Ana Sayfa Blog Sayfa 5258

Savcı AKP’den vekil olmak için istifa etti

Ankara Cumhuriyet Savcısı Mehmet Yücesoy, AKP’den milletvekilliği aday adaylığı başvurusunda bulunmak üzere görevinden istifa etti.

Ankara Cumhuriyet Savcısı Mehmet Yücesoy, ”Ankara Savcılığı gibi en yüksek mevki, kariyer ve çok yüksek maaşı feda ederek, sahip olduğum ahlaki ve inanç değerlerini halkımın hizmetinde sergilemek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni çok güzel bir seviyeye getirmiş olan AKP’ye yardımcı olmak için adayım” dedi.

Mehmet Yücesoy, ”Yeni dönemde, başkanlık sistemi, hukuk reformu, adli ve askeri ayrımlarına gidilmeksizin yargının bir çatı altında toplanması gibi hukuki konularda hizmet etmek için aday olduğunu” belirtti.

Amasya ilinden milletvekili aday adaylığı için başvuruda bulunacağını kaydeden Yücesoy, ”Amasya halkına, çalıştığım dönemde yardımda bulunduğum gibi, bundan sonra da siyasi alanda onların gözü kulağı olmak istiyorum” diye konuştu.

Yücesoy, 20 Nisan 1969 yılında Merzifon’un Çatalkaya köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okuyan Yücesoy, orta ve lise tahsilini Merzifon İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Yücesoy, askerliği sırasında, 1991-1992 yıllarında askeri savcı olarak görev yaptı.

Adana’nın Feke, Erzurum’un Çat ve Çorum’un İskilip ilçeleri ile Yozgat’ta Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapan Yücesoy, 2005 yılından bu yana Ankara Cumhuriyet Savcısı olarak çalışmaktaydı.

Ankara Adliyesi’nde Suçüstü Bürosu, Bilişim Suçları Bürosu ve Genel Soruşturma Bürosu’nda çalışan Yücesoy, Adalet Bakanlığı Adalet Akademisi’nde de 5 yıldır ders veriyordu.

Evli ve 4 çocuk sahibi olan Yücesoy, orta seviyede Arapça ve İngilizce biliyor. (aa)

‘Basın tarihinin en uzun ve en kısa yazısı’

Ergenekon soruşturması kapsamında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gözaltına alınarak tutuklanmasına medyadan sert tepkiler geldi.

Eleştirisini en ilginç şekilde dile getiren Birgün yazarı Melih Pakdemir oldu.

Haber 7, yazıyı ‘Basın tarihinin en uzun ve en kısa yazısı’ başılğıyla verdi ve “Pakdemir, aynı anda basın tarihinin en uzun ve en kısa yazısını yazdı” dedi.

Pakdemir, “Faşizm sözün bittiği yerdir” başlıklı yazısının metin bölümünü sadece üç nokta koyarak yayınladı. (Ntv)

İnönü Stadı kabus olmaktan çıktı!

0

Beşiktaş, bu sezon İnönü Stadı’nda eski günlerini çok aratırken 18 puan kaybı yaşadı.

Spor Toto Süper Lig’de, İstanbul’da Trabzonspor’a 2-1 yenilerek zirve yarışının uzağında kalan Beşiktaş, bu sezon evinde başarısız bir grafik çizip, toplam 18 puan kaybetti.

Siyah-beyazlılar, ligde bu sezon İnönü Stadı’nda toplam 12 maça çıkarken bunların 5’ini kazandı, 3’ünde berabere kaldı, 4’ünde ise sahadan mağlubiyetle ayrıldı.

Evinde ilk mağlubiyetini daha ligin ikinci haftasında 2-0’lık skorla İstanbul Büyükşehir Belediyespor’dan alan ”Kara Kartallar”, 8. haftada bu kez 3-2’lik skorla Manisaspor’a yenildi. 22. haftada ezeli rakibi Fenerbahçe’ye İnönü Stadı’nda 4-2 mağlup olan siyah-beyazlılar, son olarak da Trabzonspor karşısında sahadan 2-1 mağlubiyetle ayrıldı.

Beşiktaş, ayrıca Kasımpaşa, Konyaspor ve Kardemir Karabükspor ile de İnönü Stadı’nda berabere kaldı.

Siyah-beyazlılar, evlerinde oynadığı 12 maçta 23 gol atarken, kalesinde 18 gol gördü.

Öte yandan siyah-beyazlılar, Spor Toto Süper Lig’de evinde oynadığı son 3 maçta galibiyete hasret kaldı. En son 18. haftadaki Bucaspor maçını kazanan Beşiktaş, daha sonra evindeki 3 maçın 2’sini kaybetti, birinde berabere kaldı.

Bu arada Beşiktaş’ın cezası nedeniyle Antalya’da oynadığı Gaziantepspor maçı da 1-1 berabere sonuçlandı.

İNÖNÜ STADI’NDAKİ MAÇLAR
Beşiktaş’ın bu sezon Fiyapı İnönü Stadı’nda oynadığı maçlar ve sonuçları şöyle:

Beşiktaş-İstanbul Büyükşehir Belediyespor: 0-2
Beşiktaş-Ankaragücü: 4-0
Beşiktaş-Medical Park Antalyaspor: 2-1
Beşiktaş-Manisaspor: 2-3
Beşiktaş-Sivasspor: 2-1
Beşiktaş-Kasımpaşa: 1-1
Beşiktaş-Konyaspor: 2-2
Beşiktaş-Bursaspor: 1-0
Beşiktaş-Bucaspor: 5-1
Beşiktaş-Kardemir Karabükspor: 1-1
Beşiktaş-Fenerbahçe: 2-4
Beşiktaş-Trabzonspor: 1-2

En iyisi Rusya, Türkiye 12’nci

0

Paris’te Cuma günü başlayan ve bugün sona eren Avrupa Salon Atletizm Şampiyonası’nda en başarılı ülke altısı altın toplam 15 madalya ile Rusya olurken, Türkiye organizasyonu bir gümüş, bir de bronz madalya ile tamamladı.

Rusya kadınlarda orta mesafe koşuları ve takım bayrak yarışında gülerken, atlamalarda da kadınlarda iki, erkeklerde ise bir altın madalya çıkarttı. Ev sahibi Fransa beş altın, dört gümüş ve iki bronz ile ikinci sırada yer aldı. Üçüncü ise üçü altın 10 madalya ile Almanya oldu.

Türkiye iki madalya kazandı
Türkiye adına yarışan Kemal Koyuncu 1500 metrede Türkiye rekoru kırarak 3:41.18’lik derecesi ile ikinci geldi ve gümüş madalyayı boynuna astı. 3000 metrede mücadele eden Halil Akkaş ise 7:54.19 koşarak üçüncü oldu ve bronz madalya kazandı. Aynı dalda final koşan diğer Türk atlet Mert Gırmalegese dokuzuncu gelebildi.

Kadınlar 3000 metrede ise final koşan Sultan Haydar, 9:08.84’lük derece elde ederek dokuzuncu oldu ve podyum dışında kaldı.

Rekorlar
Şampiyonada rekorlar da vardı. Son gün erkekler üç adım atlama finalinde piste çıkan Fransız Teddy Tamgho kendisine ait olan 17.91’lik rekoru 1 santim daha geliştirerek Avrupa şampiyonu oldu. Yine ev sahibi atletlerden Renaud Lavillenie, sırıkla atlamada 6.03 metrelik derece elde etti ve şampiyona rekorunun sahibi oldu.

Şeffaflık yolunda bir adım: Şeffaflığa Çağrı Merkezi

Şeffaflık Derneği, temel amacı vatandaşların yolsuzlukla mücadeleye katılımlarını teşvik etmek olan Şeffaflığa Çagrı Merkezi’ni Ekim 2010 tarihinde hayata geçirdi.

Şeffaflığa Çağrı Merkezi; yolsuzluk, usülsüzlük ve rüşvetle mücadele konusunda kamuoyunun duyarlılığını arttırmayi hedefliyor.

Şeffaf toplum, şeffaf gelecek

Yolsuzluk ve usülsüzlüğün kader olmadığını düşünen dernek, çagrı merkezi ile demokratik katılım ve iyi yönetişimi teşvik ediyor. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin güçlendirilmesi için gerekli mekanizmaları oluşturmaya ilişkin yöntemler geliştirerek, payına düşen sorumluluğu yerine getirmeyi hedefliyor. Merkez, birey ve kurumları, bu konulardaki şikayetlerini bildirerek yolsuzluğun her türüne karşı mücadele etmeye çağırıyor.

Şeffaflığa Çağrı Merkezi; rüşvet, irtikap, görevi kötüye kullanma gibi fiillerle yolsuzluğa maruz kalan ve bu fiillere tanık olan yurttaşların şikayetlerini dile getirebilecekleri ve çözüm arayışlarında bilgi alabilecekleri bir platform. Yurttaşlar, haksız bir uygulama ile karşılaştıklarında Merkez’le aşağıdaki yollarla iletişim kurabilirler:

– Sabit hatlardan ücretsiz olarak 0800 211 12 12 no’lu telefon u arayarak

– Cep telefonlarından 0212 219 2614 no’lu telefonu arayarak,

– www.seffaflik.org üzerinden yolsuzluk bildirimi formunu doldurarak,

[email protected] adresine e-posta göndererek

Şeffaflığa Çağrı Merkezi ile bu yollarla iletişime geçen vatandaşlar gerektiğinde uzmanlar tarafından kanunlar ve idari duzenlemelerle sahip oldukları haklar ile temel hakları konusunda bilgilendiriliyorlar.

(Yeşil Gazete)

Victor’un ardından: Tohum

Yarın sabah güneş yeniden doğacak. Yaşam devam edecek. Şehirlerin caddeleri motor uğultularıyla, köy evlerinin avluları tavuk gıdaklamalarıyla dolacak. Denizin o tuzlu kokusu rüzgarların yelesine tutunup gezecek keyfince, özgürce. Tohumlar toprağa kavuşacak, yapraklar güneşe dönecek yüzünü. Yaşam ve ölüm birbirlerinin ardından koşturup duracak Arz’ın etrafında. Kahkahalar feryatlara, arzular korkulara, sevmeler kaçmalara karışacak. Hem çok özel, hem çok farklı, hem de çok aynı bir gün olacak yarın. Her zamanki gibi.

Victor artık olmayacak ama. Çünkü topraktan doğup 40 ufak yıla sıkışıveren kocaman hayatı, toprakla insanı yeniden kucaklaştırmaya olan inancı, azmi ve umuduyla helalleşip geri döndü toprağa. Bedeni, yaptıkları ve yaşamının ta kendisiyle saçtığı yaşam tohumlarının ardı sıra karıştı toprağa.

İnsana toprağı, güneşi ve yaşamın öğretmesi zor-öğrenmesi işten değil ahengini içten bir gülümsemeyle anlattı hayatı boyunca. Doğal olanı hayranlıkla ve bitmeyen bir öğrenme iştahıyla izlemenin haklı bilgeliğini paylaştı tüm tevazusuyla. Gönüllüce sade, bilgece az mülk ve bol muhabbetli bir yaşamın mutluluğunu haykırdı her daim ışıldayan gözleri.

Bize de düşen onun hikayesini anlatmak artık. Anlatalım ki doğayla ve kendiyle barışık, ölümü değil yaşamı onurlandıran, doğanın mucizevi bilgeliği karşısında her daim bir çocuk gibi meraklı, mutlu ve sağlıklı bir Türkiye yolunda, doğal yaşamın bilgeliğiyle sarmalanmış bir dünya için yaptıkları unutulmasın. Yaptıkları ve yaşamı güç versin, azim versin, ilham versin hepimize.

Bu yazı dizisinde okuyacağınız “Victor” un hikayesidir. Birşeyler kesin eksik kalacak, beceremeyeceğiz onu ve yaptıklarını layıkıyla anlatmaya. Şimdiden affola.

Hiçbir yerden gelip herşeyi seven insan

İnsanlar nereli olduğunu sorduğunda hafifçe gülümseyen insanlardan biriydi Victor Ananias. Şilili bir babayla Türkiyeli bir annenin oğlu olarak 1971 yılında İsviçre’nin bir dağ köyünde dünyaya geldi. Annesinin hamilelik döneminde beliren kanser, çiftin hayat tarzlarını tamamen değiştirmelerine ve doğanın şifasına yönelmelerine neden olmuştu. Şu hayatta başımıza gelenlerden neyin iyi neyin kötü olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gerçeğinin bir numunesi misali, Victor’un daha filiz vermemiş hayatını da kökünden etkiledi bu musibet. Hayatına daha çocukluğunun ilk yıllarından itibaren damgasını vuracak ve son nefesine kadar büyük bir inançla, azimle sarılacağı doğal yaşama erdeminin tohumları daha ana karnında atıldı belki de.

Yaşamının ilk yıllarında Bodrum’a yerleştiler. Çamaşırların külle yıkandığı, ekmeğin fırında pişirildiği, tüm gıdalarının bahçelerinden ve etraflarındaki köylerden geldiği alabildiğine sade, alabildiğine zengin bir hayatları oldu yaşadıkları zeytinlikte. “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” kitabının yazarı Emet Değirmenci Victor’un hayatını daha çocukken etkileyen köy yaşamını ve annesini şu sözlerle özetliyor : “Victor’u yüzyüze ilk defa 1997’de Hocamköy’de Max Lindegger ile yapılan permakültür sertifika programında tanımıştım. Kendi yaptığı ekmeği çıkınından çıkarıp paylaşmıştı bizimle. 1995’te tanıdığım annesi Gülben Hanım’in Fethiye Faralya’daki tek göz toprak evinde neredeyse sıfır karbon ayak izi bırakan bir yaşam sergilediğini anımsayınca ‘Victor Gülben’in oğlu’ dedim.”

“Hiçbir ırkın, hiçbir dinin, hiçbir coğrafyanın insanı değilim tam olarak” diyordu Victor kendisini “Türkiye’de Fark Yaratanlar” programına konu eden ekibe. “Bütün dünyadaki yaşam, her bir doğal döngü beni eşit derecede ilgilendiriyor bu yüzden” diyerek küresel düşünmenin, hayatı boyunca yaptıklarıyla da yerel davranmanın güleryüzlü, umut verici bir örneği olacaktı.

Gençlik yıllarında dünyayı dolaştı, daha iyi bir gelecek için mücadele eden topluluklar ve platformları gezdi, parçaları oldu. “Hepsinde gördüğüm şey aslında Bodrum’da yaşadığım köydeki Ali Çavuş’un, Fatma Yenge’nin, Değirmenci Bayram Efendi’nin benliğime hayatım boyunca kazınacak bilgeliklerinin birer yansımasından ibaretti” diyordu. Bodrum’a döndü, miçoluk yaptı, çiçekçilik yaptı, garsonluk ve rehberlik yaptı. “İşimi ne kadar iyi yaparsam yapayım sadece birkaç aileyi mutlu ettiğimi hissediyordum. Daha fazlasını yapmam gerektiğini hissettim” dedi, Bodrum pazarında köylerden satın aldığı ve kendi yetiştirdiği doğal ürünleri sattığı bir tezgah açtı. Tezgahına her uğrayanla bıkmadan usanmadan ekolojiden konuştu güler yüzüyle, dinlemeseler de anlattı, inanmasalar da o inancını korudu. Umudu ve azmi de öylesine güçlüydü; kendisiyle röportaj yapan Jennifer Hattam’a şöyle diyordu :  “Türkiye’de doğal döngüler ve doğal yaşam konusunda çok şanslıyız, her birimizin ya anne babası, olmadı dedeleri nineleri köyden gelir. Bunların değerini, güzelliğini bilir. O yüzden kısa zamanda yeniden hatırlayabiliriz toplum olarak, daha dün unuttuklarımızı.”

Buğday’ın onun hayatında ayrı bir yeri vardı. Köyün bugünlerde unutulmaya yüz tutan doğal, geleneksel tarımının ritüellerinin önemi buğdayda iyice ön plana çıkar. Buğday tanelerinin toprağa saçılırken “Kurda kuşa aşa” denmesinin temelindeki erdem ve bilgeliği kendine örnek aldı : “Mahsulün üçte biri bizim hakkımızdır aslında, biliriz bunu buğdayı atarken toprağa.”

Yemek değil yedirmek, almak değil vermek…

“‘Alma’ odaklı yaşam insanlığı doyurmadı, kendi sonuna doğru sürüklüyor, ‘sunma’, ‘paylaşma’, ‘verme’ kültürü ise bizi ihya etmek için kapımızı çalıyor.”

(Victor Ananias, Buğday’daki haftalık yazılarından bir alıntı )

Anlattıkları ve daha da ötesinde bizzat yaşamıyla gösterdikleri tarımın nasıl yapılması gerektiği konularından çok daha fazlasını işaret ediyordu. İnsanın doğayla kurduğu bağlantı üzerine, ve hatta bu bağlantı üzerinden insanın diğer insanlarla kurduğu ilişki hakkındaydı aslında onun kelamı. Parçası olduğu, beraber çalıştığı uluslararası kurumlar kendisi için “kapsayıcı bir çevrecilik, bütüncül bir ekoloji felsefesine sahip” diyorlar. Victor’un şu sözleri bunun çok güzel bir örneği : “İklim değişikliğinden dünyanın tek sorunuymuş gibi bahsetmek çok yanlış. Moda gibi birşey bu; bir yıl biyolojik çeşitliliği konuşuyoruz, ertesi yıl iklim değişikliğini. Öyle sırayla gidiyoruz… İklim değişikliği bizim sürdürülebilir olmayan yaşam tarzlarımızın bir sonucu yalnızca.”

Işıldayan gözleriyle ve gururla, mutlulukla söylediği “Köyde insanlar birbirini zengin eder” cümlesinden hareketle sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın bir analizini yapamaz mıyız aslında? “Bugün başımızda dolanan bütün kara bulutlar erdemli bir yaşamı bir kenara bırakmamızın bir sonucu. Erdemli bir yaşama tekrar sarılmadan hiçbir sorunla baş edemeyiz.” derken haksız mıydı Victor? Buğday’ın web sitesinde yazdığı kısa ve dolu yazılarından birinde anlattığı kısa anısı çok güzel özetliyor kelamını :

Seyahatimi ya da toplantıyı aktarmayacağım, yediklerim içtiklerim ile ilgili bir noktadan bahsedeceğim. Uçakta giderken bir şekilde Türk Hava Yolları ile uçuşu gerçekleştiren Çek Havayolları arasındaki iletişim sorunundan dolayı daha önceden ısmarladığım bitkisel yemeğim gelmedi, yanımdaki bir elmayı yemekle yetindim. Hostesler de çok da uğraşmak istemediler zaten. Otelde yemeğin toplantı programına dahil olup olmadığını uzunca bir süre tartıştıktan sonra önüme son derece tatsız ve isteksiz yapıldığı belli bir salata geldi. Şehirde bir restorana gittim en sonunda, önceden gidip beğenmiştim, parasını ödeyip karnımı doyurdum. Yeniden fark ettim ki şehirlerde yemek genelde parayla elde edilip sıkıca tutulan, paylaşılmayan bir mal haline geliyor.

Ertesi gün şehrin bir saat dışında bir ekolojik çiftliğe gittiğimde o günlerde karşılaştığım en fakir insanlar ile tanıştım ve daha vardığımın onuncu dakikasında karnım en güzel yemeklerle doymuş, bez çantam tarladan taze sökülmüş havuçlarla dolmuştu. En fakirin, en çok ve fiziksel çalışanın, doğaya en yakın olanın verecek çok şeyi, sunacakları ve bereketi var.

“Alma” odaklı yaşam insanlığı doyurmadı, kendi sonuna doğru sürüklüyor, “sunma”, “paylaşma”, “verme” kültürü ise bizi ihya etmek için kapımızı çalıyor.

 

Viktor’un yaşamını ve yaptıklarını derinden etkiledi bu felsefe. “Hizmet edebilmemiz, topluma faydalı olabilmemiz için dahi paraya ihtiyacımız olduğunu düşüncesi” nin akılcı ve sıcak tuzağının farkındaydı. Kendisini ve aklını sürekli terbiye etti; konforun sıcak ama sahte kolaycılığına kapılmamak için parayı ve teknolojiyi hayatının dış bahçesinde tuttu, iç avlusuna almadı.

Birşeyleri değiştirebilmek, bir fark yaratabilmek, inandıklarının peşinden gidebilmek için bir yerlerden maddi destek almayı beklemedi. Bu satırların yazarına göre Victor’un en güçlü, en saygıdeğer, en önemli özelliği de budur. Herşeye en baştan, sıfırdan ve kollarını sıvayıp başlamayı seçti. Yaptıkları ve yaşamı ilerledikçe çığ gibi büyüyen bir destek aldı, hayat biçimini zerre değiştirmeyecek ve sadece azimle sarıldığı amaçlar için kullanacağı ödüller verildi kendisine…

Yapmak istediklerini hayata geçirmek ve inandığı dünyayı yaşamak için birilerinin kendisine inanmasını, destek vermesini beklemeden harekete geçti. Önce eyledi, ardından konuştu.

Kelamı, yaptıklarını sadece takip etti mütevazi adımlarla.

Samimiyetinden, bilgeliğinden, gerçekliğinden zerre şüphe edilmemesi bundandır.

 

Yarın : “Victor’un ardından : Filiz”

 

Ben sadece işimi yapıyorum – Nedim Şener

Kısa süre önce Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu heyetinden yetkililerle görüştüm. “Hrant Dink davasında gelinen nokta ve cinayetin arkasından devlet kurumlarındaki görevlilerin çıkması, fiziki ve hukuki olarak güvenliğimi azalttı. Her an bir kazaya ya da iftiraya kurban gidebilirim” dedim. İki saatlik görüşme sonrası heyetin başkanını uğurlarken asansörün kapısında bana şöyle dedi: “Merak etmeyin, Dink konusuyla ve sizin sorunlarınızla yakından ilgileneceğiz.”

Bu konuşmanın üzerinden 3 hafta geçmeden iftira ile karşı karşıya kaldım! Polise çok yakın kaynaklara göre, hapse atılacak gazeteciler listesinin başına adımı yazdılar. Bahislerde benim adıma bire iki veriyorlarmış!!! Beni görenler, çok az ömrü kalmış ve öleceği kendisinden gizlenen bir hasta gibi davranıyor. Gözlerini gözlerimden kaçıran, zoraki bir gülümseme ile ‘Merhaba’ deyip geçenler çoğaldı. Oysa ben ne suç işlediğimi bilmiyorum. Mesleğini iyi yapmak suçsa, evet, suçluyum!!!

Internetten uyarı

Haberx.com internet sitesinde Rauf Atilla Polat 3 Aralık 2010’da beni uyarmıştı; “Dink’in en yakın gazeteci dostları arasında Ali Bayramoğlu ve ırkdaşı Etyen Mahçupyan gelir. Her ne hikmetse bizim Nedim, Türk polisine saldırmaktan vazgeçmiyor. Hrant D.’nin derdi onu almış. Ermeni gazeteciye ailesi değil, Türk olarak bildiğimiz Nedim sahip çıkıyor. Anladık, gazetecilik yapıyor da yetmiyor, Müslüman Türk polislerine de saldırıyor… Yine de bir dost tavsiyesinde bulunalım… Bence yanlış yoldasın Nedim Kardeş… Bak Hanefi A.’ya… Bak Tuncay Ö.’ye (“Beni de içeri alın” diye bağırıyordu)…” Polise yakın olduğu anlaşılan Rauf Atilla Polat, 22 Şubat 2011’de Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Odatv’nin sahibi Soner Yalçın’ın tutuklanmasına ilişkin yazısında, 3 Aralık 2010’da bana yazdığı uyarıyı hatırlatıyor ve şöyle diyor: “Geçenlerde POSTA’daki Nedim’ciğime ‘2011 sizler için karanlık bir yıl, yanlış yoldasınız ve boşuna çırpınıyorsunuz’ dedim ama inanmadı…” Doğru, inanmamıştım. Çünkü ben en dürüst şekilde işimi yapıyorum.

Kusurum ne, söyleyin!

Peki ben bir Ermeni’yi savunayım derken müslüman Türk polisine ne kusur işlemiştim? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin kararlarında belirtildiği gibi Hrant Dink cinayetinde ihmali olduğu ortaya çıkanlar istihbaratçı polisler değil mi? Bunların isimlerini yazmak mı hata? Ayrıca bu polisler beni mahkemeye verdi. İstanbul 11. Ağır Ceza’da 20, İstanbul 2. Asliye Ceza’da 8 yılla yargılandım ve beraat ettim. Hapse atılmamı bekleyenler bu sonuç karşısında şaşırdı. Hem o üç polis hem de savcı temyize gitti. Birilerinin benim üzerimden, hukuku araç kılarak kişisel hesaplarını görmek istedikleri belli. Ama ben daha önce de defalarca söylediğim gibi hukuki tüm yolları kullanıp bana iftira atanlarla hesaplaşacağım. Soner Yalçın’ı, Zaman Gazetesi’ni sadece bana iftira attıkları için mahkemeye verdim. Yatmakta olduğu cezaevine faks çektim, ‘Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’ kitabına bir katkısı olup olmadığını Hanefi Avcı’ya sordum. Cevap gelince hem size açıklayacağım, hem de yargıya ileteceğim. Ben büyük bir aşkla işini yapan, dürüst bir gazeteciyim. Aldığım ulusal ve uluslarası ödüller ortada. Kimsenin de yandaşı, adamı değilim.

1 Mart 2011 Posta

Franz Kafka’nın 97 yıllık ‘Dava’sı /Güngör Uras

Joseph K., otuz yaşında bir gençti. Sabahın erken saatinde henüz, yataktayken kapısı çalındı. Gelen iki kişi onu tutuklayacaklarını söyledi. Joseph K.’yı tutuklamaya gelenler Joseph K’nın ne suç işlediğini ve kanunun hangi maddesine göre tutuklanacağını ve yargılacağını bilmiyorlardı.

Joseph K., suçunu anlamak için çırpındı. Ama suçunun ne olduğunu kimse ona söylemedi. Mahkemesi belirli yerlerden uzaklarda berbat yerlerde ve şartlarda başladı, yürütüldü.

Yargılama sırasında hiç de beklenmedik zamanlarda saray görevlilerinin mahkeme salonunda olduğu görüldü.

Hiç kimse işin iç yüzünü anlayamadı. Yargılama yıllarca sürdü.

Bu yazdıklarımın gerçekle ilgisi yoktur. Bunlar, Franz Kafka’nın (1883 Prag-1924-Viyana), ünlü “Dava” romanının kahramanı Joseph K.’nın başına gelenlerdir. Bu yazı bir roman tanıtımı yazısıdır.

Franz Kafka’nın “Dava”sı son olarak NTV yayını olarak “çizgi roman” halinde yayımlandı (10 TL). Sayın okuyucularıma tavsiye ederim.

Suç belli değil

Romandan bazı bölümleri aktarmak istiyorum:

–  Joseph K. soruyor: Benden ne istiyorsunuz? /Tutuklusunuz / Neden ? /Nedenini söylemek bize düşmez. Soruşturma başladı. Vakti gelince her şeyi öğreneceksiniz.

–  Joseph K. bir hukuk devletinde yaşıyordu. /Kimlerdi sabah sabah evine baskın yapanlar?/ Tüm bunlar belki arkadaşlarının yaptığı bir şakadan ibaretti. Ama şaka değildi. Gerçekti.

–  Joseph K.’nın kafası karışıyor: Suçlanıyorum ama suçum ne bilmiyorum. Beni neyle itham ediyorlar?

–  Sonra durumu fark etmeye başlıyor: Şimdi anlıyorum ki… Benim tutuklanmamın ve bu soruşturmanın arkasında… koca bir teşkilat var. Masum insanları tutuklayarak onlara karşı soruşturma başlatıyorlar.

–  Savcı soruyor: Badanacı mısınız?/ Hayır ben bankacıyım. Badanacı mısınız diye sorulması bu soruşturmanın nasıl bir soruşturma olduğunu gösteriyor.

–  Salondaki bir başka tutuklu uyarıyor: Bundan bir süre önce beni de badanacı diye tutukladılar. Aslında bir badanacıyı tutuklamak istiyorlarmış. Ama beni tutukladılar.

–  Ne tür bir dava bu? / Normal bir mahkeme önünde görülen bir dava değil bu.

–  Dayısı Joseph K.’nın moralini bozuyor…” Dava aleyhine sonuçlanırsa ne olur, biliyor musun? Mahvolursun, bitersin.” diyor

Korku dağları bekliyor

–  Joseph K. her an davasını düşünüyor. Acaba kendi savunmasını kendi yazarak mahkemeye verse daha mı iyi olur? Kendi savunmasını yazsa, savunmada hayatının kısa bir özetine de yer verir.

–  Mahkemeye sunulacak ilk dilekçe neredeyse hazır. Fakat bunların mahkemece bazen hiç okunmadığı söyleniyor. Mahkeme kayıtları sanığa ya da onu savunanlara açık değildi ki.

–  Anlaşıldı. Tek çare şartları kabullenmek. Her şeyden önce de dikkati çekmemek “Sana ne kadar ters gelirse gelsin ağzını kapalı tut. Bu koca hukuk sisteminin hassas bir denge halinde olduğunu anla!”

Bunları Franz Kafka’nın 1914 yılında yazdığı “Dava” romanından aktardım. Kafka’nın yazdıklarına herhangi bir ekleme yapmadım. Sakın ola ki bu yazıyı 2011’de Türkiye’de yapılan tutuklamalar, soruşturmalar ve süre giden “Dava”lar ile ilgilendirmeye kalkmayınız.

Sonra unutmayınız ki Franz Kafka’nın “Dava”da anlattıkları da gerçek değil! Kurgudan ibaret. Gerçek hayatta böyle şeyler olabilir mi ki?

Yalnız değilsin dostum

Tim De Christopher

Sen ki misal, bir üniversite öğrencisisin. Anan-baban, arkadaşların, belki birkaç yıldır flört ettiğin sevgilin, dahası tüm toplum senden bir an önce okulunu bitirip işe-güce bulaşmanı, ekmeğini eline almanı bekliyor. Türkiye’de üniversite okuyan birisi için normalden de normal, olağandan da olağan bir durum bu. Ama sen “aptallık” yapıyor, gidip üzerine vazife olmayan işlere karışıyorsun. Yok ideallermiş, yok daha güzel bir dünyaymış, yok adaletmiş, falan filan. Bunlara kafanı yormakla kalmayıp bir de üstüne başını devletle, polisle, yargıyla belaya sokuyorsun. Gözaltına alınıyor, hapislere atılıyorsun.

“Aptal mısın sen? Sana mı kaldı dünyayı kurtarmak?” diye başında dolanıyor ailen, arkadaşların. Hadi onların canı acıyor da ondan feryatları diyelim; bir takım ya kalpsiz ya da akılsız köşe yazarları da senle güya dalgalarını geçiyor.  Ne kara kuruluğun kalıyor, ne aptallığın; hamile olduğun için orospu da oluyorsun, hayallerine baş koyduğun için sosyo-psikolojik sorunlu da.

Daha iyi bir geleceği, daha yaşanılır bir dünyası olduğun insanlık bırak minnet duymayı, bir de kızıyor, kaş çatıyor sana yaptıkların için. Bu dünyanın camını çerçevesini indirmek istiyorsun. İnsanlığa duyduğun hayalkırıklığını anlatmaya kelimeler yetmiyor, küfürler az kalıyor.

***

Hayallerimizdeki resmin tonları hafiften farklı olsa da, her birimizin kendince doğru bulduğu veya becerebildiği farklı bir eyleyişi olsa da, yöntemlerimiz çeşitlense de biliyorum ki bir çok insan var bu dünyada, bu duygularla yaşayan. Pisliklere bulanmış bir dünyada, bütün bu pisliklerden payına düşeni bol bol almış bir ülkede,  işe hangi pisliği temizlemekle başlayacağımızı bile bilemeden mücadele ediyoruz. Başta devlet olmak üzere bütün güç sahiplerinin üzerimize üzerimize geleceğini biliyoruz da, insanlığın geri kalanından bir destek görmemek de canımızı acıtıyor. Aslında yalnız olmadığımızı biliyoruz da, yine de inancımız ve umudumuz kuşkuya düşmüyor değil arada.

Arada bir hatırlamak istiyoruz yalnız olmadığımızı. Hissetmek istiyoruz birlik olmanın o müthiş gücünü. Bilmek istiyoruz dünyanın dört bir yanında var olduğunu bizimle 3 aşağı-5 yukarı ortak hayallere sahip olanların.

Kahramanlıkların ölüm üzerinden paye edildiği bir dünyada yaşam için mücadele veren gerçek bir kahramanın hikayesine kulak verelim madem. Hatırlamak, umutlanmak, sevinmek ve gururlanmak için. Yalnız olmadığını bilmen için.

***

Bush yönetimi pek güzel anlaştığı petrol kartellerine son bir kıyak geçmek ister, koltuğunu Obama’ya bırakacağı seçimlere beş kala. Kamuya ait toplam 60.000 hektarlık alanları petrol çıkarma amaçlı kullanılabilecek şekilde kiralamaya karar verir. İzlenen prosedür aslında ABD federal kanunlarına aykırıdır, ama ne gam.
Toplam 77 parselden oluşan alanın kiralama işlemi için açık arttırmaya çıkılır. Tim de Christopher da açık arttırmaya katılanlardır. Kiralanan toplam arazinin yaklaşık 9.000 hektarlık kısmı için 1.7 milyon dolar fiyat önerir ve açık arttırmayı kazanır.

Halbuki Tim de Christopher’cebinde bırakın 1.7 milyon doları, 5 allah kuruşu bile olmayan bir üniversite öğrencisidir. Açık arttırmaya katılmasının nedeni içinde koruma altında olan doğal parklar ve el değmemiş yabani hayat alanları da bulunan toprakları petrol kartellerinin zulmünden korumaktır. İlk planı aslında açık arttırmanın yapılacağı toplantı salonuna gidip süreci durduracak bir sivil itaatsizlik eylemi, bir protesto yapmaktır. Ama açık arttırmayı yönetenler “Oh ne ala, yeni bir müşteri daha geldi” diyerek kapıları sonuna kadar açınca kendisine, o da hiç bozuntuya vermez ve ihaleyi kazanmak suretiyle bozmaya karar verir.

Tim’in 1.7 milyon doları olmadığı ve asıl derdinin bu doğa katliamı planlarına sekte vurmak olduğu anlaşılınca göz altına alınır bu güzel insan, mahkemeye çıkarılır.

Bu arada Obama’nın İçişleri Sekreteri Ken Salazar “Bu süreç hükümetin iç kurallarına aykırı olarak gerçekleşmiştir” demektedir, tüm bu ihale süreci için. Tim’in sergilediği şahane sivil itaatsizlik örneğiyle pratik olarak zaten çuvallayan ihale süreci ardından tamamen iptal edilir.

Bu arada iklim mücadelesinin önde gelen isimleri Naomi Klein, Bill McKibben, James Hansen ve Terry Tempest Williams de açık bir mektup yayınlayarak “helal olsun Tim!” derler : “yıllardır süregelen enerji politikasına karşı yapılan en yaratıcı protestolardan biri; hepimizin ve geleceğimizin adına yapılmış derin bir davranış, onurlu bir hareket.”

Mahkeme sürecine geri dönelim : 5 gün süren bir duruşma süreci sonunda mahkeme Tim’e 75.000 dolar para ve 10 yıl hapis cezası verir. Duruşma sırasında doğru düzgün konuşturulmaz, tüm sürecin zaten kanun dışı ve yok hükmünde olması gerektiğini anlatmasına izin verilmez.

“Yargıya güvenin” cümlesini kuru kuruya, ağza tekerleme yapar gibi söylemek sadece Türkiye’de değil, ABD’de de boş ve anlamsız kaçmaktadır yani.

Mahkeme sürecinin sonuçlandığı perşembe günü Tim’in adliye çıkışında kendisini bekleyenlere yaptığı bir konuşma var ki, bu yazının esas kuryelik yapmak istediği mesaj da odur. Çevirisi aceleye geldi, bir kusur varsa affola.

***

“Dünya bizim nasıl bir tepki vereceğimizi merak ediyordu, ve hepiniz neşeli ve mağrur bir tepki verdiniz. Sahip olduğunuz gücün onların sahip olduğu herhangi bir güç karşısında boyun eğmeyeceğini gösterdiniz, ve bu haftanın en önemli olayı budur.

Şu mahkeme binasının içinde yaşanan herşey beni yalnız ve aciz olduğuma inandırmaya gayret etti. Benim tek başına, kolaylıkla kırılabilecek ufak bir parmak olduğuma ikna etmeye çalıştılar beni. Sizler ise bana ve hepimize benim ufak bir parmak olmadığımı, ama bir sürü parmağı olan bir yumruğun ufak bir parçası olduğunu hatırlattınız. Onların elindeki güçlerle kırılamayacak, güçlü bir yumruk.

Bu yumruk şiddetin sembolü değil. bu yumruk bizim birlik olduğumuzu asla unutmayacağımızın bir sembolü. Zayıf olduğumuz yalanına kanmayacağımızın bir sembolü. Parçalanmayacağımızın ve asla geri adım atmayacağımızın bir sembolü. Sağlıklı ve adil bir dünya hayalimize sadık kalacağımızın, ve bu hayali gerçekleştirecek olan her geçen gün büyüyen bir hareketi hep birlikte, adım adım inşa ettiğimizin sembolü. O mahkeme salonundaki bütün iktidar sahipleri benim zayıf ve yalnız bir parmak olduğumu sanmamı istediler; ama daha doğmamış çocuklarımız bize güçlü bir yumruk olduğumuz gerçeğini hatırlatıyor her an.

Şimdi hapse gideceğim, bunu hepimiz biliyoruz. Biliyoruz ki gerçek bu, ve bu benim yapmam gereken ufak bir iş yalnızca. Bu benim karşı karşıya olduğum bir bedel, benden önce birçokları da adalet için hapse girdi. Eğer hayallerimize sadık kalacaksak, benden sonra da bir çokları hapse girecek. Bu mücadelenin kolay kazanılmayacağını iyi biliyoruz. Mücadeleye başladığımız andan beri, çok iyi biliyoruz.

Okyanusta yükselen ve gerisin geri dönmeyi reddeden her dalga kıyıya çarpar, er ya da geç. Kıyıya çarpmaktır zaten amacı da; zira bir defa yükseldi mi okyanusun ortasında, görür ki ufak bir dalga değildir yalnızca, kocaman bir okyanusun bir parçasıdır aslında. En sarp kıyılardaki en sivri kayalar bile okyanusu parçalayamaz. Okyanusu hiç bir zaman yenemez kayalar, çünkü okyanusun ta kendisidir kıyılara şekil veren.

Bugün burada başladığımız şey işte bu. Dalga üstüne dalga üstüne dalga, kıyıya vuracağız. Her vuruşumuzda o kıyıyı biraz daha yaklaştıracağız hayallerimizdeki haline.

Bu okyanusun parçası olduğunuz için hepinize teşekkür ederim.”

Konuşmanın videosunu şu adreste ingilizce olarak izleyebilirsiniz. Konuşmanın tam metnine de şu adresten ulaşabilirsiniz.

***

Not : Geçen hafta kendimi bu hafta devamını getirmek umuduyla “iletişim”in derin sularına atmıştım.  Önce Viktor’un kaybıyla sarsılan yürek “ardından ve anısına bir dosya hazırlana” dedi, ardından da başka bir kahraman olan Tim De Christopher’la karşılaştım. İletişim konusu başka bahara kaldı.

Viktor Ananias hakkında hazırladığımız dosya haberinin pazartesi sabahı itibariyle Yeşil Gazete’de okunabileceğini de belirtelim.

Aleviler İzmir’den seslendi: Devletin Alevisi olmayacağız

İzmir Gündoğdu Meydanı’nda buluşan binlerce kişi “Eşit Yurttaşlık” talebini dile getirdiler. Ali Balkız “AKP 12 Eylül’ün çocuğu” derken, Fevzi Gümüş “Solcular iktidarda olsa ayrılık olmaz” diye seslendi.

İzmir’de Gündoğdu Meydanı’nda “Eşitlikçi, Çoğulcu, Demokratik Anayasa”, “Zorunlu din derslerine hayır”, “Laik Devlet” talepleri ile toplanan on binlerce Alevi ve onlara destek olan siyasal parti ve demokratik kitle örgütü AKP’yi ve AKP’nin Alevi siyasetini protesto etti.

Sabah’ın erken saatlerinde Cumhuriyet meydanında buluşan Alevi dernekleri kalabalıklar halinde Gündoğdu Meydanı’na yürüyüşe geçerken “Zorunlu din dersi kaldırılsın”, “AKP şaşırdı, sabrımızı taşırdı”, “AKP’nin Alevisi olmayacağız”, “Kasımpaşa imamı satamazsın vatanı”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganları attılar.

“AKP’nin çabası nafiledir”

Mitingde konuşan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız sözlerine miting alanındaki katılımcıları selamlayarak başladı. “Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılana, cem evleri yasal statüye kavuşana, Madımak Oteli müze oluncaya, Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilinceye kadar mücadelemize omuz omuza devam edeceğiz” diyen Balkız, 12 Eylül düzeni tarafından getirilen ve AKP tarafından devam ettirilen asimilasyon ve ötekileştirmeye karşı mücadele edeceklerini de vurguladı.

AKP’nin 12 Eylül’den miras aldığı ve devam ettirdiği politikalara değinen Balkız, zorunlu din dersleri, Alevilerin fişlenmesi, seçim barajı, bilim insanlarının ve özgür basının susturulmaya çalışılmasını “12 Eylül ne yaptı ise AKP onu yapıyor” sözleriyle değerlendirdi. “AKP kimin çocuğu?.. 12 Eylül’ün çocuğu” diyen Balkız, AKP’nin Avrupa’ya kendini özgürlükçü ve demokrat olarak tanıttığını söyledi ve “AKP ne laik, ne demokrat, ne devrimci ne de özgürlükçüdür” dedi.

AKP’nin kendi Alevilerini yaratmak istediğine değinen Ali Balkız, AKP ile birlikte duran Alevileri ve kendini demokrat ilan edenleri “aramızdaki çürük insanlar” olarak niteledi.

“Çağımız insanlık çağıdır. Bu çağda ırkçılığa, faşizme, şeriata, köktendinciliğe yer yoktur” diyen Balkız, Tayyip Erdoğan’ın Ahmedinecad, Kaddafi ve Hüsnü Mübarek gibi olmaya hazırlanıyor diyerek AKP’nin politikalarının buna işaret ettiğini belirtti.

“Başbakan bizi dinlerse belki ne dedikse onun tersini yapmaz. Biz ne diyoruz diye merak ediyorsa defterine not etsin. Parti, seçim programına alsın. Alır mı, almaz. O seçim programına kendine demokrasi, kendine özgürlük alır. Ülkemiz kötüye gidiyor. Din sosuyla soslanmış tek adamcılığa doğru gidiyoruz. Referandum sonrasında öyle bir oynadı ki yargıyla yarın seçim sonrası başkanlığa gidiyor. Korkarız ki bir Hitler, Mussolini geliyor. Buna engel olmalıyız. Onun için 12 Haziran seçimleri önemli.”

AKP’ye karşı mücadele etmek için meydanda olan bütün kitle örgütlerine seslenen Ali Balkız, “İnsanlığın, eşitliğin, kardeşliğin, laikliğin ve cumhuriyet değerlerinin temsilcisi olan herkes ‘AKP’den kurtulalım’ şiarı altında buluşmalı” dedi.

“En az zalimler kadar cesur olacağız”

Mitingde konuşma yapan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Av. Fevzi Gümüş Alevilerin ağıt yakma dönemlerini geride bırakıp eşitlik, özgürlük ve demokrasi adına dönüştürme çabasının doğrudan içinde bulunmaları gerektiğini söyledi ve “Aleviler olarak, solcular olarak ve devrimciler olarak sürekli kaybeden taraf olmak zorunda değiliz. Ülkemiz, sağcılara, muhafazakarlara, gericilere bırakılmayacak güzeldir” dedi.

“17 yaşındaki gençleri idam ettirenler, 17-18 yaşındaki çocuklara Hrant Dink’i öldürtüyor, katliamdan 32 yıl sonra Maraş’ta ‘Burası Maraş buradan çıkış yok’ sloganı attırıyorlar” diyen Gümüş, AKP’nin siyasal İslam adına her alana hakim olmaya çalıştığına, YÖK ve HSYK’yı bu sebeple ele geçirdiklerine değindi.

AKP’nin Ergenekon sürecinde tutunduğu tavra da değinen Gümüş, AKP’nin darbecileri yargılıyoruz dediğini ancak gazetecileri tutukladığını, asıl darbe yapanları gizlediğini, darbecilerin rolünü üstlenerek toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmak istediğini söyledi.

AKP’nin zihniyeti bozuk diyen Gümüş, Tayyip Erdoğan’ın bu zihniyetin sonucu olduğunu söyledi ve “Bu zihniyet yüzyıllardır vardır. Muaviye’den Yavuz Selime, 2. Mahmud’tan Erdoğan’a kadar hep varolmuştur. 12 Eylül askeri darbesi ile doruğa çıkan siyasal İslam zihniyeti bugün kendisini AKP kimliğinde iktidara taşımıştır” dedi.

Ülkede yaşananların tesadüf olmadığını söyleyen Fevzi Gümüş, “Türkiye’de komünizme karşı mücadele derneklerini kuranlar siyasal İslamcılar değil midir? Fethullah Gülen, Necmettin Erbakan, Abdullah Gül değil midir? Peki Türkiye’de solcu gençlere saldırarak Kanlı Pazar’ı yapanlar kimlerdir? Bunlar değil midir?” dedi.

Türkiye’deki ayrışma tartışmasının sorumlusunun solcular olmadığını söyleyen Gümüş, “Solcular iktidarda olsa ayrılık, gayrılık, bölücülük tartışılmaz adı bile geçmez” dedi ve iktidarın kendisine özgürlükçü, kendisine demokrat olduğunu, türban zulmünden bahsederken milyonlarca Alevi çocuğa siyasal islamı dayatmaktan geri kalmadığını belirtti.

“AKP’nin yaratmaya çalıştığı korku imparatorluğuna teslim olmayacağız” diyen Gümüş, Türkiye’de demokrasi, eşitlik ve özgürlük için değişime ihtiyaç olduğunu bunun için de büyük bir buluşma gerçekleştirmek gerektiğinden bahsetti.

“Örgütlülüğümüzü yükselteceğiz. Hayatın bütün alanlarına müdahil olacağız. Haklının ve mazlumun yanında olmaya devam edeceğiz” diyen Gümüş, mitinge katılanları “en az zalimler kadar cesur olmaya” çağırdı. (Hürriyet ve Sol’dan derlenmiştir.)