘Çin’deki insan hakları mücadelesinin en önemli sembolü olduğunu’ söyledi.

Jagland daha önce yaptığı açıklamada seçimlerinin tartışmalı olacağını kabul etmişti.

Jagland duyurudan önce bir Norveç televizyonuna yaptığı açıklamada, ‘Ödülü kazanan ismi duyunca anlayacaksınız’ demişti.

Jagland ödül duyurusu sırasında yaptığı konuşmada da Çin’in dünyadaki yeni konumunun ‘sorumluluğunu da arttırmış olması gerektiğini’ söyledi.

Jagland, Çin vatandaşlarının çoğunun ülke anayasasında öngörülen özgürlüklerden ‘uygulamada faydalanamadığını’ vurguladı.

Torbjoern Jagland, Liu Xiabao ismini seçim sürecinin başında belirlediklerini de ekledi.

54 yaşındaki Liu, geçen yıl sonunda, Çin’de çok partili demokrasi ve insan haklarına saygı talep eden 8.maddenin yazadı.

Barış ödülü duyurusu öncesi ödüle aday gösterilen başka isimlerden bahsedilmedi. Ancak medyada bahsi geçen isimler arasında, Afgan kadın hakları savunucusu Sima Samar, Rus insan hakları savunucusu Svetlana Gannuşkina, Eski Almanya Başbakanı Helmut Kohl ve Zimbabve Başbakanı Morgan Tsvangirai vardı.

Nobel Komitesi geçen yıl da ABD Başkanı Barack Obama’ya verdiği ödülü savunmak zorunda kalmıştı. (BBC)

İki milyon İstanbullu sokağa çıktı!

2 Ekim akşamı, saat 20.00′de, binlerce İstanbullu ellerinde mumlarla, kendilerine en yakın sahile inip 1 saat beklediler. Kimi şarkılar söyledi kimi sloganlar attı, kimi defile yaptı, kimi konser verdi, kimi sokak sanatçıları da bireysel performanslarını sergiledi. Hepsinin ortak dileği aynıydı. “Durdurabiliriz,” diyorlardı, “bu yıkımı bu katliamı durdurabiliriz!”

Milyonlarca ağaç vardı; hiç kimsenin istemediği, mimarların, mühendislerin, şehir planlamacılarının, ulaşım uzmanlarının ve diğer bilim insanlarının “hiçbir şey için çözüm değil” dediği, trafiği azaltmayacağı, bilakis artıracağı istatistiklerle kanıtlanan 3. köprü projesi için katledilmeyi bekleyen…  Kökleriyle Toprak Ana’ya bağlı olmasalar kaçıp gideceklerdi. Ağızları olsa çığlık atıp yardım isteyeceklerdi. Elleri olsa onları kesmeye gelenleri engelleyeceklerdi… ama bunların hiçbiri yoktu. Öylece sonlarını bekliyorlardı ki, 2 Ekim akşamı İstanbullular milyonlarca ağaca kol kanat gerdi, onların sesi oldu.

Hepimiz biliyorduk ki paradan başka hiçbir değer tanımayan politik anlayışları durdurmak öyle kolayca olacak iş değildi. Bireysel performanslar, şarkı söylemek dans etmek de gerekliydi ama şöyle kafa kafaya verilip forumlar da yapılmalıydı.

Ben, Emirgan İskelesinde yapılan etkinliğe tanıklık ettim, notlar aldım, sizinle de paylaşayım istedim. Forum başladığında, eski günleri mutlulukla anımsayan bir hanımefendi, “Eskiden vapurlarla geçerdik karşıdan karşıya, nesi vardı ki?” dedi. “Hem püfür püfür vapurda seyahat etmek varken kim ister köprüden geçerken otomobil içinde trafikte sıkıntıdan patlamayı?’’

Başka bir bey karayolları lobisinden söz etti. Hep yeni yollar yapıldığını, böylece de insanların özel araçlarıyla konfor içersinde gitme umutlarının canlı tutulduğunu anlattı. Oysa şehirde yaşıyorsanız sizin gibi milyonlarca otomobil sahibi vardır ve hepsi aynı umutla yola çıkarlar ve trafik sıkışıklığı dediğimiz şey de bu nedenle oluşur.  Yani şehirde yaşıyorsanız daha çok yol, daha çok trafik sıkışıklığı demektir. Daha çok yol, daha çok otomobil, daha çok trafik sıkışıklığından oluşan fasit daireden çıkışın tek yolu, toplu ulaşım ve ona ilave edilecek bisiklet yollarıdır.

Şehir plancıları odasından gelen arkadaşlar, hazırlanan şehir planlarına uyulmadığından yakındılar. İnsan merkezli anlayışlarla hazırlanan planların kentleri bu hale getirdiğinden söz edip, kentlerin diğer bileşenlerinin de en az insanlar kadar dikkate alınması gerektiğini, aksi taktirde bu olumsuz gidişin durdurulamayacağı görüşünü de dile getirdiler.

Başka bir katılımcı başta karayolları lobisi olmak üzere rant peşinde koşan kişi ve çıkar gruplarının kolaylıkla siyasal kimlik değiştirdiklerini, bugün iktidarda AKP olduğu için onun içinde yer alanların, yarın iktidar CHP’ye geçse CHP’nin içinde yer alacaklarını anlattılar. 3. köprü gibi konuların sadece siyasal partiler aracılığıyla çözümlenemeyeceğine ; asıl çözümde, konu ve hedef temelinde oluşup gelişecek toplumsal muhalefetin ve sivil toplum örgütlerinin önemli olduğuna dikkat çektiler.

Kuş gözlemcileri de forumun konukları arasındaydı. Gezegenimizdeki kuş göçlerinin en önemli yollarından birinin İstanbul boğazı olduğunu anımsatıp, her yıl görmeye alışık olduğumuz o olağanüstü kuş göçlerinin 3. köprü projesiyle nasıl bir tehdit altında olduğunuzdan söz ettiler.

Yeni yapılacak köprünün ya da köprülerin zaten çok kalabalık olan kent nüfusunu daha da artıracağından kaygı duyan katılımcılar, nüfus yoğunluğunun artışının yanı sıra yatırımların da İstanbul’da yoğunlaşmasından kaygı duyduklarını, deprem gerçeğinin hep ihmal edildiğini anlattılar. İstanbul’un daha fazla büyümesinin mümkün olmadığı, aksine küçültülmesi gerektiğini, beklenen İstanbul depremi sonrasında tüm ülkede yaşanacak ekonomik çöküntü ve kayıpların insanların aklını başına getireceğinden bahseden forum katılımcısının anlattıkları da ilgiyle dinlendi.

3. köprü projesinin, her ne için kullanılacaksa, ister İstanbul trafiğini azaltmak, ister transit taşımacılık için kullanılsın, alternatifleri içinde en kötü proje olduğundan söz eden katılımcılar, toplu taşımanın şehrin sorunlarının tek çözümü olduğu konusunda uzlaştılar. Transit taşımacılığın, illa yapılacaksa,  geceleri boş olan Marmaray aracılığı ile kolaylıkla sağlanabileceğini de ayrıntılı rakamlarla anlatıp, karayolları lobileri ve rantçılara karşı yapılacak mücadelenin hiç kolay olmayacağından kaygı duyduklarını, hatta bu konuda  umutsuz olduklarını bile dile getirdiler. Çünkü hemen o sırada yanımızdan geçen bir grup kendi aralarında başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Bunlar birinci köprüye de karşıydılar, ikici köprüye de karşıydılar üçüncü köprüye de karşılar.’’ retoriğini tekrar ediyorlardı. Oysa aynı başbakan, üçüncü köprünün bir ‘’cinayet’’ olduğunu da söylemişti.

İstanbul’un kuzey ormanlarının 3. köprü projesiyle yok edilmesinin şehre ait son ormanlık alanı yok edeceğini, üstelik de kuzey rüzgarlarının şehre taşıdığı tozları ve zararlı atıkları filtreleyen bu ormanın yok edilmesinin şehir halkının soluduğu hava kalitesini ne kadar olumsuz etkileyeceğini de bildiklerini anlatan forum katılımcıları, tüm bu bilgileri daha çok İstanbullu ile paylaşmak gerektiğinin de farkındaydılar.

Daha çok para kazanmak için katli vacip kılınan milyonlarca ağacın sesi olmak, eli kolu olmak ve 3. köprü projesini durdurmak artık daha bir mümkün gözüktü gözüme; çünkü binlerce İstanbullu sokağa çıktı. Bu defa rantçıların, lobilerin işi hiç kolay olmayacak…

Dr.Savaş Çömlek

Yeşiller Partisi / İstanbul

Ömer Madra: “Dünya iklim hareketinin ilk ve dev adımı 10/10/10”

Ömer Madra yıllardır Türkiye’ye küresel ısınmanın ne kadar önemli, ne kadar acil bir sorun olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ama anlatmakla da kalmayıp bir aktivist olarak sokaklarda, küresel ısınmayı durdurmak için herkesi harekete geçmeye çağırıyor. Bu yıl 10 Ekim’de, 350.org’un öncülüğünde bütün dünyada aynı anda yapılacak olan eylemlerin Türkiye ayağında da çağrı metni Ömer Madra imzasını taşıyordu. Biz de 10 Ekim’e iki gün kala, Açık Radyo yayın yönetmeni Ömer Madra ile küresel ısınma, 10/10/10 ve aktivizm üzerine konuştuk.

– 10/10/10.. Neden sokaklarda olmak gerek? Bu çağrı kime?

10/10/10’da sokaklarda olmak niye önemli? Bu sorunun cevabı herkes için farklı olabilir. Benim için en anlamlı cevap şu: 2000 doğumlu olan, yani bugün tam 10 yaşında olan torunum, bundan 10 yıl sonra ortalığı tam fırtına kıyamet götürürken “Dede bunları o zaman biliyordun da niye bana söylemedin?” diye sorarsa bir cevabım olsun diye. “Biz oradaydık ya işte!” diyebilmek için. (O zaman ben yaşıyorsam tabii! Hoş, yaşamıyorsam da farketmez . Yaşamıyorsam da “biliyordu da bana söylemedi” durumu olmasın diye.)

– Yazdığınız çağrı metni karanlık bir tablonun tasviri ile başlıyor. Harekete geçilmezse ne olur?

Çağrıda çizilen tablonun karanlık olduğu doğru. Ama, bence burada önemli olan şey, tablonun renginden çok, gerçekliği. Orada anlatılanlar, büyük resmin küçük bir parçası aslında. Bunların hepsi oldu. Bunlardan çok daha fazlası da oldu. Ve bilim dünyasının kanıtlarıyla ortaya koyduğu gibi, besbeteri de olacak. Jeofizik kanunlarından bahsediyoruz. Pazarlık edecek durumda değiliz. Jeofizik, “atmosfere saçacağınız sera gazı en fazla milyonda 350 parça (ppm) olacak, daha fazla olmaz!” diyorsa, öyle olacaktır. Dünyada Maldiv Adaları, Bolivya gibi birkaç ülke dışında hükümetlerin bir şey yaptığı yok. Dolayısıyla, kamuoyunun bir şekilde “aktif müdahil” olması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Yani harekete geçmemiz zorunluluğu. Harekete geçilmezse ne mi olur? Bunu birkaç yıl sonra bir daha konuşalım isterseniz. Özellikle bugünün gençleri ve çocuklarıyla.

– Tüm dünyada binlerce eşzamanlı eylem. Bu bir ilk mi? Önemi ne?

10/10/10’a 2 gün kala, son duruma baktığımda, yeryüzünün tüm ülkelerinde (hadi tüm demeyelim, BM’ye üye olan 192 ülkeden 188’inde) 7000’den fazla eylemce kaydedildiğini görüyorum! Yani Pazar günü yeryüzü tarihinde en yaygın çevre eylemi gerçekleşmiş, en yaygın mesaj yeryüzünü çepeçevre dolanmış, tek bir gün için en fazla sayıda insan siyasi eylem gerçekleştirmiş olacak. Bundan fazlası mı? Can sağlığı filan değil aslında. Aslında iş şimdi başlıyor denebilir. Küresel bir kitle hareketinin kurulmasına giden yolun ilk önemli adımı da diyebiliriz.

– Yıllar sonra dönüp baktığınızda 10/10/2010 tarihini nasıl hatırlayacağınızı düşünüyorsunuz?

Yıllar sonra baktığımızda, ya da çocuklarımız baktığında şu denecektir bence: “Şirketlerin kontrolündeki küreselleşmenin karşısına çıkan Dünya İklim Hareketinin ve doğrudan kitle eylemlerinin ön plana geçmesinin ilk ve dev adımıydı 10/10/10.”

– Yapılan “eylemce” çağrısı aslında aynı zamanda bir de “eğlence” çağrısı? Neden?

Eylemce, çünkü sırf eylem deyince en azından Türkiye’de bazı orta sınıf ve kentli insanların zihninde bir çekinme, hatta bir korku uyandığını düşünebiliriz. Eylemin kendisi, aslında her zaman içinde eğlenceli bir yan da barındıran heyecanlı ve canlı bir olgudur bence. Ama bu bir yana, hep birlikte sokakta yürüyüp şarkı söylemekten daha korkutucu birşeyler var. Mesela insanlığın ve canlılar âleminin yokolması tahlikesi, bana sokağa çıkmaktan biraz daha korkutucu geliyor.

– Yıllardır  felaket tellallığı ile eleştirildiniz. Bugün gelinen noktada bunlara yanıtınız nedir?

Ben bir felaket tellalı değilim. Bilim ve rasyonel düşünce dünyasının temsilcilerinin ezici çoğunluğunun kanıtlarını da ortaya koyarak söylediklerini dinleyici ve okurları ile paylaşan biri olmaya çalışıyorum sadece. James Hansen, Bill McKibben, Noam Chomsky, Richard Falk da felaket tellalı falan değil. Bilim âleminin %99’u, düşünce dünyasının bir o kadarı, yerçekimi yasası kadar tartışılmaz bir gerçeği ortaya koyuyor. Ya 350 ya yokoluş. İnanmayacaksınız belki, ama mesele bana bu kadar basit ve net görünüyor.

RÖPORTAJ: Işıl Sarıyüce (Yeşil Gazete)

Türkiye’de enerji verimliliğinin durumu İstanbul’da tartışılıyor

Heinrich Böll Stiftung Derneği Avrupa Birliği Politikaları Enstitüsü ile ortaklaşa yürüttüğü AB destekli proje çerçevesinde, M. Tülin Keskin ve Halil Ünlü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Enerji Verimliliğinin Durumu ve Yerel Yönetimlerin Rolü” başlıklı raporu bir toplantıyla kamuoyuna açıklıyor. Toplantı 9 Ekim 2010, Cumartesi günü 11:00-13:00 arasında Cezayir Toplantı Salonu’nda yapılacak.

ModeratörlüğünüYeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin’in yapacağı toplantıda Marmara Belediyeler Birliği Danışmanı Halil Ünlü ve Yeşilgüç Enerji Ve Çevre Danışmanlığı’ndan M. Tülin Keskin konuşmacı olarak yer alıyor.

Ayrıntılı bilgi için: http://www.boell-tr.org ve 212-249 15 54

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu 1-2 Kasım’da İstanbul’da

Basın toplantısında Yeşiller Partisi adına Ümit Şahin, Heinrich Böll Stiftung Derneği adına İbrahim Günel konuştu. Fotoğraf: Evrim Kepenek (DİHA)

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubunun, ‘Avrupa’daki Türkiye’ başlıklı toplantısı, 1-2 Kasımda İstanbul Kongre Merkezi’nde yapılacak.

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin ve Heinrich Böll Stiftung Derneği adına İbrahim Günel toplantı programına ilişkin Cezayir Restaurant’ta düzenledikleri basın toplantısında toplantı hakkında bilgi verdiler. Ümit Şahin 2004 yılındaki ilk  toplantının ardından Avrupa Yeşilleinin ikinci kez Türkiye’de toplandığını belirterek Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubunun, Türkiye’ye verdiği önemi dile getirdi.

‘Bu toplantı, Türkiye’nin, yanlış enerji politikalarının ve Rusya’ya bu nedenle bağımlılığının AB’yi endişelendirdiğinin göstergesidir’ diyen Şahin, toplantıya, yerli-yabancı pek çok önemli ismin katılacağını söyledi.

Şahin, bir soru üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a da Brüksel’den davet gönderildiğini, ancak kendisinin katılıp katılmayacağının henüz netlik kazanmadığını ifade etti.

Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye temsilciliğinin ev sahipliğinde düzenlenecek ‘Avrupa’daki Türkiye’ toplantısına, taslak programa göre, Daniel Cohn-Bendit, Joost Lagendijk, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, eski milletvekili Aysel Tuğluk, BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, gazeteciler Ahmet İnsel, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Yasemin Çongar, Etyen Mahçupyan, Oral Çalışlar da konuşmacı olarak katılacak.

Toplantıda, ‘AB ve Türkiye İlişkileri’, ‘Türkiye’de Yeni Anayasa Değişikliği’, ‘Enerji Güvenliği’, ‘Nükleer Enerji’, ‘AB ile Kültürel İlişkiler’ gibi konular ele alınacak.  (Anadolu Ajansı, DİHA)

Uzmanlar karamsar: “Atık selinin Tuna’ya ulaşmasını engellemek imkansız”

Atık seli nehir çevresindeki kasabaları kırmızıya boyadı

Budapeşte’nin 100 kilometre kadar güneybatısındaki Ajka kasabasında kurulu Ajkai Timfoldgyar Zrt aluminyum fabrikasının rezervuarlarından pazartesi günü taşan 700.000 metreküp zehirli atık, Macaristan’ın 3 bölgesinde acil durum ilan edilmesine neden oldu.

Macaristan tarihindeki en büyük kimyasal afet olarak nitelendirilen olayda en az 4 kişi öldü ve 120 kişi yaralandı. Hükümet, atık selinden en çok etkilenen 7 köyün yüzlerce hanenin acil olarak boşaltılmasını emretti.
Şu anda atık seli Tuna Nehri’ne doğru yol alıyor. Çevre uzmanlarına göre atık Tuna Nehri’ne ulaşırsa eşi görülmemiş bir ekolojik felaket yaşanabilir. Son günlerde yaşanan aşırı yağışlar nedeniyle bölgedeki nehirlerin taşmış olmasının durumun ciddiyetini iyice arttırdığı belirtiliyor.
Atık seli Salı sabahı itibariyle Tuna Nehri’nin batı kollarından birine karıştı ve öğlen saatleri itibariyle de ana-nehre ulaştı. Tuna’yı besleyen Marcal ve Raba Nehirleri de atıktan etkilenmiş durumda.
Associated Press’e konuşan Macar Kurtarma Birimi yetkilisi “Marcal Nehri’ndeki hayat bitmiş durumda” dedi.
Associated Press’e göre atık seli Tuna Nehri’ne girerken pH seviyesi başlkangıç değeri olan 13’ten 10’a düştü. Tuna Nehri’nde henüz ölü balığa rastlanmadı ancak çevresel etkilerin ağır olması yüksek bir olasılık.
Tuna Nehri 2850 kilometre uzunluğuyla Avrupa’nın ikinci en büyük nehri. Nehrin akıntısı üzerinde kalan Hırvatistan, Sırbistan ve Romanya nehir suları üzerinde her birkaç saatte bir tekrarladıkları testler yapmaya başladılar.
Nature dergisi, Almanya Ulusal Çevre Araştırmaları Merkezi uzmanı Rainer Wennrich ile ne tür ekolojik zararların yaşanabileceği ve hangi önlemlerin alınması gerektiği üzerine konuştu. Röportajın tam çevirisini sunuyoruz.
– Bu atık nasıl üretiliyor ve ne oldu da rezervuarından çıkarak bölgeye yayıldı?

Aluminyum maddesi, “Bayer Yöntemi” olarak adlandırılan süreç sonunda boksit madeninden elde edilir. Bu süreç sırasında da kırmızı renkli bir atık ortaya çıkar. Normal şartlarda bu atık büyük rezervuarlarda tutulur ve katı kısımları çamurda, sıvı kısımları suda çözülür.
Rezervuarın nasıl taştığı konusunda tam bir bilgi yok ancak muhtemelen aşırı yağışlar nedeniyle rezervuarı çevreleyen duvarlar yıkıldı ve atık seli meydana geldi. Bunun yanısıra rezervuarı çevreleyen duvarların yeteri kadar güçlü inşa edilmemiş, ya da rezervuarın hacminin yetersiz kalmış olması da mümkün.
– Atığın kimyasal yapısı nedir?

Büyük oranda flüorür, aluminat ve sülfat; aynı zamanda krom, nikel, magnezyum ve kurşun gibi ağır metaller içerir. İçindeki arsenik oranı, içme suyu için kabul edilebilir oranın en az yüz katıdır.
– Bu atık seliyle bir şekilde temasa geçmek insan sağlığında ne gibi etkiler doğurur?

En büyük tehlike, basitçe ifade etmeye çalışacağım, sodyum hidroksitiyle 11-12 civarında yani son derece bazik bir pH değerinin karışımıdır. Bunun anlamı gözün ve derinin dağlanması ve -atığın yanında nefes alındığı zaman- akciğerlerin zarar görmesidir.
– Geçmişte buna benzer kimyasal kazalar yaşanmış mıydı?
10 yıl önce siyanür ve diğer ağır metaller Romanya’daki bir altın madeninin atık rezervuarından sızarak Tuna ve diğer nehirlere sızmış, ciddi oranlarda balığın ölümüne yol açmıştı. Yine madencilikle ilgili benzer bir kaza da 1998 yılında İspanya’da yaşandı : Los Frailes Maden rezervuarı yıkıldı ve 5 milyon metreküp zehirli sıvı Sevilya yakınlarındaki Guadiamar Nehri’ne karıştı.
– Bu zehirli atıklar şimdi Tuna Nehri’ne ulaşırsa ne olur peki?

Eğer atık Tuna’ya ulaşırsa bundan hem insan hem de çevre sağlığı bir çok açıdan etkilenir. Atığın zehir oranı ne kadar yüksek olursa yaratacağı etkiler de o kadar büyük olacaktır. Sızıntının yakınlarındaki nehirlerdeki balık nüfuslarında ciddi kitlesel ölümler yaşanacaktır. İnsan, yabani hayat ve çevre üzerindeki uzun vadeli etkiler konusunda ise şimdiden birşey söylemek çok güç.
Atık suyla karıştıkça zehir oranı giderek düşecek, çünkü zehir daha yüksek miktarda suyun içinde çözülerek dağılacak. Bu tabi ki olumsuz etkileri azaltır, ancak diğer yandan da etkilerin alanını genişletir; özellikle de bölgedeki yoğun yağışlar ve seller devam ederse.
– Atık selini durdurmak ya da zehrini etkisiz hale getirmek mümkün mü?

Atık selinin Tuna Nehri’ne ulaşmasını engellemek neredeyse imkansız, çünkü etkilenmiş alan gerçekten de oldukça büyük. Acil müdahale takımları zehirden etkilenmiş nehirlere kireç dökerek zehirin etkisini nötralize etmeye çalışıyorlar ama bunun işe yarayacağını söylemek biraz zor.

Nature dergisinden çeviren: Durukan Dudu (Yeşil Gazete)

Yeşili bekleyen ressam: Serpil Odabaşı

Sevgili Serpil, son derece üretken bir sanatçısın. Hem bu verim, sadece resimlerinden, sergilerinden doğmuyor. Özellikle alternatif yenimedyada sıklıkla söyleşilerin yayınlanıyor. Toplumla kurduğun direkt, samimi ama son derece sorgulayıcı ilişki yalnızca resimlerinden oluşmuyor. Ben bu söyleşinin, bu iletişimi daha da zenginleştirmesini umuyorum.

İşkenceden, ayrımcılıktan, fiziksel ya da psikolojik şiddetten beslenen bir ressamsın. Peki, diğer hayvanlara ve canlılara tüm yok ediciliği ile uygulanmaya devam eden dini ve hümanist temelli ırkçılık hakkında ne düşünüyorsun?

İnsanın, doğaya tek egemen güç gibi davrandığını ve bunu yaparken de vahşetini meşrulaştıran gerekçeler ürettiğini düşünüyorum. Kapitalist sistem herşeyi tüketmek üzerinden kendini var ettiği için, herşey mübah olabiliyor. Ormanı yakmak da, hayvana zulüm de olağan karşılanıyor. Çünkü aslolan rekabet ve kar. Kapitalizmin; doğaya da, insana da, kültüre de düşman olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle elbette rahatsızım. Ancak kendi alanlarımızı da oluşturamadığımızdan bizler de bu zincire onun birer parçası olarak isteğimiz dışında da olsa katılıyoruz. Ormanların yakıldığı alanlara dikilen konutlarda yaşayarak, zulümlerle üretilen etten beslenerek, plastik ürünleri tüketmek zorunda bırakılarak ya da hiç ihtiyacımız olmayan bir yığın ıvır zıvırı satın alarak bizler de bu var olma biçimine katkıda bulunmuş oluyoruz. Hümanist modern akıl da insan merkezli olduğundan hayvanların ya da ekolojik değerlerin yok edilmesini, insan yararı için kurban edilmesini meşru görüyor.

Kapitalizm de dinsel ve hümanist değerleri içselleştirerek oradan bir yer ediniyor yaşamlarımızda. Kurban bayramlarında heryerde akan oluk oluk kan dinin gereği olarak sunulduğundan bir rahatsızlık yaratmıyor, Ya da yaşanan rahatsızlık hijyen ile ilgili oluyor. Öğrencilerimle sohbet ederken, hayvanların alanlarını işgal ettiğimizi söylüyorum. Hayvanları bize ait caddelerde, bilmedikleri bir dünyanın içinde, trafik ışıklarını ve diğer pek çok şeyi öğrenmek zorunda bıraktığımızı vurgularım bazen. Ya da kendi yaşam alanlarında onları hapsediyoruz. Önemli olan bu yüksek konutlarda, bu işlek caddelerde insanın ne kadar tüketebileceğiyken, kimsenin bir aracın altında kalan ya da türü tükenen bir hayvanla ilgilenmeye vakti de yok zaten. İlgilenene de anormal muamelesi yapılıyor. Aslolan her durumda tüketimken, tüketen de tükettiren de bir histeri halinde, kendini kaybetmiş halde bütün bu vahşeti dini ya da akli nedenlerle meşrulaştırıyor.

Sadece kapitalizm de değil. SSCB deneyiminde de gayet türcü, otoriter, erkek egemen, ekolojik etikten uzak bir yapı vardı. Umutsuz olduğumu itiraf edince insanlar bana kızıyor; ama onların kızmasını da göze alarak doğayla uyum içinde, ona hükmetmeden eşit mesafeyle yaşamak için çok geç kalındığını, bu anlamda pek umudumun kalmadığını da eklemeliyim.

Yakın bir gündem olduğu, ayrıca senin cesaretini ve net tutumunu bildiğim için özellikle merak ediyorum. Kurban ritüeli sende neler uyandırıyor?

Bu derin bir konu aslında. Her kültürde kurban ritüelleri olmuş ve bu form değiştirerek hala devam ediyor. Urartulular’da var bu, Frigyalılar’da da… Günümüzde renk ve biçim degiştirerek de olsa bunlar sürüyor. Bazen bir insanı gözden çıkararak, bazen bir kültürü, bazen de doğayı; bir şeyleri başka bir şeylere feda ediyoruz sürekli. Yok etmek için hep akla uygun gerekçeler aranıyor ve bulunuyor da… “Yok edilmeli çünkü” ile başlayan cümleler bazen iktisadi bir lanetli pay ile ilgili olarak, bazen bir namus cinayeti, bazen de estetize edilmiş törensel bir gerekçe gibi çıkabiliyor karşımıza…

İspanya’daki boğa güreşlerini de unutmamalı. Kurban diyince, aklıma çocukluğum geliyor. Sen de, resimlerinde erkek egemen iktidarın; çocuğu nasıl kuşatarak, kendine dönüştürdüğünü anlatıyorsun. Rakel Dink’in deyişiyle de, “Bir bebekten katiller yaratan bir iktidar bu.” İtaat ve feda etmek, işkencenin ve travmanın estetize edilmesi, iktidarın kanıksanması, acının, ölümün, kutsallaştırılması ve normalleştirilmesi. Sünnet hakkında neler düşünüyorsun?

Resimlerimde bu tip konuları dillendirirken amacım bu acıların kanıksanmasını sağlamak ya da bu acıları fetişleştirmek olmadı. Daha ziyade bir bellek kaydı tutmak istedim; zaten sadece acı üzerinden var olmayı problemli buluyorum. Daha önce de belirttiğim gibi, statükoyla alay etmenin keyifli yanlarını da sunmaya çalışıyorum.

Sünnet mevzusuna gelince… Her kültür kendi değerlerini yaratır, dış dünyaya karşı kendini o değerler üzerinden korur ve yeniden üretir. Bunun kurbanları da çoğu zaman çocuklar ya da kadınlar olur. Elbette rahatsız edici ama ben buradan oraya “Hey bu yaptığınız bana göre yanlış!” demeyi de biraz modernist ve sakıncalı bir tavır olarak gördüğümden, sosyal süreçlerin zamanın kendi dinamiği içerisinde evrileceğini düşünüyorum. Bu nedenle de çok müdahil olmak istemem. Çeşitli sağlık örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının söz üretmesi, müdahil olması daha doğrudur, diye düşündüm şimdi.

Sözde evrensel bir kültür ve buna bağlı bir yaptırım gücü önermek için değil ama; Deleuze’in çok sevdiğim bir sözü var: Çocuklar politik tutsaklarımızdır. Erkek sünneti de, gerçek bir tecavüzdür bence. Ataerkil sistemin çocuk zihnine ve bedenine yönelttiği en travmatik saldırılardan biri.

Orda da bir ritüel var tabii, kutsamayla başlayan bir erkek olma ve erkekliğin yüceltilmesi hali. Erkekliğin yüceltilmesi de milliyetçi, ataerkil militarist ve heteroseksist söylemi çoğaltan olumlayan bir şey. Bu yüzden; bunca alkış, onay, ödül, hediye alınan durumların karşısında sesimiz cılız kalıyor.

Yeniden ekolojiye ve çevreye gelelim. Türkiye’deki çevre hareketleri ile ilgili düşüncen nedir? “Vatan toprağı kutsaldır” mottosu ile örgütlenen, faşizan onursal başkanları, ormanları yakan bir orduya mensup hatırı sayıda rütbeli destekçisi ve böylece yüz binlerce üyesi olan örgütlerin hareketin başını çektiği bir ülkede yaşıyoruz.

Çevre hareketi politik de olmak zorundadır bence. Tüm ayrımcılıklarla derdi olan, milliyetçilikle ve ataerkiyle hesaplaşabilen bir ekoloji hareketi çok daha güçlü ve gerçekçi olabilir, diye düşünüyorum. Çünkü bunlar birbirinden bağımsız değil, bir zincirin halkaları gibi… Sözünü ettiğin devlet ya da sermaye destekli çevre hareketleri Hasankeyf’i görmüyor. Ya da 3. köprüyü… Ya da petrol ve otomotiv sanayisini, küresel ısınmayı… Fırat’ın doğusunda yakılan ormanlar, köyler için de ses yükseltilmeli ve söz üretilmeli. Ekoloji dediğimiz şey organik domatesle sınırlı bir şey degildir ki. Çevre hareketi, karşımızda çok kollu, çok güçlü duran bu bütünsel sisteme karşı söz üretmek durumundadır. Yapılan, çok şiddetli akan bir nehire ters yönden kovayla su dökmek gibi biraz. Koca koca şirketlere, ordulara, sermayeye karşı “bu betonlarla, bu fosil yakıtlarla günümüzü ve gelecegimizi tüketiyorsunuz” diyebilmek gerçekten radikal bir duruştur. Bu mesele, bütün insanlığın çevresinde örgütlenebilecegi hayati bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Çünkü, doğa adına elde edilebilecek kazanımlar, sosyolojik yapılanmaları, kapitalizmi, yaşam biçimlerimizi kökten ve pozitif anlamda değiştirebilecek mekanizmalara sahiptir. Burada bir fabrikaya sadece “atıklarını buraya dökme” demiş olmuyoruz. Geleceği de hem doğanın hem insanın lehine inşa etme fırsatı doğuyor. Türkiye’deki çevre hareketini desteksiz, cılız ve sesi kısık bulduğumu belirtmeliyim.

Sence nasıl bir çevre ve ekoloji mücadelesi örgütlemeliyiz? Örneğin, İstanbul sahilleri oldukça önemli bir eyleme tanıklık etti. 2 Milyon İstanbullu, olası üçüncü köprü için kesilecek 2 milyon ağaç ile sembolize edilen bir kampanyanın şimdilik son ayağını gerçekleştirdiler.

Bu biraz da vicdanlarla ilgili bir şey. Fedakarlık yapmak da gerekiyor. Hem özel arabaya bineyim, hem konforlu bir hayat süreyim, hem de ekoloji ya da doğa üzerine söz üreteyim. Havada kalan bir durum. Bu vicdanın oluşturulması da yine zaman ve emek isteyen bir süreç. Bu tür ekolojist aktivizmin yaygınlaşmasını, güç kazanmasını sağlamak için insanlarla yan yana olabilmek önemli. Tarlabaşı’nda da, Hasankeyf’te de insanların sesine ses katabilmek önemli, diye düşünüyorum. Sadece İstanbul, Ankara gibi kentlerde bazı butik eylemlerle sınırlı kalmaktan çok, bunların ayaklarını oluşturmak, paslaşmak, dayanışmak gerekir herhalde…

Hem sosyal ve politik dayanışma ile, hem de her bir birey kendi alanında bu kovalarla ters yöne su dökebilirse, bu nehirin hızına rağmen bir şeyler değişebilir. Kendi adıma; olabildiğince sade yaşamaya çalışıyorum. Uzun vadede kendimizi tam olarak kurtarmamız mümkün değilse de, kentle, kentteki modern hastalıklarla bir mesafem var. Kendimi korumaya çalışıyorum. Üzerimize boca edilen tüketim kültürü ve alışkanlıklarına ilişkin. Hem yaşam biçimim de hem yaptığım işlerde olabildiğince sadeleşme eğilimim var. Öğrencilerimle farkındalık atölyeleri yapıyorum. Uzun uzun konuşup tartışmaya ve bu konuda iş üretilmesini sağlamaya çalışıyorum. Her birinde bu anlamda bir vicdan yaratma çabam var. Tabii bir yerden başlayınca ipin ucunu kaçırıyorum ve zaman yetmez oluyor. Doğayla başlayıp engellilere, etnik ve cinsiyet temelli ayrımcılıklardan gündelik yaşamda kullandığımız argümanlara kadar uzanan bir yelpaze halini alıyor. Öğrencilerim bir süre sonra yaptıkları esprilerde bile daha özenli hale gelmiş oluyor bu da beni mutlu kılıyor.

Bugünün sanatını, sanatçısını, kozmopolit ve giderek küreselleşen bir dünyanın neresinde görmek istersin? Bu bağlamda, kendinde sanatını ve mücadeleni tatmin etmeyen neler görüyorsun?

Kendi adıma bu tip misyonlar yüklenmeyi sorunlu görüyorum. “Aydınlatmacı, öncü” gibi benzetmelerden olabildiğince kaçınıyorum. Modernizmin bu yönünü de eleştiriyorum. Bu topyekün bir süreçtir. Sadece sanatçıların ya da sadece doktorların, sadece belli bir alanın insanlarının çabasına konu olmaktan ziyade; her insanın tek tek derdinin olması gereken bir mağduriyettir doğanın ve insanın içler acısı hali. Herkesin işini gücünü bırakıp yaşadığı alanın bu anlamda derdine düşmesi gerektiğini düşünüyorum. Ha, bu arada Tarkan gibi yürekli desteklere ihtiyacımızın olmadığını da söyleyemem tabi. Öncülükten ziyade destek ve söz üretmek, ruh ve canlılık katmak kıymetlidir kanımca.

Kendi yaptığım işlerde ve duruşumda yüzlerce rahatsız olduğum ayrıntı sayabilirim. Alternatif bir yaşama alanı oluşturmak gibi bir özlemim var. Çayımı döktüğüm zaman, çöp değil doğada dönüşebilen bir şey olmasını isterim. Odun sobası yakmak ve ayağımı toprağa basmak isterim. Fakat bütün bunları oluşturmak bile ciddi bir ekonomik güç de gerektirdiğinden büyük kentlerin bize dayatılan her türlü gazından, çöpünden, tüketiminden nasibimizi alıyoruz. Didaktiklikten uzak fakat doğa adına dokunuşlar yapabilen işler üretmek isterim. Ancak bu çok zor bir şey. Yani didaktik olmadan doğaya ve kapitalizmin vahşetine ilişkin söz söylemek için çok çalışmak çok düşünmek gerekiyor.

Son olarak kapitalizmin; insanı insan, doğayı doğa olmaktan çıkardığını, bu vahşi güce karşı acilen alternatif yaşam alanları yaratmamız gerektiğini düşündüğümü de eklemek isterim.

Teşekkür ederim Serpil Odabaşı. Sergilerinde yaygınlıkla kullandığın, ters yüz edilmiş bir söylem var: Yokluğum varlığına, diyorsun. İyi ki varsın; iyi ki resim seninle var olabiliyor.

Çok teşekkür ederim. Bu bir yolculuk; nereye evrileceğini kestirmek güç. Sağolun, siz de iyi ki varsınız.

(Röportaj: Murat Köylü – Yeşil Gazete)

Rasmussen yine Türkiye’den ne istiyor?

NATO genel sekreteri Rasmussen Ankara'da

NATO genel sekreteri Rasmussen’in Ankara ziyareti üzerine bir açıklama yapan Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) bu ziyaretten önce, Türkiye’nin, Afganistan’da NATO’ya bağlı Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’nün (ISAF) Kabil Merkez Bölge Komutanlığı 1 yıl daha uzatıldığını hatırlattı. Her NATO ziyaretinin yeni talepler anlamına geldiği ifade edilen açıklamada “Türkiye ABD ve NATO’nun işgal ettiği Afganistan’a 1800 asker göndermiştir. Çoğu sivil, on binlerce yoksul Afgan’ı öldüren işgale böylece Türkiye de hükümet eliyle ortak edilmiştir. Bu yüzden yapılması gereken NATO sekreteriyle yeni görüşmeler değil ABD, NATO ve Türkiye askerlerinin derhal Afganistan’dan geri çekilmesini talep etmektir.” dendi.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına Nilüfer Uğur Dalay imzasıyla yapılan açıklamanın tam metni şöyle:

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Türkiye ziyaretini tümüyle gereksiz ve tehlikeli buluyoruz. Çünkü Rasmussen, dünyadaki en tehlikeli savaş örgütünün temsilcisidir.

Biz ve dünyadaki savaş karşıtları yıllardır NATO’nun dağıtılması için mücadele ediyoruz. NATO’ya karşı çıkmamızın en önemli neden bu örgütün tehlikeli bir silahlı küresel örgüt olmasıdır.

Bu ziyaretten önce, Türkiye’nin, Afganistan’da NATO’ya bağlı Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’nün (ISAF) Kabil Merkez Bölge Komutanlığı 1 yıl daha uzatıldı. Bu konuda yapılan görüşmelerde Türkiye’nin adı Afganistan konusunda “öncü ülke” olarak geçti.

NATO temsilcilerinin her ziyareti, Türkiye’den yeni talepler demektir. Türkiye ABD ve NATO’nun işgal ettiği Afganistan’a 1800 asker göndermiştir. Çoğu sivil, on binlerce yoksul Afgan’ı öldüren işgale böylece Türkiye de hükümet eliyle ortak edilmiştir. Bu yüzden yapılması gereken NATO sekreteriyle yeni görüşmeler değil ABD, NATO ve Türkiye askerlerinin derhal Afganistan’dan geri çekilmesini talep etmektir.

NATO SAVAŞ ÖRGÜTÜDÜR…

NATO, bir savaş makinesidir, bir nükleer yıkım odağıdır, yoksul ülkeler üzerinde baskı aracıdır, silah tacirlerinin birliğidir, sivillerin katilidir, yasaklanmış silahları  kullanan bir suç örgütüdür, tüm canlı yaşamı  ve çevre için en büyük tehditlerin başında gelir, ABD ve silah ve enerji şirketleri adına genişleme ve emperyalist hegemonya kurmanın aracıdır.

NATO, binlerce yoksul Afganlının  öldürüldüğü Afganistan işgalinde ABD adına taşeronluk yapan, dünya halklarının ve barışın önündeki en tehlikeli engeldir.

Bu yüzden NATO Genel Sekreterinin Türkiye ziyareti tehlikelidir.

RASMUSSEN NE İSTİYOR?

Afganistan’da on yıldır süren işgale artık bir son verilmelidir.

Obama ABD vatandaşlarından savaşa karşı çıkan sloganlarla oy isterken, seçimlerden sonra savaş karşıtı vurguları tamamen unuttu ve Afganistan’a on binlerce ABD askeri daha yollanması için karar aldı. Obama Afganistan’da kesin bir zafer istiyor ve bu zafer için ek asker gönderilmesi için bastırıyor.

NATO, güncel en büyük savaşı Afganistan’da sürdürüyor ve hala işe yarayan bir örgüt olduğunu kanıtlamanın yolu olarak Afganistan’da halka zulüm uygulamaktan başka bir iş yapmıyor.

Türkiye Hükümeti ise NATO’nun en büyük askeri güçlerinden birisi olmakla övünmekten ve ABD işgalinin ortağı olmaktan başka tutum sahip değil.

Bu yüzden bizler, küresel barış ve adalet isteyenler olarak, Rasmussen’in Türkiye’den hangi taleplerde bulunduğunun kamuoyuna açıklanmasını istiyoruz.

NATO’nun ve ABD’nin hiçbir isteğinin karşılanmamasını,

Hükümetin Afganistan’daki askerleri derhal geri çağırarak Afganistan işgalinin daha uzun bir süre ortağı olmaya son vermesini talep ediyoruz.

Önümüzdeki ay Lizbon’da yapılacak NATO zirvesi sırasında Avrupa’daki savaş karşıtları, “NATO dağıtılsın!” talebini dile getirecekler. Bizler de küresel savaş karşıtı hareketin bu talebini paylaşıyoruz:

NATO’ya hayır, işgale son!
Küresel savaş örgütü NATO dağıtılsın!

Nilüfer Uğur Dalay
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına
7 Ekim 2010
www.kureselbak.org

(Yeşil Gazete)