Japonya’da yaşanan hazin deprem ve ardından gelen korkunç nükleer felaketler silsilesi devam ederken, Türkiye hükümeti Japonya’ya nükleer uzman göndermeye karar verdi. Japon haber ajanslarının verdiği bilgiye göre, Cuma günü Türkiye’den tıbbi personelin yanı sıra nükleer uzmanların da dahil olduğu bir heyet Japonya’ya gönderilecek.
Türkiye hükümeti Japonya ile de nükleer santral inşaası için müzakere hâlinde, ve müzakereleri ertelemediğini açıklıyor. Konuyla ilgili fikirlerini sorduğumuz Yeşiller Partisi İklim ve Enerji çalışma gurubundan Alidost Numan “Türkiye’nin, tüm dünya insanlarına uzatması gerektiği gibi, acılar içinde olan Japon halkına samimi bir yardım eli uzatıyor olması en içten dileklerimiz, ve tıbbi personelin gönderiliyor olması bir insaniyet gereğinin yerine getirilmesi. Ancak, üzülerek söylemeliyim ki Türk hükümeti Japonya’daki kaza sürecini bence manüpüle de ediyor” dedi.
Numan, daha önce nükleer konusunda 300 kişilik bir halkla ilişkiler takımıyla çalışacağını açıklamış olan hükümetin kazalara rağmen nükleer enerjide ısrar için sözde enerji ihtiyacını zorunluluk tonuyla öne sürmenin yanısıra karmaşık bir strateji de izlediğini gözlemlediğini söyledi. “Erdoğan bir anda güya celallenip küçümseyici açıklamalar yapıyor, ardından bakıyorsunuz sakinleşmiş, Rusya’da Medvedev’le görüştüğünde halkının güvenliğini korumak için en kuvvetli tedbirlerin alınmasını, örnek bir projeyi temin için gitmiş havasına bürünüyor. Bu bir tesadüftense teatral bir kurgu; oynadığı kusurlu ama kuvvetli bir iyi patriark rolü” dedi. Ayni şekilde Jponya’ya tıbbi yardımın yanı sıra nükleer uzman gönderilmesini mesajlama olarak gören Numan, “Usturupluca, Türkiye’nin bir kazayla başaçıkabileceği güvenini yansıtmaya çalışıyorlar. Japonya’nın bu acı, karmaşık durumda ihtiyaç duyacağı tarzda bir nükleer güvenlik uzmanlığının nereden geliştirildiğini ve bu kapasitede giden kişilerin tam olarak ne yapacağını her iki hükümete de sormak lazım” dedi.
Yenilenebilir, yerel, temiz, ademimerkezi enerji kaynaklarının bu tip ayak oyunlarına ihtiyaç duymadığı, doğayla uyumlu iddiasız hayatlar içinde gayet huzurlu bir varoluş sağlamaya yeterli oldukları ise tüm kamuoyunca bilinen bir gerçek.
Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, İstanbul Tabip Odası ve Çevre İçin Hekimler Derneği Türkiye’de yapılmak istenen nükleer santrallerle ilgili ortak bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
“Mezar Kazıcılarını Durduralım” isimli açıklamada, ne Çernobil Patlaması’nın ne de Japonya’daki nükleer santrallerde meydana gelen patlamaların, hükümetin Türkiye’de santral yapma gayretini engellemediği belirtildi.
Grup adına açıklamayı okuyan ÇMO’dan Semra Ocak, bilimsel olarak savunulabilir bir yanı olmayan nükleer santralleri kurma çabasının, insan, doğa ve yaşama karşı bir cürüm olduğunu söyledi. Ocak, nükleer santralin zararlarını şöyle açıkladı:
* Nükleer santrallerin atıkları için dünyada hala depolama alanları kurulamıyor.
* Bu atıklar milyonlarca yıl yok olmuyor.
* Çernobil kazası ya da deprem gibi doğal afet sonucu sonrası can kaybı ve çevre kirliği söz konusu.
* Nükleer santrallerin bakım ve güvenlik maliyetleri, kuruluş maliyetlerini aşıyor.
Nükleer santraller yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gerektiğini söyleyen Ocak, “Birkaç hafta içinde elinde kazmalarla, Akkuyu’da gözlerimizin önünde toplu mezarlarımızla neredeyse eşdeğer olacak nükleer santral kazılmasına izin vermeyeceğiz” dedi.
“Ya cahiller, ya da işlerine geleni saklıyorlar”
Açıklamanın ardından soruları yanıtlayan Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin, Japonya’daki patlamayla ilgili tüm dünyada, resmi kurumlar aracılığıyla bir yanlış bilgi ya da eksik bilgi aktarımı olduğunu söyledi.
“Uzmanlara göre, ortada Çernobil patlamasını aşan bir durum söz konusu ve radyasyon sızıntısının Avrupa’ya kadar yayılmasından korkuluyor”
Çin’in bile yeni santral planlarını askıya aldığını söyleyen Şahin, “Başbakan Erdoğan ve bakan Yıldız’ın cahilce açıklamaları ya bu konudan anlamadıklarını gösteriyor ya da işlerine gelmeyen şeyleri saklıyorlar” dedi.
“3.nesilin çalışma prensibi eskileriyle aynı”
Bianet’e konuşan Ümit Şahin, 3.nesilin çalışma prensibinin eski nesillerden çok farklı olmadığını söyledi.
“3. nesil diye bir şey yok, sadece güvenlik önlemleri artırılmış ikinci nesilden söz ediyoruz. Çalışma prensipleri tamamen aynı. Japonya’daki sistem de depreme gayet dayanıklıydı. Ama sonuçta bu felaket nükleerde en gelişmiş ülkelerden birinde oldu.
Akkuyu’da 35 sene önce alınan yer lisansının hiçbir hukuki geçerliliği olmadığını belirten Şahin, “Lisansı veren Prof.Dr. Tolga Yarman’ın kendisi zaten artık o lisansın geçerli olmadığını söylüyor. Çünkü lisans verildiği zaman büyük kazalar yaşanmamıştı. O zamanki kriterler de farklıydı.” dedi.
Taksim’de cumartesi (19 Mart) saat 16:00’da, Galatasaray Lisesi’nin önünde nükleere karşı insan zinciri oluşturulacak.
24 Nisan’da da “Nükleere Karşı Platform”, Kadıköy’de bir eylem gerçekleştirecek.
Üç kurum tarafından yapılan basın açıklamasının tam metni şöyle:
Ellerinde kazmalarla Akkuya’ya doğru yola çıkan Nükleer Reaktör meraklısı politikacı ve müteaahitlere dur diyelim…
Japonya depremi sonrası nükleer santrallerde meydana gelen patlamalar felaketin boyutunu kat be kat artırırken nükleer santraller hakkında ön görülen tüm olumsuzlukları bir kez daha ortaya serdi. 1986 yılında meydana gelen, yaşamımızdaki negatif etkileri halen devam eden Çernobil reaktör kazası nükleer santrallerle ilgili ‘olabilir mi’ olasılığını ortadan kaldırmalıydı. Ancak görünen o ki, ne 1986 Çernobil patlaması, ne arada meydana gelen bir çok irili ufaklı reaktör sızdırması ne de son olarak halen boyutları tam olarak yansıtılmamakla birlikte bulunduğu bölge halkı ve tüm uygarlık için bir facia olacağı tahmin edilen Japonya depremine bağlı nükleer reaktör yıkımlarına rağmen hükümet tarafından yapılan açıklamalar tüm dünyada yapımı durdurulan kullanımından vazgeçilmeye çalışılan bu zararlı ve eski teknolojinin ülkemizde yapılması için gayret gösterildiği yönündedir.
Nükleer santrallerin atıkları için dünyada hala depolama alanları kurulamıyorken, bu atıklar milyonlarca yılda yok olmazken, Çernobil kazası ya da deprem gibi bir doğal afet sonrası can kaybı ve geniş bir çevrenin yüzyıllar süren etkilenmesi söz konusu iken, nükleer santrallerin bakım ve güvenlik maliyetleri kuruluş maliyetlerini aşıyorken bu santrallerin bilimsel olarak savunulabilir bir yanı yoktur. Buna rağmen nükleer santral kurma çabalarını günlük kazanımlar peşindeki ucuz politikalara bağlıyoruz. İnsana, doğaya, yaşama karşı kasıtlı cürüm olarak değerlendiriyoruz.
Çevreyi kirleten bir teknoloji satın aldığınızda kansere davetiye çıkarıyor, kanser ilaçlarına müşteri oluyorsunuz demektir. Hem o çöpü parayla alıyorsunuz hem de o çöpün oluşturduğu hastalıklarla mücadele için ciddi bedeller ödüyorsunuz
Başbakan Rusya seyahatinde diyor ki “Mersin Akkuyu’da atılacak adım dünyaya örnek olacak”. Acaba neyin örneği? “Deprem olacak diye köprü yapmayalım mı?” diyor, “evimizde tüp gaz var nükleer santralle aynı şeydir” diyor. Halkı kandırmaya yönelik bilimden yoksun bu açıklamaları gayri ciddi buluyoruz, inandırıcılık uzak, saygısız ve küstah bir yaklaşım olarak değerlendiriyor ve kabul etmiyoruz.
Nükleer santrallerin bugün ve yarın için getireceği tek şey ölümdür, ölümcül hastalıklardır, çevre kirliliğidir, başa açacağı belalar için çekilecek acıdır, tüketilen zaman ve paradır. Nükleer santraller yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme zorunludur.
Ne Akkuyu’da ne de başka bir yerde nükleer santral kurulmasına izin verilmeyeceğiz. Bu konuda birkaç hafta içinde elinde kazmalarla Akkuyu’da bu ülke ve bölge halkına gözlerimizin önünde “o kazmalarla” toplu mezarlarımızla neredeyse eş değer olacak nükleer santral kazılmasına sessiz kalmayacağız. “Kazma meraklılarını”, tüccar siyasetin insanı ve insanlığı yok sayan politikalarını durduracağız.
Almanya’daki çok sayıda Türkiye kökenli milletvekili, Türk hükümetine “nükleer santral kurulmaması” çağrısında bulundu.
Milletvekilleri, “Japonya’da yaşanan nükleer kaza ile ilgili Türkiye Cumhuriyeti hükümetine çağrı: Nükleer santrallere hayır” başlığıyla Türkçe olarak yayımladıkları çağrıda, “Japonya’daki depremin ardından yaşanan nükleer santral kazasının, nükleer santrallerin tehlikelerini bir kez daha gösterdiğini, Çernobil’den sonraki bu en büyük kazanın bu tür santrallerin muhtemelen doğal afetlere ve kazalara karşı korunamayacağını bir kez daha gözler önüne serdiğini” belirtti.
“Türk hükümetinin, Akkuyu’da Rusya, Sinop’ta Japonya’yla yapmak için anlaşmalar imzaladığı nükleer santraller ile ilgili programından bir an önce vazgeçmesi gerektiği” görüşü dile getirilen çağrıda, “Ecemiş fay hattı üzerinde bulunduğu belirtilen Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral ile ilgili projenin Japonya’da meydana gelen felaketten sonra sürdürülmesinin sorumsuzca ve tehlikeli olduğu” belirtildi.
Milletvekilleri, “Deprem bölgesi olan ve kısmen fay hattı üzerinde bulunan Türkiye, acilen nükleer enerjiye dur demelidir. Türkiye halkı bu son faciadan sonra bu tehlikeli teknolojiyi ülkeye getirmek isteyen siyasetçilere ve lobicilere karşı seslerini yükseltmelidirler” ifadesini kullandı.
“Yenilenebilir enerji açısından zengin olan Türkiye’nin, güneş, rüzgar ve jeotermal kaynaklardan daha fazla faydalanması gerektiği” görüşüne yer verilen çağrıda, “Bu konuda politik irade sahiplerini kamuoyundaki duyarlılığa sessiz kalmamaya ve acil önlem almaya davet ediyoruz. Tüm dünya nükleer teknolojiyi nasıl en kısa zamanda terk edebileceğini tartışırken, Türkiye’nin bu teknolojiyi fay hatlarına inşa etmeyi planlaması büyük bir sorumsuzluktur” denildi.
Çağrıyı imzalayan isimler şöyle:
Özcan Mutlu (Yeşiller Partisi Berlin Eyalet Meclisi Üyesi), Ekin Deligöz (Yeşiller Partisi Federal Meclis Üyesi), Memet Kılıç (Yeşiller Partisi Federal Meclis Üyesi), Filiz Polat (Yeşiller Partisi Aşağı Saksonya Eyalet Meclisi Üyesi), Arif Ünal (Yeşiller Partisi Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Meclisi Üyesi), Kadriye Karcı (Sol Parti Berlin Eyalet Meclisi Üyesi), Canan Bayram (Yeşiller Partisi Berlin Eyalet Meclisi Üyesi), Mürvet Öztürk (Yeşiller Partisi Hessen Eyalet Meclisi Üyesi), Gıyasettin Sayan (Sol Parti Berlin Eyalet Meclisi Üyesi), Mustafa Kemal Öztürk (Yeşiller Partisi Bremen Eyalet Meclisi Üyesi), Hasan Kanber (eski İsviçre Basel Kantonu üyesi), Turgut Yüksel (eski Sosyal Demokrat Parti Hessen Eyalet Meclisi üyesi) ve Adil Oyan (Yeşiller Partisi Oberbayern Bölge Meclisi Üyesi)
Açıklamanın tam metni şöyle:
Japonya’da yaşanan nükleer kaza ile ilgili Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine çaĝrı: Nükleer santrallere hayır!
Japonya’da gerçekleşen depremin ardından yaşanan nükleer santral kazası nükleer santrallerin tehlikelerini bir kez daha göz önüne sürdü. Çernobil´den sonraki en büyük nükleer kaza, atom santrallerinin muhtemelen dogal afetlere ve kazalara karşı korunamayacaĝını bir kez daha kanıtladı!
Japonya’da meydana gelen 8,9 büyüklüğündeki depremde on binlerce insanın hayatını kaybettigini öĝrenmiş bulunuyoruz. Öncelikle depremde yaşanan acılar nedeniyle tüm Japonya halkına başsağlığı dileriz. Umarız en kısa zamanda ve en az kayıpla bu büyük facianın yaraları sarılabilir.
Tarihin en büyük beşinci depremiyle sarsılan Japonya elektrik enerjisi üretiminin 55 nükleer santral´den elde etmekte. Söz konusu santrallerden en az üçünün, Fukuşima 1, 2 ve 3 ile Oganawa’nın depremde zarar gördüğü bildiriliyor.
Oganawa nükleer santralinde yangın çıkarken, Fukuşima reaktörlerinden birinde önce soğutma sisteminin arızalandığı, su seviyesinin düşmesiyle birlikte radyasyon sızıntısı olduğu, ardından da çekirdeğin kısmen eridiği bildiriliyor. Her ne kadar onaylanmamış olsa bile, çekirdek erimesi oluştuguna kesin gözüyle bakılıyor. Böylece dünyanın ikinci bir Çernobil faciası ile karşı karşıya olduğu söylenebilir.
Japonya’da yaşanan bu kaza nükleer enerjinin kazalarla dolu tarihinde yeni ve dramatik bir aşamadır. Bu nükleer kaza nükleer enerjinin ne kadar güvensiz ve tehlikelerle dolu olduğunu olduğunu bir kez daha acı bir şekilde göstermiştir.
Tüm dünya nükleer teknolojiden uzaklaşmnın yoollarını aradıĝı bu günlerde, Türkiye´de halen nükleer santrallerin planlanması ve bu kadar tehlikeli bir teknolojiyinin Türkiye´ye getirilmek istenilmesi mantık ile açıklanması mümkün degildir.
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve Başbakanı Recep Tayyip Erdoĝan nükleer lobinin baskılarına boyun eğmeyi bir an önce bırakmalıdır. Akkuyu’da Rusya’yla, Sinop’ta Japonya’yla yapmak için anlaşmalar imzaladığı nükleer santral programından derhal vazgeçmelidir. Ecemiş fay hattının üzerinde bulunan Mersin-Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral Japonya´da meydana gelen faciadan sonra devam etmesi, sorumsuz ve tehlikelidir.
Deprem bölgesi olan ve kısmen fay hattı üzerinde bulunan Türkiye acilen nükler enerjiye dur demelidir. Türkiye halkı bu son faciadan sonra bu tehlikeli teknolojiyi Türkiye´ye getirmek isteyen siyasetçilere ve lobicilere karşı seslerini yükseltmelidirler. Yenilenebilir enerji bakımından zengin olan Türkiye, daha fazla güneş, rüzgâr ve jeotermal kaynaklarından faydalanmalıdır. Bu konuda politik irade sahiplerini kamuoyundaki duyarlılıga sessiz kalmamaya ve acil önlem almaya davet ediyoruz.
Tüm dünya nükleer teknolojıyı nasıl en kısa zamanda terk edebileceğini tartışırken Türkiyenin bu teknolojiyi fay hatlarına inşaa etmeyi planlaması büyük bir sorumsuzluktur.
Imzalayanlar :
Özcan Mutlu, Berlin Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Ekin Deligöz, Federal Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Memet Kiliç, Federal Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Filiz Polat, Aşaĝı Saksonya Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Arif Ünal, Kuzey-Ren-Westfalya Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Kadriye Karcı, Berlin Eyalet Milletvekili (Sol Parti)
Canan Bayram, Berlin Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Mürvet Öztürk, Hessen Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Giyasettin Sayan, Berlin Eyalet Milletvekili (Sol Parti)
Mustafa Kemal Öztürk, Bremen Eyalet Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Adil Oyan, Yukari Bavyera Bölge Meclisi Milletvekili (Yeşiller Partisi)
Turgut Yüksel, Hessen Eyaleti geçmiş dönem Milletvekili (Sosyal Demokrat Parti)
Hasan Kanber, Isviçre Basel Kantonu geçmiş dönem Milletvekili
Çanakkale’nin Lapseki ilçesine bağlı Şahinli Köyü’nde siyanürlü altın madeni işletmeciliği için yapılmak istenen bilgilendirme toplantısı halkın tepkisi sonucu iptal edildi.
Dün (15 Mart) Kaz Dağları’nda siyanürle altın aramak için kurulmak istenen maden işletmesi hakkında yapılmak istenen bilgilendirme toplantısı köylülerin protesto engeline takıldı. Daha önce toplantıya katılmayarak eylem düzenleme kararı alan Şahinli Köyü halkı, şirket yetkililerine ve ruhsatı verenlere tepki gösterdi.
Bilgilendirme toplantısının yapılacağı kahvehanenin karşısındaki kahvehanede pankart açan köylüler, toplantıyı engellemek için köye gelen elektrik hatlarını da kestiler. Jeneratör kurulmak istenmesine de tepki gösteren köylüler, jandarma barikatı önüne kadar gelip “Bu topraklar bizim, madencileri istemiyoruz” dedi.
Köylülerin yoğun tepkisi sonucu toplantı yapılamadığına dair tutanak tutularak iptal edildi.
Bu arada Şahinli’ye destek amacıyla gelen çevre köy halkını taşıyan otobüsler jandarma tarafından engellendi. Köye giriş çıkışlarda ise kimlik sorgulaması ve üst araması yapıldı.
Yarın da Bayramiç ilçesinin Kuşçayırı Köyü’nde maden için bilgilendirme toplantısı yapılacak.
Türkiye saati ile gece yarısında toplanan Güvenlik Konseyi; yaklaşık 1 saat süren bir toplantının ardından Libya’yı uçuş’a yasak bölge ilan etti. BM Güvenlik Konseyi aynı zamanda; sivillerin korunması için her türlü önlemin alınması gerektiği kararına vardı.
İnsanlığa Karşı Suç İşleniyor
Güvenlik Konseyi, karara dair gerekçesinde, Libya’daki çatışmaları durdurmanın ve sivillere karşı işlenen insanlık suçunu önlemek için bu kararın alındığını belirtiyor.
Yapılan oylamada kimse “hayır” demedi!
Gece yarısında yapılan oylamada, Güvenlik Konseyi’nin 10 üyesi evet derken 5 üyesi de çekimser oy kullandı. Brezilya, Çin, Almanya, Hindistan ve Rusya Federasyonu çekimser oy kullanan ülkeler.
Uçuş Yasağı İnsani Yardımı Kapsamıyor.
Libya’daki krizin bir insani yardım krizine de dönüştüğünü belirten Güvenlik Konseyi ; insani yardım amacı taşıyan uçuşlar, ülkeden yardımcıların uzaklaştırılması ve “Libya vatandaşlarının çıkarlarının korunmasını kapsayan” diğer amaçlar için yapılan uçuşları kapsamadığını da ifade ediyor.
Konsey ayrıca tüm üye ülkelerden, yasağın uygulanması için kurulan komite tarafından izin verilmedikçe, Libya’dan gelen veya Libya’ya giden tüm ticari uçuşları engellenmesini de istedi.
Birleşmiş Milletler, bu yasak ile Kaddafi rejimi üzerindeki ambargo ve baskıyı arttırmayı ve ülkedeki çatışmaları dindirmeyi ve sivilleri korumayı amaçlıyor. Karar aynı zamanda askeri müdahalenin de önünü açıyor. Libya’ya her an askeri müdahale başlayabilir.
Öte yandan Libya’da Muammer Kaddafi’ye bağlı güçler, isyancıların kontrolündeki en önemli kent olan Bingazi’ye yönelik ilk bombardımanı başlattı.
Bir milyon nüfuslu kentte uçan helikopterlerin ve patlamaların sesi duyuluyor.
İnsanlık için arzettiği tehlikeleri farketmemden bu yana, yani belki ilkokuldayken ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarının yol açtığı yıkımı öğrendiğimden bu yana nükleer silahlara düşmanım.
Nükleer teknolojinin sözde barışçı, elektrik üretimi amaçlı uygulamalarının insanlık için arzettiği öteki büyük tehlike konusunda bilgi sahibi olmamdan, yani 1970’lerin ortalarından beri de nükleer santralların düşmanıyım. 1980’lerde gazetelerde yazmaya başlamamdan bu yana her fırsatta Türkiye’nin nükleer maceraya girmemesi; zengin alternatif, çevre dostu enerji kaynaklarına, tasarrufa yatırım yapmasını savunuyorum.
Türkiye’nin kalkınmaya, zenginleşmeye ihtiyacı olduğunu elbette biliyorum. Ama bunu çevreyi ve insan sağlığını gözeterek yapmak zorundayız. Bunun için bilimden ve teknolojiden yararlanmalıyız. Ama bilim ve teknolojiden yararlanmak yetmez; yeryüzünde yaşama saygı telkin eden dinsel inançlara, felsefi görüşlere, ahlak anlayışına da bağlı olmalıyız. Ne yazık ki Türkiye halkı, hükümetler ve çeşitli lobiler tarafından nükleer enerjinin vazgeçilmez, güvenli ve ucuz olduğuna inandırıldı. Sıradan yurttaşlar, nükleer santralları modernleşmenin bir icabı, olmazsa olmazı olarak görüyor. Santrallar bugüne kadar kurulamadıysa bunun yegâne sebebi, gerekli finansmanın bulunamayışı.
Nükleer enerjinin tehlikeleri konusunda bilinçlenmeliyiz. Santrallarda kaza olması, hele (1986’da Ukrayna’nın Çernobil, şimdi Japonya’nın Fukuşima santralında görüldüğü üzere) santralın kalbinin erimesi halinde çevreye yayılacak radyoaktivitenin insanlığa vereceği zarar (özellikle kanserden ve diğer hastalıklardan ölümler nedeniyle) hesaplanamayacak kadar büyüktür. Sayısız örnekte görüldüğü üzere nükleer santrallar ve beslendikleri nükleer faaliyetlerden her zaman radyoaktif sızıntı tehlikesi vardır. Tüketilmiş nükleer yakıtların yüzyıllar boyunca güvenli bir şekilde nasıl depolanacağı sorununa çare bulunamamıştır. Santrallar (şimdi Japonya’da çok acı bir şekilde görüldüğü gibi) depremle yıkılabilir, savaşlarda hedef haline gelebilir. Nükleer enerji ucuz değil, çok pahalıdır; dışarıya bağımlılık yaratır. Nükleer santrallardan, nükleer silah üretimi için de yararlanılabilir. Küresel ısınmaya çare değildirler, çünkü olabilmeleri için binlercesinin yapılması gerekir. Nükleer santrallar yalnız bugün yaşayanları değil gelecek kuşakları da büyük risk altında bırakmaktadır. Gelecek kuşakların kaderini belirlemeye hakkımız yoktur. Nükleer enerjiden vazgeçildiği takdirde, temiz enerji kaynaklarının gelişmesi için çabalar o ölçüde artacaktır. Şimdiki halde bile, önümüzdeki 50 yıl içinde güneş enerjisinin ekonomik olarak yararlanabilir hale gelmesi beklenmekte.
Nükleer santrallardan radyoaktif sızıntıları, şimdi Japonya’da meydana gelen nükleer felaketin boyutlarını halktan gizlemek için büyük çabalar harcanacağından emin olabilirsiniz. Ama gerçek er-geç ortaya çıkacak, nükleer enerjiden dünya çapında kaçış başlayacaktır. Özellikle Türkiye’nin başına nükleer santral belası açmaması gerekir. Çünkü ülkemiz dünyanın deprem merkezlerinden biri. Jeologlar, Türkiye’de Konya ovası dışında deprem riski olmayan yer olmadığını belirtiyor. Onların sesine kulak vermek şart.
AKP hükümeti, ihale dahi açmadan Ruslarla Mersin-Akkuyu’da nükleer santral inşa etmeleri için anlaştı. İnşaata bu yıl sonunda başlanması söz konusu. Oysa Jeoloji Mühendisleri Odası deprem tehlikesi nedeniyle bu projeden vazgeçilmesini istiyor. TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, “Japonya’da yaşanan felaket nükleer santral inadından vazgeçilmesi için bir uyarıdır” diyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise, bunlardan vazgeçilmeyeceğini söylüyor. Bu aymazlığın sebebi nedir? Hükümet, bilim adamları ve teknik bilgi sahiplerine kulak vermeli, nükleer enerji santralları kurma yanlışından toptan vazgeçmelidir. Bilime inanmıyorsa, insanlığı koruma ahlakına bağlı kalmalıdır.
“Kadına şiddet uygulayan erkek değildir” ise “erkek” kim? Kadına şiddet uygulayan kim? Yaramaz kedi mi? Bir reklamın farklı okumaları…
Bir kadın kendi kendine şiddet uygular gibi; önce sandalyeden yere yuvarlanıyor sonra pencerelere kafası çarpıyor, sonra yerlere yıkılıyor… Erkek yok, yok bir erkek!
Çünkü “kadına şiddet uygulayan erkek değildir” deniyor…* Trafik canavarı gibi, kendisi yok, fail belli değil dolayısıyla şoför hatası yok, yol sorunları yok, yol işaretleri tamamen doğru; o zaman bu kazalara kim sebep oluyor?
Erkekliğe leke sürmeyelim, hemen hafifletici bir sebep bulalım. Yerine bir canavar filan koyalım. Oğlan çocuklar da öyle büyütülür ya “benim oğlum yapmamıştır, başka bir yaramaz çocuk yapmıştır” veya eşyalara filan vurulur kabahat yapan soyutu cezalandırmak için…
Bu tabii bazen kız çocuklara da uygulanır ama nispeten çok daha küçükken çünkü kızların sorumlulukları ve hata ile yüzleştirilmeleri hayli erkene alınmıştır.
Bir TV reklamı bu, sözüm ona kadına uygulanan şiddeti lanetlemek istiyor. “Acaba mı” diyor insan, birçok farklı okuma yapsanız da yine ters mesajlar çıkıyor.
Erkekliği çok yanlış bir yerden kurtarmak istiyor, insanlık yönünden değil.
Farklı okuma 1…
“Erkeklik” kavramı sakat bir kavramdır; eğer biz bunu sık kullanırsak toplumu eğitmiş oluruz…mesela! Mademki kadınlık kavramı hatalı bir şekilde kullanılmıyor (sadece çocuk ve aile için kullanılıyor, hükümette “sorumlu”su da var, ekstradan bir onuru yok yani) sadece erkeklik kavramı hatalı kullanılıyor, o zaman hafifletilmesi gereken durum erkeklerle ilgilidir.
Kadının yerine erkeği koyalım; bir erkek kendi kendine zarar veriyor ve adeta şiddet uyguluyor. Ortada kadın yok, canavar da perde arkasında gizleniyor… O zaman şöyle mi diyeceksiniz: “Erkeğe şiddet uygulayan kadın değildir”. Diyemezsiniz çünkü kadınlık, erkekliğin sahip olduğu şerefe, üst mertebeye hiç sahip olmadı, “kadın değilse değil” bir şey kaybetmez.
Ama bir insan kadına şiddet yaptığı için erkek değilse çok şey kaybeder; sigaraların üzerinde yazan uyarılar gibi; iktidarına halel gelmiş olur. Oysa kadına şiddet uygulayanların ezici çoğunluğu erkek ama o şimdi evde yok, yok erkek!
Farklı okuma 2…
Kadın kendisine yöneltilen tüm olumsuzlukların tek müsebbibidir. Eğer şiddete uğruyorsa onun sebebi bir erkek olamaz, zaten erkek ortada da yoktur. Kadın esas olarak suçludur ve kendine zararı kendi verir.
Kadına eziyet yapan kadının ta kendisidir. Bir erkek adı taşıyan insan şerefsiz bir şey zaten yapmaz, yapamaz; yapıyorsa o erkek olamaz, “yani onurlu bir insan mı olamaz?”.
Kadın tek başına, kendisine bir şeyler oluyor cama çarpıyor yerde kıvranıyor sandalyeden düşüyor. Acı çekiyor. Yanında kimse yok. Kadın sorunlarını tek başına yaşıyor. Onun çektiklerine kimse sebep olmuyor. Zaten olsa o da bir erkek olamaz.
Farklı okuma 3…
Kadın şiddete uğruyor ama erkek görünmüyor, bu bir korku filmi, gerçek hayatta böyle şeyler olmaz. Kafasını cama vuruyor durup dururken.
Acaba alkol mü içti “tıksırıncaya kadar”; acaba eroin mi, esrar mı var işin içinde… İşin içinde “su testisi su yolunda kırılır” falan olmasın? Reklamı yapan yoksa erkek mi? Hayır olamaz bu reklamı bir erkek yapamaz. Bu reklamı bir kadın da yapamaz. Bu reklamı kim yaptı? Yaramaz bir kedi!
Farklı okuma 4…
Kadınlık içinde barındırdığı kötülükler nedeniyle…Kurosawa’nın “Düşler” filmindeki maskeli kadınlar gibi aslında boyalı şeytanlardır. Bu boyalı şeytanlardan her şey beklenir; bir içsel tsunami yaşıyor da olabilirler.
Bir farklı açı daha olabilir
Kadına şiddet uygulayan erkek değildir, peki çocuklara, tutuklulara, üniversite öğrencilerine, eşcinsellere şiddet uygulayanlar erkek midir? Hayvanlara şiddet uygulayanlar kimdir? Ya kadın ya da erkek olmak zorunda mıdır?
Fail yoksa, fail insan değilse insanlık tüm şiddetten arınmış sayılmalıdır. “Kediye kim tekme attı” diye sorsak failini bir yaratık olarak açıklayamayız.
Bu açıdan baktığımızda reklamdaki kadına da birileri acı veriyor şiddet uygulayarak ama biz bunu “erkek” adıyla anamayız çünkü erkek olan şiddet uygulamaz. Erkek olmayanların sayısı birden artar, dağlara taşlara yayılır…
Yoksa kadına kadın mı şiddet uyguluyor diye düşünürsünüz ve işin içinden çıkamazsınız… Reklamdaki kadın güzel giyinmiş, ev de iyi döşenmiş, camlar çift cam olmalı ama kırılıyor…Mutfak da şık ve tertemiz.
Demek ki çok derin bir reklam bu: kedileri bile eğitir! Zaten bu atmosferi kedisiz düşünmek zor.
Farklı bir erkek tasviri
Erkek olan ne ister? Nüfusun yarısını teşkil eden kadınların iyi bir aile kurmasını çocukları iyi yetiştirmesini, bahşedilen tohumu üçle çarpmasını, nesilden nesile tohumun adını şerefle taşımasını.
Ailenin kutsallığını sürdürecek böyle bir kadını ister. Başka ne ister? Aile içinde sıkışmış çocuktan başını kaldıramayan, üstüne başına bakamayan kadının sıkıcı olmaya başladığını düşünerek, ona şiddet uygulamamak için evden uzaklaşır, genellikle böyle düşünceli davranır, daha canlı dinamik, kendisiyle yakından ilgilenecek başka bir kadın ister.
O kadının mümkünse aile sahibi olmamasını “serbest” olmasını tercih eder yani kendi yüzde 50’lik nüfusuna karşı diğer yüzde 50 nüfustan iki şey birden ister hem aile kur hem serbest ol, birden fazla ol, iki ol, üç ol, beş ol.
Bu durumda kadınların sayısını otomatik olarak azaltır, bunu kuşak değiştirerek de yapsa 15-50 arasını ikiye üçe böler, şiddet uygulanan alanlarda bulunmamak için.
Kadın aile de kuramaz serbest de dolaşamaz bu durumda; en iyisi bu reklamı yapan onu gösterimden kaldırsın.
* Hürriyet gazetesinin “Aile içi şiddete son” kampanyası çerçevesinde 8 Mart’ta yayımlanmaya başlayan “Kadına şiddet uygulayan erkek değildir” reklamını Rafineri Reklam Ajansı çekti. Ajansın web sitesinde “2001 yılında yüzde 100 Türk sermayeyle dört ortaklı olarak, Nil Bağcıoğlu, Aslı Yorgancıoğlu, Ayşe Bali ve Murat Çetintürk tarafından kuruldu,” deniyor.
Yeni hazırlanacak anayasanın doğayı bir hak öznesi olarak gören ekolojik ilkelere sahip bir anlayışla hazırlanmasını amaçlayan Ekolojik Anayasa Girişimi bugün yapılan basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu.
Kırk kişilik bir çağrı grubunun açıkladığı bir metinle yola çıkan Ekolojik Anayasa Girişimi’nin düzenlediği ilk basın toplantısında çağrıcılar adına Yeşiller Partisi eş sözcüleri Yüksel Selek ve Ümit Şahin, İnsan Yerleşimleri Derneği’nden Korhan Gümüş, DSİP’den Şenol Karakaş ve Greenpeace aktivisti Alidost Numan konuştu.
Girişimin yapacağı çalışmaların sonucunda doğanın bir hak öznesi olarak tanımlanmasını içeren genel ilkeler ve gerekçelerin yanı sıra çeşitli maddelerin de formüle edilmesi düşünülüyor.
Girişimin çeşitli çevre ve ekoloji hareketlerinin aktivistlerinden, siyasi parti üyelerinden, akademisyen ve yazarlardan oluşan çağrıcılar listesi şöyle: Ali Alper Akyüz, Alidost Numan, Ali Kerem Saysel, Ali Osman Karababa, Arif Ali Çangı, Ayşe Bilge Dicleli, Ayşegül Devecioğlu, Ayşen Candaş, Barış Doğru, Barış Gencer Baykan, Bülent Müftüoğlu, Çiğdem Kılıçgün Uçar, Defne Koryürek, Deniz Ataç, Fatoş Çırnaz, Fikret Adaman, Gediz Akdeniz, İsmail Duygulu, Kemal Tuncaelli, Korhan Gümüş, Melda Onur, Mahmut Boynudelik, Mehmet Horuş, Meryem Koray, Muammer Sakaryalı, Neşet Kutluğ, Nilüfer Oral, Oya Ayman, Ömer Madra, Pelin Batu, Sebahat Tuncel, Semra Cerit Mazlum, Sevgi Mutlu, Serkan Köybaşı, Şenol Karakaş, Tolga Öztorun, Uygar Özesmi, Ümit Şahin, Yakup Okumuşoğlu, Yüksel Selek
Ekolojik Anayasa Girişimi’nin çalışmaları yeni kurulan web sitesinden izlenebilir.
Çağrı metni ise şöyle:
EKOLOJİK ANAYASA GİRİŞİMİNE ÇAĞRI
Türkiye yeni bir Anayasa için canlı bir tartışma süreci yaşıyor. 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan mevcut 1982 Anayasası’ndan kurtulmak ve toplumun bütün kesimlerinin katılımıyla yapılması gereken yeni, demokratik ve sivil bir Anayasaya katkıda bulunmak için siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine, akademisyenlerden aktivistlere kadar çok sayıda kişi ve çevrenin katkı sunduğu çeşitli girişim ve platformlar tartışıyor, görüş oluşturuyor.
Yeni Anayasanın demokratik ve sivil olmanın yanı sıra özgürlükçü, sosyal ve ekolojik bir niteliğe de sahip olması gerekiyor. Yaşadığımız dünya ağır bir ekolojik krizin etkisi altında. İklim değişikliği, çevre kirliliği ve doğanın tahribi sadece bugün yaşayanların değil, gelecek kuşakların da yaşam hakkını tehdit ediyor. Yeni Anayasacılık anlayışı katılımcı bir yöntemi zorunlu kıldığı gibi, insan-doğa ilişkisini yeniden tanımlayan, doğanın haklarını tanıyan, ekolojik bir Anayasayı da mümkün kılıyor.
Ekolojik Anayasa Girişimi işte bu anlayış çerçevesinde Yeni Anayasanın doğayı bir hak öznesi olarak gören, ekolojik bir Anayasa olabilmesi için hangi ilkelerin gözetilmesi gerektiğini ortaya koymak amacıyla kuruluyor.
Bu amaçla Yeşiller Partisi tarafından yapılan bir çağrıyla İstanbul Yeşil Ev’de bir araya gelen isimler tarafından 19 Şubat 2011 tarihinde bir atölye çalışması yapıldı. Bu çalışmaya katılan akademisyen, politikacı, yazar, hukukçu ve aktivistler ekolojik bir Anayasa için gerekli temel ilkeleri ve önümüzdeki süreçte yapılacak olan çalışmanın ana hatlarını saptadılar.
Aşağıda belirtilen ilkeler ve yöntem çerçevesinde Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yapılacak hazırlık toplantılarının ve son olarak da 22 Mayıs 2011 tarihinde yapılacak olan Ekolojik Anayasa Konferansı’nın sonucunda Ekolojik Anayasa Girişimi’nin önerileri kamuoyuna sunulacaktır.
Hazırlanacak olan öneride;
1- Anayasanın ruhunu yansıtması beklenen başlangıç bölümü için ekolojik bir toplumun genel değerlerini ve ilkelerini, doğanın bir hak öznesi olarak tarifini ve doğanın haklarının nasıl tanımlanması gerektiğini içeren bir ya da iki paragraflık bir giriş bölümü oluşturulacak,
2- Anayasa için önerilecek ekolojiye ve doğanın haklarına ilişkin maddelerin genel gerekçesi ve madde gerekçeleri yazılacak,
3- Anayasa’da yer alması önerilen konuyla ilgili maddelerin ana hatları veya taslağı kaleme alınacaktır.
Ayrıca sadece konuyla ilgili olanların değil, Anayasadaki tüm maddelerin, tüm yasaların ve mevzuatın ekolojik bir yaklaşımla ele alınması, eksiksiz demokrasi ve katılım için de %10 seçim barajının kaldırılması ve örgütlenme, siyaset yapma ve ifade özgürlüğünün önündeki tüm engel ve yasakların kaldırılması gerektiği vurgulanmıştır.
Ekolojik Anayasa Girişimi tarafından yapılacak olan çalışmada aşağıdaki belgelerin temel kaynaklar olarak kullanılması öngörülmektedir: Toprak Ananın Hakları Evrensel Beyannamesi, Halkların İklim Değişikliği Bildirgesi, Afrika Halkları Haklar Bildirgesi, Latin Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokolü, Ekvator Anayasası, Karadağ Anayasası, Portekiz Anayasası, Fransa Yeşil Şartı, Yeryüzü Şartı, Stockholm Bildirgesi, Rio Deklarasyonu, Aarhus Konvansiyonu.
19 Şubat günü yapılan atölye çalışmasında iki sorunun yanıtı aranmıştır:
1- Doğa yeni Anayasada bir hak öznesi olarak nasıl tanımlanabilir? Tüm canlıların hakları ve hayvan hakları nasıl formüle edilebilir?
2- Doğa yaşam alanlarının tahribini, suyun, madenlerin, ormanların, tarım alanlarının özelleştirilmesini ve/veya amaç dışı kullanımını önleyecek ilkeler Anayasa’ya nasıl dahil edilebilir? Halkın ve yerel toplulukların, yaşam alanlarını korumak için, yerel, bölgesel ve diğer karar mekanizmalarına katılımı nasıl güvence altına alınabilir?
Atölye çalışmasının sonucunda aşağıdaki temel noktalar, tartışılmak üzere not edilmiştir:
– Yeryüzünün bütünlüğü ve sürekliliği içerisinde insanların ve tüm canlıların yaşam hakkı esastır. Yaşam hakkı en üst düzeydeki haktır ve insanın da bir parçası olduğu Doğayı korumak yaşamı korumak demektir. Doğaya verilen zarar insana da verilmiş olur.
– Doğa bir hak öznesi olarak tanımlanmalıdır. Yeryüzünün/Doğanın haklarından, devletin ve bireyin ise bu hakları güvence altına almak üzere görev ve sorumluluklarından söz edilmelidir. Bu noktada doğanın ve yeryüzünün tanımlanması da gerekir, çünkü bu kavramların doğru tanımlanmaması yanlış anlamalara ve kötüye kullanıma yol açabilir. Bu arada Anayasadaki orman tanımının değiştirilmesi ve ormanın bir ağaçlar topluluğu olarak değil, bir ekosistem olarak tanımlanması da son derece önemlidir.
– Su, tohum ve diğer doğal varlıkların kaynak olarak değil, Doğanın bir parçası ve onlara bağlı yaşayan tüm canlılara ait olarak görülmesi bir hak öznesi olarak Doğanın tanımlanmasında önemli bir kavramsal açılım olacaktır.
– İnsan, çıkarları ve geleceği doğadan ayrı ve bağımsız varlık olarak kabul edilemez. Bu nedenle insan merkezli (antroposentrik) değil yaşam ve ekoloji merkezli (biyo/ekosentrik) bütüncül bir hak anlayışı tercih edilmelidir.
– İnsan, Doğanın/Yeryüzünün emanetçisi olarak görülmelidir. Doğal varlıkların insana emanet edilmiş olduğu, insanın gerektiği takdirde kendi haklarını savunmayacak olan doğanın ve diğer canlıların vekilliğini üstlenebileceği kabul edilmelidir. Emanetçilik kavramı aynı zamanda nesiller arası adalet ve sürdürülebilirlik kavramlarıyla da ilgilidir. Kaynakların, üretim tarzlarının, ürün çeşitliğinin ve biyolojik çeşitliğin gelecek kuşakların emaneti olarak korunması son derece önemlidir.
– Ekolojik kriz, iklim değişikliği, kaynakların tüketilmesi ve doğanın tahribi nedeniyle geleceği tehlikeye giren yeryüzünün korunması için bugün yaşayan insanlar ve diğer canlılar kadar, gelecek kuşakların hakları da mutlaka güvence altına alınmalıdır.
– Doğanın hakları çerçevesinde, çevre sorunlarının ve kirliliğin ulusal sınırlarla sınırlandırılamayacağı, küresel bir anlayışın zorunlu olduğu kabul edilmelidir.
– Dilsel ve kültürel çeşitlilikle biyolojik çeşitlilik arasındaki bağın dikkate alınarak dillerin ve kültürlerin de doğa ile birlikte korunmasının güvence altına alınması sağlanmalıdır.
– Vatandaşın ödevleri dahilinde doğayı korumak ve emanetçisi olmak anlamında Ekolojik vatandaşlık kavramına anayasal bir içerik kazandırılmalıdır.
– Çevre konularında yerel karar alma mekanizmalarının güçlendirilmesi için sivil toplumun ve yerel halkın ilgili komisyonlarda yer almasının sağlanması, referandum gibi aktif katılım sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesi ve ademi merkeziyetçilik vazgeçilmez ilkelerdir. Ayrıca şeffaflık ve hesap verebilirliğin anayasal güvence altına alınması sağlanmalıdır.
– Kamu yararı ilkesinin ekolojik bakış açısıyla yeniden tanımlanması, Doğa ile ilgili kamusal kararları denetleyecek özerk kamu denetçisi mekanizmasının anayasada yer alması gerekmektedir.
– Ekolojik olarak sürdürülebilir, sosyal olarak adil bir ekonomik sistemin geliştirilmesi anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. Doğal sistemlerin kendini var etme ve yenileme yetisine zarar vermeyen, uyum içinde bir varoluş sağlamak için ekonomik önceliklerin değiştirilmesi, yapılan tüm insani faaliyetlerin biyolojik kapasite göz önüne alınarak yapılması sağlanmalıdır.
– Doğayla insanın etkileşimine dair her türlü ekonomik girişim için kullanılan ihtiyatlılık ilkesine anayasal bir içerik kazandırılmalıdır.
– Temiz suya erişimin bir insan hakkı olarak tanımlanması, gıda hakkına ve sağlıklı beslenme hakkına temel insan hakları arasında yer verilmesi son derece önemlidir.
– Hayvanlara yönelik işlenen suçların kabahat kapsamından çıkarılarak hayvan hakları anlayışı çerçevesinde suç olarak tanımlanması ve hayvan haklarına anayasal bir içerik kazandırılması son derece önemlidir.
– İklim değişikliği, küresel ısınma, çevre kirliliği ve doğanın korunması ile ilgili tüm uluslararası anlaşmaların imzalanması ve iç hukuka aktarılması sağlanmalıdır.
Atölye çalışmasında yukarıda sayılan öneriler çerçevesinde doğanın bir hak öznesi olarak tanımlanmasını içeren genel ilkeler ve gerekçelerin yanı sıra çeşitli maddelerin de formüle edilmesi gerektiği dile getirilmiştir.
Bu maddeler arasında doğa hakkının tanımlanacağı maddelerin yanı sıra devletin şekline ve cumhuriyetin niteliklerine dair 1. ve 2. maddelerin de geliştirilmesinin yer alabileceği, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, sosyal ve laik olmanın yanı sıra ekolojik bir hukuk devleti olduğu ve insan haklarına olduğu kadar doğanın haklarına da saygılı (ya da dayalı) olduğu tespitine yer verilmesinin önerilebileceği belirtilmiştir.
Aşağıda isimleri yazılı olan atölye katılımcıları olarak, yukarıda belirlenen yöntem, ilke ve anlayış çerçevesinde ekolojik bir anayasa için gerekli ilkelerin geliştirilmesi amacıyla başlatılacak tartışma sürecini derinleştirme çağrısı yapıyoruz.
Bu amaçla öncelikli olarak bu sonuç bildirgesinin kamuoyunda tartışılması ve gerekli eleştiri ve öneriler yapılarak ekolojik bir anayasa için gerekli temel ilkelerin geliştirilmesi için çevre ve ekoloji hareketlerini, sivil toplum örgütlerini, siyasi partileri, üniversiteleri, ilgili kurum ve kuruluşları, akademisyenleri, aydınları, politikacıları, yazar ve sanatçıları, aktivistleri, çevreci, ekolojist, doğa korumacı ve yeşil bireyleri ve konuyla ilgilenen tüm yurttaşları tartışma sürecine katkı sunmaya davet ediyoruz.
Görüş ve önerilerinizi aşağıda belirtilen iletişim adresleriyle Ekolojik Anayasa Girişimi sekretaryasına iletebilir, ya da bu amaçla açılan web sitemize doğrudan yorum olarak girebilirsiniz.
Ayrıca bütün ilgilenenleri Ekolojik Anayasa Girişimi tarafından önümüzdeki süreçte düzenlenecek hazırlık toplantılarına ve 22 Mayıs 2011 tarihinde yapılacak olan Ekolojik Anayasa Konferansına katılmaya çağırıyoruz. Gerekli duyuruları web sitemizden, e-posta iletişim listelerinden ve basından takip edebilirsiniz. Sürece katılmak için sekretaryaya başvurabilirsiniz.
Gelin ekolojik bir Anayasa için hep birlikte çalışalım!
ÇAĞRICILAR: Ali Alper Akyüz, Alidost Numan, Ali Kerem Saysel, Ali Osman Karababa, Arif Ali Çangı, Ayşe Bilge Dicleli, Ayşegül Devecioğlu, Ayşen Candaş, Barış Doğru, Barış Gencer Baykan, Bülent Müftüoğlu, Çiğdem Kılıçgün Uçar, Defne Koryürek, Deniz Ataç, Fatoş Çırnaz, Fikret Adaman, Gediz Akdeniz, İsmail Duygulu, Kemal Tuncaelli, Korhan Gümüş, Melda Onur, Mahmut Boynudelik, Mehmet Horuş, Meryem Koray, Muammer Sakaryalı, Neşet Kutluğ, Nilüfer Oral, Oya Ayman, Ömer Madra, Pelin Batu, Sebahat Tuncel, Semra Cerit Mazlum, Sevgi Mutlu, Serkan Köybaşı, Şenol Karakaş, Tolga Öztorun, Uygar Özesmi, Ümit Şahin, Yakup Okumuşoğlu, Yüksel Selek
doğanın bir hak öznesi olarak tanımlanmasını içeren genel ilkeler ve gerekçelerin yanı sıra çeşitli maddelerin de formüle edilmesi gerektiği dile getirilmiştir.
Alberto Contador bu yıl İspanya dışında bir yerde yarışır mı bilmiyorum,
ama bildiğim bir şey var: O, olsun ya da olmasın bu sezon asfalt çok ağlayacak.
Paris- Nice ve Tirreno- Adriatico‘nun sonuçlarına bakınca ne dediğimi anlarsınız.
Sonuncudan başlayalım… İtalya’daki yarışın galibi Cadel Evans oldu. Onu, Gesink, Scarponi, Basso, Nibali, Machado, Cunego, Gilbert, Garzelli, Di Luca gibi adamlar takip etti. Bunların hepsi iddialı isimler ve daha sezonun başında pedallara asılmış durumdalar.
Fransa’daki yarışın galibi genç Alman Tony Martin oldu. Onu tecrübeli yurttaşı Andreas Kloden izledi. Wiggins, Brajkovic, Leipheimer gibi sporcular da, Fransa’nın liste başları oldu.
Kemerlerinizi bağlayın… Uçuran bir sezon olacak…
KAÇKAR YARIŞLARI
Elin oğlu Evropa asfaltlarında yarışırken, bizim memleketin çocukları geçen hafta sonu Çekmeköy ormanlarında mücadele etti. Kaçkar Bisiklet‘in artık bir geleneğe dönüşen antreman yarışlarının sonuncusu koşuldu.
Elit erkeklerde Bilal Akgül her zaman olduğu gibi yarışı domine etti ve en yakın rakibi Gökhan Uzuntaş‘a 6 dakikadan fazla fark attı. Bilal, görebildiğim kadarıyla bisikletten inmeden yarışı tamamlayan tek sporcuydu. ‘Single-Track’ denilen ve sadece tek bisikletçinin geçeceği teknik bölümlerde tekniği ve kondisyonuyla bizi yine hayran bıraktı. Bu klasmanın üçüncüsü Abdülkadir Kelleci oldu.
23 yaş altı erkeklerin galibi Hamza Kansız‘dı. Neredeyse çocukluğundan beri izlediğimiz Hamza o kadar hızlı bir gelişme gösterdi ki, elitlerde yarışacak bir konuma geldi. Bütün klasmanlar içinde Bilal’in ardından 1.5 dakika farkla en iyi ikinci dereceyi yaptı. Bilal’in halefi şimdiden belli.
Master’ların galibi Muammer Yıldız oldu. Muammer’i, Bora Tirki, onu da Sargın Kaya izledi.
Bayanlar yarışını Semra Yetiş açık ara önde bitirdi. Ülkemizde bir çok ilke imza atan Semra‘yı Bakiye Duran izledi. (Bakiye Duran deyince biraz durmak lazım. Bakiye Duran ultra maraton denilen ve 100 km. den oluşan inanılmaz bir sporun, ülkemizdeki yegane kadın temsilcisidir.) Bayanlar yarışının üçüncüsü Rabia Taşova oldu.
’40 yaş ve üzeri’ klasmanın galibi Cumhur Gazioğlu oldu, onu Mahmut Mabruk ve Kemal Merkit izledi. Yanlış duymadınız, Kemal Merkit… Onu sadece motosiklet üstünde, Paris- Dakar’da izleyenlere duyurulur: Kemal Merkit aynı zamanda çok sağlam bir bisiklet sporcusudur.
Juniorlar’da ise ilk üçü Agit Salman, Faruk Kansız ve Faruk Dinç paylaştı.
***
Yukarıda da söylediğimiz gibi Kaçkar Antreman yarışları artık bir klasik halini aldı. Sezon kapandığında bisikletçilerin kış uykusuna dalmasını önleyen ve motivasyon kaynağı olan organizasyonu yapan Kaçkar Bisiklet’in üç cengaverine teşekkür etmek lazım. Yusuf, Serkan ve Aydın, alkışlar size.
Şimdi gözler önümüzdeki haftasonu yapılacak olan Gold Tour‘da… Delta Bisiklet‘in bu yıl düzenlemeye başladığI yarış Ümraniye Kent Ormanı‘nda koşuluyor. Gold Tour‘un final etabını izlemek isterseniz 20 mart pazar günü yolunuzu Elmalı gölünün kıyısındaki ormana düşürün. Hem orman havası hem de bisikletçilerin sunduğu manzaralar ciğerlerinize iyi gelecek. Daha geniş bilgiyi www.bisikletforum.com adresinden bulabilirsiniz.
HEP AÇIK RADYO
Gözbebeğimiz Açık Radyo’nun ‘Açık Radyo Hep Açık Kalsın’ düsturuyla yaptığı ‘Dinleyici Destek Projesi’ 19 Mart Cumartesi başlıyor. Pazar günü 17.00’de Caner Eler, Bağış Erten ve bendeniz Şeytan Arabası adında özel bir program yapacağız.
Yarıştan sonra oraya bekleriz.
Acikradyo Marmara Bölgesi 94.9 ya da www.acikradyo.com.tr’de hizmetinizdedir.
Gazetecilere Özgürlük Platformu tarafından 13 Martta İstanbul’da yapılan eylemin ardından gazeteciler bu kez Ankara’da bir yürüyüşle, “basın özgürlüğü” isteyecek. Ankara’daki eylem, Newroz kutlamaları nedeniyle 20 Mart yerine 19 Mart günü gerçekleştirilecek.
“Özgür basın, özgür toplum” sloganı ve “Tutuklu gazeteciler serbest bırakılsın” talebiyle yapılacak eylem için gazeteciler 19 Mart Cumartesi günü saat 12.00’de Kolej Kavşağı’nda toplanacak. Kızılay, Ziya Gökalp Bulvarı SSK İşhanı önüne yürüyecek olan gazeteciler, yürüyüş boyunca “basın özgürlüğü” ve “tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması” gibi taleplerini dile getirecekler.