Ana Sayfa Blog Sayfa 5234

Atıl(a)mayan tokat ve egemenin incinen gururu – Ertuğrul Kürkçü

Sebahat Tuncel Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İstanbul milletvekili. Temmuz 2007 seçimlerinde hiç hesapta yokken, halk onu, cezaevinden alarak Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) bağımsız adaylarla zorladığı parlamentoya soktu: Haklarını savunsun, zorbalık, zulüm ve sömürüden hesap sorsun diye. Bir seçim dönemi kapanmadan partisi kapatıldı. DTP’li olarak girdiği Meclis dağılırken bir Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekili o şimdi.

Elhak, Tuncel işini en iyi yapan milletvekillerinden biri. Şık döpiyesleriyle, erkekliğin kol gezdiği Meclis salonlarının süsü “rozet kadın”lardan biri olarak göze çarpmadı ama Meclis ile halk, ezilenler, yoksullar, dışlananlar, horlananlar arasındaki en sağlam köprüler arasında yer aldı. Evleri yıkılan gecekondu halkı, şiddete uğrayan kadınlar, taş atan çocuklar, horlanan dışlanan travestiler, toplu mezarlara gömülen isimsiz kurbanların aileleri, direniş çadırlarında geceleyen emekçiler, seslerini soluklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne onunla duyurdular.

Sebahat Tuncel, Kürt, Alevi, sosyalist, feminist. TBMM’nin kurulduğu günden bu yana görüp görebildiği en çok yönlü, çalışkan, cesur milletvekillerinden biri. Öyle görülüyor ki olmaya da devam edecek. Yeniden aday olursa İstanbul 3. Bölge seçmenleri onu iki katı oyla yeniden Meclis’e gönderecek. Bunu öngörebilmek için uzun boylu anketlere, kamuoyu yoklamalarına hiç gerek yok. AKP iktidarı, Başbakan Erdoğan ve muhalefetteki milliyetçi partiler koalisyonunun linç kampanyası süre dursun Tuncel’in seçim bölgesinde dolaşmak, halkın onun için ne hissettiğini anlamaya yeter…

Tuncel’i bu çabaları için bir gün olsun takdir etmiş olmayanlar şimdi onu, Silopi’de barışçı bir gösteride halka gaz ve su sıktığı için tartıştığı bir polise gerçekte at(a)madığı bir tokat için paramparça etmekle meşgul…

Başbakan Tayyip Erdoğan, “Dokunulmazlık zırhının ardına sığınıp polise tokat atmak en hafif tabiriyle densizliktir. Bu olayla ilgili derhal hukuki sürecin başlatılmasını istiyoruz. Bu densizliğin hesabının hukuk çerçevesinde mutlaka sorulmasını istiyoruz. Bunun da sonuna kadar takipçisi olacağız.” diye kükrüyor.

 

İçişleri eski Bakanı Beşir Atalay ise “Orada yapılan büyük bir haksızlık, büyük bir yanlış. Yazıklar olsun o milletvekiline” diyor. MHP lideri Devlet Bahçeli “(..) bu aşağılık fiile hiçbir güvenlik mensubumuzun layık olmadığını ve kendilerine uzanan ellerin mutlaka kırılıp atılması gerektiğine” inanıyor. Koroda CHP Milletvekili Canan Arıtman da eksik değil. “Polise tokat atan” Tuncel ile kendisine sözel şiddet uyguladığını söylediği AK Partili Fatih Öztürk’ün, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Buluşması’nda konuşturulmamaları için TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu ile BM Kalkınma Programı Türkiye Temsilciliği’ne yazılı başvuruda bulunmuş.

Keşke…

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi “keşke yaşanmasaydı”. Keşke Sebahat Tuncel Silopi’deki krizi daha serinkanlı yönetebilse, temsilcisi olduğu halka gaz ve su sıkan, meydan dayağı çeken polis şefi kadar sureti haktan görünebilecek biçimde öfke kontrolü temrinleri yapabilmiş olabilseydi…

Ancak görüntüleri dikkatle izleyen herkesin görebileceği gibi, Sebahat Tuncel tokat atmaktan çok, öfkeyle üstüne yürüdüğü polis şefine yönelik -eskilerin deyimiyle- bir nakıs teşebbüste bulunuyor. Hamlesi havada kalıyor, muhatabıyla arasında bir fiziki temas olmuyor, olamıyor… Tuncel’inki atılamayan, havayı savuran, havada savrulan bir tokat… Misliyle şiddetli bir etkiye karşılık veren Tuncel’in nakıs teşebbüsünün böylesine yaygın ve birleşik bir linçle karşılanmasının da bu linçte haklı bir yan bulan serinkanlı, sözümona “hem nalına hem mıhına” yorumların da ahlaken ve siyaseten tutarlı bir yanı var mı?

Tayyip Erdoğan’ıyla, Cemil Çiçek’iyle, Beşir Atalay’ıyla bilcümle AKP “ağır top”larını harekete geçiren, bir vekilin bir polise tokadı mı gerçekten? O zaman şu aşağıdaki olaylara bakalım ve soralım. Tayyip Erdoğan o zaman ne yapmıştı?

Polise ve memura AKP dayakları

AKP Mardin eski milletvekili Selahattin Dağ, 2004’te kendisine kimlik sorup üstünü aramak isteyen Mardin Havaalanı’nda görevli bir polisi fena halde dövdü. Ardından “Bir yanlış yaptı, biz de affettik. Ben polisi severim” dedi. Hıncal Uluç olay tarihinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “AKP’li Sabahattin bey olunca iş değişiyor… Koca emniyet teşkilatı da sus pus! Sabah yazmasa kimsenin haberi olmayacak.”

AKP Van milletvekili Mustafa Bayram, 7 Temmuz 2004 günü gözaltına alınan oğlu Hamit Bayram için, adamları ile birlikte Bölge Trafik Müdürlüğü’nü bastı ve oğlunu kaçırdı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Milliyet’in haberine göre ”Olayla ilgili Emniyet Genel Müdürü’ne talimat verdim. Müfettiş görevlendirildi, olay inceleniyor” demekle yetindi.

Hatay Gazetesi’nin haberine göre 2 Aralık 2009’da “Hac dönüşü Türkiye’ye girmek için özel araçlarıyla Cilvegözü Sınır Kapısına gelen ve bekletilmesine sinirlenen Ak Partili Milletvekilli Faruk Koca kapıda görevli bir memura tokat attı (…) Cilvegözü Gümrük Kapısı’nda görevli ve isimleri açıklanmayan polis memuru ile gümrük muhafaza memurlarının ise kendilerine tokat atıldığını iddia ederek, tutanak düzenlettirdiler.”

Sebahat Tuncel’in dayanılmaz meydan okuyuşu

Tayyip Erdoğan’dan bir tek kelime olsun işitmedik bu atılmış tokatlar, yenilmiş dayaklar, basılmış emniyetler için… Bir polisin bir milletvekiline karşı zor kullanmasında şaşılacak bir şey yok, “görevini yapıyor”; ama bir kadın milletvekilinin zora boyun eğmemesi “ne ayıp”, ne “densizlik” öyle mi?

Onlar ki, polise tenhada attıkları dayaklarla öğünür, ötekiler yedikleri dayakları sineye çekerler ama bir kadının, bir Kürdün, bir sosyalistin Tayyip Erdoğan’ın sultanlığının koruyucularına meydan okuması yüreklerini dağlar, memleket sevgisini, devlet aşkını ayaklandırır. Sebahat Tuncel’in at(a)madığı tokadın, bütün maçoların, bütün zorbaların, bütün fallus tapınıcılarının gururunu Mustafa Bayram’ın bastığı karakolda silah zoruyla polise diz çöktürmesinden daha da çok yaralaması işte bundan: Nasıl olur da hep ayaklar altında kalması, milletvekili de olsa boyun eğmesi gereken bir egemenlik nesnesi, bir kadın, bir Kürt, bir solcu, bir ezilen, dikilir ayağa, fiyakasını bozar muktedirlerin ve bir başkaldırı öznesine dönüşür…

(Ertuğrul Kürkçü: Bianet, 24.03.2011)

Şiddetten kaçan yüzlerce çocuk İtalya’ya sığındı

0

‘Save The Children’ derneği, Kuzey Afrika ülkelerindeki siyasi kriz ile Libya’daki savaştan kaçan 11-16 yaş arasındaki 530 çocuğun Lampedusa Adası’na tek başına geldiklerini ve bu çocukların göçmen merkezinde korumasız durumda kaderlerine terk edildiğini belirtti.

Derneğin İtalya Avrupa Programları sorumlusu Raffaela Milano, sayıları 530’u aşan çocukların gece üzerlerini örtecek bir örtüden yoksun olduklarını söyleyerek, hijyenik koşulların git gide kötüleştiği bir ortamda bekleyen bu çocukların durumu için İtalyan hükümetinden acil bir çözüm geliştirmesini istedi.

‘Save The Children’ derneği ve Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü işbirliğiyle sağlık taramasından geçirilen çocukların psikolojik desteğe gereksinimleri olduğu vurgulandı. Derneğin İtalya şubesince yayımlanan raporda, çocukların balık istifi gibi 300 metrekarelik iki mekânda tutulduğu, beton zemin üzerine yerleştirilen şilteler üzerinde uyudukları, üzerlerini kâğıttan örtülerle örterek ısınmaya çalıştıkları, çocukların barındığı her iki mekânda duşsuz iki küçük tuvaletin yer aldığı ve temizlik için gerekli sabun ve malzeme bulunmadığı aktarıldı.

Libya-Tunus sınırından mülteci görüntüleri

Çocukların 10 gündür bu koşullarda kaderlerine terk edilmesinin İtalya için utanç verici olduğuna dikkat çeken Demokrat Parti milletvekili Sandra Zampa, bu durumun Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Anlaşması’na aykırı olduğunu söyledi.

Adadaki mülteci çocukların durumunu İtalya Parlamentosu’na getireceğini açıklayan Zampa’nın girişiminin ardından İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada 530 çocuğun İtalyan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı San Marco gemisi ile başka bir bölgeye aktarılacakları belirtilse de Zampa İçişleri Bakanlığı’nın sözünde durmadığını aktardı.

Çocuklardan bazılarının anne babalarını Tunus’ta kaybettikleri, bazı çocukların da Tunus’tan tek başlarına kaçtıkları anlaşıldı. Kimsesiz çocuklar arasında Libyalı çocukların da bulunduğu bilgisi verildi. Mülteci çocuklara destek olmak için Lampedusalı çocukların yaşıtları Kuzey Afrikalı çocuklarla futbol oynadıkları belirtildi.

(ANF News)

Kışladağ’dan Mektup Var

Ekolojiye saldırılar sürdükçe, saldırıya karşı direnişler de sürecek ve biz yazmaya, söylemeye ve yayınlamaya devam edeceğiz.

“İnsanın canı, acıdığı yerdedir” derler.

Türkiye’nin de canı acıyor. Ülkenin dört bir yanından feryatlar yükseliyor. Tıpkı bir canlı gibi ülkemizin canı, can damarlarından acıyor: Dağlarından, derelerinden, ormanlarından, ovalarından, tarihi ve kültürel varlıklarından, zeytinliklerinden ve tarım alanlarından acı feryatlar yükseliyor.

Şu anda verilmiş kırk binin üzerinde maden ruhsatı var. Dağlar çığlık çığlığa. Yaşam alanlarımızı tüketiyorlar.

Daha çok haysiyetli bilim insanına, daha çok hukuka-hukukçuya ve daha çok kitlesel direnişe ihtiyaç var.

Uşak Eşme’de yıllardır Kışladağ altın madenine karşı güçlü bir direniş var.

Bu mücadelenin içinden Muammer Sakaryalı haykırıyor. Görmeyen gözler görsün, duymayan kulaklar duysun, bu siyanürle altın işleme madenci çılgınlığı bitsin istiyor.

Elimizde duyarlılığımız ve dayanışma ruhumuz var.

Duyarlılığımızı kaybedersek, bilinsin ki her şeyimizi kaybederiz.

Yıllardır, Bergama’da, Kışladağ’da, İnay’da altın madenine karşı mücadele eden, aktivist eğitmen Muammer Sakaryalı’nın altın madenciliği ve madenciliğin etrafında dönen yolsuzlukları, hukuksuzlukları ortaya koyduğu “Kışladağ’dan Mektup Var (Su Perisine Mektuplar)” adlı kitabı Yeni İnsan Yayınevi’den çıktı.

Akıcı bir dille kaleme alınmış olan kitap, size Türkiye’nin en önemli ekoloji mücadelelerinden birine yakından tanık olma şansı tanıyor.

 

Adını sen koy

İlkokulda bize padişahlık kötüdür diye öğretildi. Sadece öğretilmek değil kafamıza kazındı. Ortaokulda ise tarih dersleri her sene büyük padişahların büyük bozgunlarıyla başlardı ve hepimiz coşardık. Sonrasındaysa dersler kronolojik olarak Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemine girer ve hızlı başlayan sömestr hüzünle son bulurdu. İlkokulda her sabah ezilmiş kola kutusu, gazoz kapağı ve ya basbayağı taşla, güya top oynarken, kan ter içinde sıraya sokulup, sus pus edilip, hazırolda hayatlarımız üzerine and içerken, kimi günler haylazlık edip, cetvel-tokat yediğimiz arkadaşlarımdan, kendisini sol görüşlü olarak tanımlamasına karşın, “andımız”ın kalkmasına veya kalkmasının tartışılmasına dahi fena tepki gösterenler var.

 

Yıllar geçerken milli tarih kafasından çıkıp, antika kitapları biraz karıştırdığımda, tarihte büyük erdemlere sahip nice krallar olduğunu gördüm. Sonra biraz sosyolojiyle, analitik yönden değerlendirince, bu anlatıların dalkavuklar tarafından yazılmış olma olasılığı ortaya çıktı. Yine de Anadolu kültürüne ilişkin ilk tarihi belge olan ve hatta daha doğuda kalan zamane Pers İmparatorluğu hakkında da bilgi veren, Yunanlı yazar Xenephenon’un Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) isimli günlüklerinde bahsettiği, ölen imparatorun yerine geçen büyük oğul II. Artakserxes’e nazaran, (esere göre) hakkı yenilmiş küçük kardeş olan Kyros’un özellikleri beni çok etkilemiştir. Malesef ağabeyine karşı seferber ettiği Anadolu ve Yunan krallıklarından aldığı desteğe karşın savaşta ölür. Bu satırları yazarken Kadıköy’de İthaki Yayınevi basıldı. Homeros’un gözbebeği olan İthake kralı Odysseus’un erdemleri de say say bitmez.

 

Tarih ya da hikayeler bize sayısız kral tanıtırken, hangilerinin hükmünde yaşayan halkların, ne kadar – ne anlamda mutlu veya özgür olduğunun bilgisini pek vermez. Verse de bu bilgilere güvenilmez.

 

Bir de zalim krallar vardır ancak bunları tanımamız çoğunlukla onlara karşı koyan halk kahramanlarının ya da onları yok eden daha adil kralların hikayeleridir. Köroğlu’nun Bolu beyine karşı verdiği mücadele ya da hazır newruz günlerindeyken bahsedilebilecek, Firdevsi’nin anlattığı, zalim kral Dahkak’a karşı mücadele eden demirci Kawa’nın hikayesi gibi. Odysseus ise zalim Agamemnon’un yanındayken aslında onu yönetmeyi bilecek kadar akıllıdır.

 

*****

 

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren ise tüm kavramlar başka başka tanımlanır oldu. Artık kral yerine diktatör demeye başlanır ancak yine de bir belirsizlik vardır. Politik görüntü ekonomik çıkarlar doğrultusunda bürokratik ya da diplomatik tanımlamaları değiştirir. Suudi kralı, kraldır ama Castro diktatör. Kaddafi Libya lideri olarak tanımlanır ama kimi kaynaklar diktatör der. Tarihsel anlamda sondan geriye Kaddafi, Saddam, Castro, Stalin, Mustafa Kemal. Yaşadığımız kapitalizm öğretisi içinde çoğuna sosyalist derken aşırı indirgemeci davrandığımız vurgulanmaz. Bu “krallar”ın hepsinin de farklı farklı sistemler kurduğunu ya da tanıdığımız terimlerle bahsedersek, devletçiliği, halkçılığı veya liberalizmi değişik ölçeklerde harmanlamış olduğunu görürüz. Hepsinin milliyetçi duygularla toplumlarını dışarıya kapadığı, ülkelerinin yapısına dayanarak kendine has belirlediği kıstaslarla, farklı toplumlar inşa etmeye çalıştığı görülür. Ne kadar başarılı sistemler kurup kuramadıklarını belirlemek ise bakılan çerçevelerin bolluğu nazarında imkansızdır. Örneğin Katar prensi 1974 yılında babasından tahtı devralırken yeni koyduğu kanunla 24 yaşına gelen herkese toprak veriyor. Libya hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, Kaddafi’nin ülkedeki kurum sayısını minimumda tutmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştıım. Düşünün Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) çalışanların sayısını ve maaşlarını düşünürsek, işleri öğretmen, doktor, polis veya itfaiyeci memurlardan farklı olarak, sadece denetim, kontrol ve saymanlık olan kişilere her ay harcanan parayla bir çok insanın sosyal sağlık güvencesinin önü açılabilir ama hiyerarşi ve bürokrasiyi o kadar yüceltiriz ki tam tersinden bakmak imkansızlaşır.

 

Yılda bir kitap okuma ortalamasına sahip Türkiye’de milli tarih öğretisinin dışına çıkılması beklenemez. Henüz yaş iken, bin kez andımız okumuş bir kişinin bu öğretiyi kritik edebilmesi için ileri yaşta herhalde bin kitap okuması gereklidir. Bu kişilere “krallık neden kötüdür?” diye sorsanız, verilecek yanıt, ya eşitlik ilkesinden yola çıkarak, safahat içinde yaşamalarından rahatsızdırlar ya da krallığın demokrasiye göre saltanat biçiminde ilerlemesinden gocunmaktadırlar. Oysa kapitalizm eski kralların en alasından daha büyük krallar yaratma kaygısında olup, aynı biçimde saltanatlarının sürmesinin önüne de hiçbir engel koymamaktadır ve hatta “adalet mülkün temelidir”. Koca koca yazılan bu sözden hangi sosyal sınıf ne anlamaktadır acaba?

 

Liderlik mekanizmalarına karşı duran yeşil düşünce içinden elbette krallığa övgü sunacak değilim, değiliz. Fakat endüstriyalizm, bürokrasi ve hiyerarşiyi yücelten kapitalizm yanında, kimi zaman krallıkların alternatif yönetim biçimleri (bence) sempatik de durabilmektedir.

 

Libya meselesi üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Öylesine basmakalıp düşünceler içinde bilgisinden şaşmaz, emin ve ketum tavırlarla, ya bir kalemde diktatör diyenler ya da bir kalemde saldırıyı kınayanları görünce insan denen mefhumun kibrine hayran kalıyorum. Sahi Libya hakkında ne biliyor olabilirler ki?

 

Yıllar evvel uzun süreli Tolstoy okumalarım sırasında insan hakkında bir düşünce zihnimde belirdi. Sanki devrim yaklaştığında, insanlar kendi küçük çeperleri içinde etrafı tırmalamaya başlarlar. Ağızlarından hangi sözün çıktığının bir önemi yoktur. Yalnızca o güne kadar yaptıklarından memnun değillerdir ve tam tersi ne ise, onu yapmaya başlarlar.

 

Arap ülkelerinde bir devrim çağrısı büyüdükçe büyüyor. Wikileaks belgelerinin ardından patlayan bu süreçten tüm iktidarlar korkuyor. Hedefler belliymiş gibi yansıtılıyor. Krallar… Köroğlu yaşadığı toplumdaki adaletsizliğin hesabını o bölgenin kralından sorabiliyordu. Ne de olsa kral ya da bey, o bölgenin yönetiminin cisimleşmiş karşılığıydı. O zamanlarda adaletsizliğin hesabını krallara sorabilirdiniz. Oysa kapitalizm hedefi saklamıştır. Kapitalizm içinde adaletsizliğin hesabını sorabileceğiniz bir kişi artık yoktur. Kurumlar vardır. Atını kime karşı süreceksin, kılıcını kime doğrultacaksın?

 

Medyadaki tüm entelektüel zırvalıklar bir noktayı es geçiyor. Arap ülkelerindeki ayaklanma yalnızca 20-30 yıllık kralları indirmek için değil… Herkesin zaten bildiği gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan “Assange soytarısı”na kayıtsız kalamamanın, gelişen iletişim araçları ölçeğinde, Zizek’in söylediği gibi doğrudan demokrasiyi yaşatabilmek adına ve henüz örneği olmayan bu kavramı gerçeğe dönüştürmek üzere kendimizi seferber etmemizin çağrısı.

 

Bana öyle geliyor ki veya umudum; Mübarek gitse de, Kaddafi indirilse de insanlar etraflarını tırmalamaya devam edecekler. Bu basit sus paylarını yutmayacaklar. Peki doğrudan demokrasiyi nasıl yaşatacağız? Nasıl organize edeceğiz? Tüm bu tartışmalardan çıkarılacak tek yapıcı soru bu olsa gerek…

 

Yeşil Gazete’nin okunurluğu her geçen gün artıyor. Artık haberleri Yeşil Gazete’den takip eden geniş bir kitle var. Ekibimiz gönüllü olarak çalışıyor ve uğraş verenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Online gazetemizde amacımız yazar – okur alışkanlıklarını değiştirip interaktif bir sürece sokmak. Aslında çok basit. Misal, bu yazıma bir isim veremedim ama Oğuz Atay’ın yıllar önceki çaresizliği artık yok. “Ben buradayım ey okur, (ya sen nerdesin?)” Sence bu yazının adı ne?

 

Muhabbetle…

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform “Nükleere hayır” diyecek

Mersin'deki eylemden bir kare

26 Mart 2011 Cumartesi günü 12:00’de yurttaşlar yine Taksim’de “Nükleere hayır” diyorlar.G eçen hafta yoğun katılımla Japonya’daki kazaların mağdurlarına saygı gösteren; dünyada ve Türkiye’de nükleer heveslere son diyen duyarlı insanlar, bu sefer İstanbul Nükleer Karşıtı Platform çağrısıyla biraraya gelecekler.

Etkinliğin çağrısı şöyle:

Gerek Japon halkı ile dayanışmak, gerekse nükleere karşı tepkimizi yansıtmak üzere, 26 Mart 2011 Cumartesi günü saat 12.00’de  İstanbul Meslek Odaları Koordinasyonu (İMOK) ile ortak bir etkinlik gerçekleştirilecektir.

26 Mart Cumartesi günü saat 12.00’de Taksim Tramvay durağından ortak pankartımızla ve oda üyelerimizin de katılımıyla yürünerek Galatasaray Meydanı’na gelinecek, burada ortak açıklamanın yapılması sonrasında Galatasaray postanesinden; biri Japonya meslek odalarına ulaştırılmak üzere Japon Başbakanlığı’na, bir diğeri nükleer santral  sevdasından vazgeçmesini istediğimiz taleplerle ülkemiz Başbakanına olmak üzere iki adet mektubun kurumlarımız imzaları ile gönderimi yapılacaktır.

(Yeşil Gazete)

Kayıp cennet – Sergi

Kayıp Cennet sergisi  İstanbul Modern’de açıldı. 24 Temmuz 2011 tarihine kadar sürecek sergi, doğa kavramını çağdaş video ve dijital medya sanatçılarının yapıtları üzerinden ele alıyor.

Sergide,   “başlangıçtaki masum doğanın insan uygarlığı ile çelişkisi ve doğayla günümüz teknolojik dünyasının  çarpışması”nı mesele eden  19 sanatçı yer alıyor.

Yeryüzündeki cennet arayışımız, sürdürülebilirlik ve gelişme, doğanın kültür, endüstri ve teknoloji ile kaçınılmaz karşılaşması gibi, bu gezegendeki bugünümüz ve geleceğimiz için büyük önem taşıyan bazı sorunlar, sergi aracılığı ile mercek altına alınıyor.

Kayıp Cennet, doğanın “doğasını” sorgulayarak, onun insanoğlunun üzerinde egemenlik kurabileceği  bir armağan olduğu fikrine meydan okuyor.

Serginin temelinde “bozulmamış, doğal bir dünya var mıdır?”, “doğa tasarımız aslında kültürel bir kavram mıdır?”,  “insanın egemenliği geri dönüşü olmaya bir noktaya kadar yayılıp, doğanın yok olmasına neden olabilir mi?”, “teknoloji yeni doğa olabilir mi?” soruları bulunuyor.

İstanbul Modern’de Kayıp Cennet sergisine paralel olarak, sanat ve teknoloji ilişkisini inceleyen konuşmalar gerçekleştirilecek. Sergi süresince eğitim bölümü okullarla işbirliği içinde, post-romantik ve postmodern dünyada doğa kavramı çerçevesinde atölyeler düzenleyecek, teknoloji ve yeni medyanın çağdaş sanattaki yerini sorgulayan interaktif programlar ve uygulamalı eğitimler geliştirilecek.

Kayıp Cennet sergisine katılan sanatçılar:

Doug Aitken, Fancis Alys, Qiu Anxiong, Katerina Athanasopoulou, Jim Campbell, Ergin Çavuşoğlu, Shaun Gladwell, Emre Hüner, Nina Katchadourian, Ali Kazma, Laleh Khorramian, Armin Linke, Guy Maddin, Rivane Nevenschwander, Ulrike Ottinger, Tony Oursler, Pipilotti Rist, Charles Sandison, Kiki Smith, Bill Viola, Pae White

(Yeşil Gazete)

Çevrecilerin Cuma namazında ettikleri dua – Umur Gürsoy

İşime giderken arabamın radyosunda birbirinin frekansına girme yarışında, biri gelip biri giden radyolardan birinde Türkiye’nin bütün camilerinde Cuma namazında Japonya’daki katmerli felaketin (Deprem-Tsunami-Atom Santralından Radyasyon Sızıntısı) kurbanları için dua edileceğini ve pazartesi günü de bütün resmi dairelerde bayrakların yarıya indirileceği haberini dinledim. İşyerine gelince hemen çevreci gruplara internetten bu haberi duyurarak Cuma namazına gidilmesi gerektiğini ve halk ile iletişim kurmak için bunun iyi bir fırsat olduğunu yazdım.

Sonra bir hayal kurdum: Televizyonların akşam haberlerinde ve ertesi gün bütün gazetelerde Türkiye’nin bütün çevreci-yeşil-ekolojistlerinin topluca Cuma namazına gittiği ve Japonya’daki üçlü felaketin kurbanları için hayır dua ettikleri söyleniyor ve yazıyordu. Camiden çıkan nur yüzlü çevrecilerden birisi, kendisine “Duanızda neler dilediniz” diye soran televizyon muhabirine: “Dünya bilim adamlarının bilimi, hükümdarların adaleti, cömertlerin el açıklığı, yoksulların duaları üzerinde durur.” hadisini aktararak, “Japon dostlarımıza hayır dualardan başka Türkiye’ye nükleer santral yapmak isteyen yetkililerden, hükümetlerden ve onların destekçilerine akıl fikir ver, bizleri onların zulmünden koru ya Rabbi diye dua ettim” dediğini bütün televizyon kanalları tekrar tekrar gösteriyordu.

Gerçekten de çaresiz kalınan her durumda inananlar duaya başvurur. Türkiye’den Japonya’daki felâketin masum ve çaresiz kurbanlarına oturduğumuz yerden yapacağımız en kolay yardım, onların dualarına dualarımızı katmaktır. Bu konu (dua ve inanç) dinler tarihi kadar eski ve çok derin bir konudur. Ayrıca bilindiği gibi bazı tıp araştırmalarında kontrollu çalışmalarda kendisine dua edilen hastaların edilmeyenlere göre daha çabuk iyileştiği saptanmıştır. Hatta kendine dua edildiğinden haberleri olmayan hastalardan oluşan kontrollu çalışmalarda da dua edilenlerde de kendilerine dua edilmeyen gruba göre bu çabuk iyileşme gözlenmiştir.

Japonya’daki 9,0 büyüklüğündeki depremin ve sonrasındaki dev tusinamilerin nükleer santral sızıntılarına da yol açan sonuçları Tevrat (Eski Ahit) İncil ve Kur’an indirildiği devirlerde olsa idi; toplumsal yıkımların tekrarlanmaması için kutsal kitaplarda, ‘deniz kıyılarını doldurup liman, yol ve şehir yapanları, fay hatlarının yakınına nükleer ve termik santral yapanları, doğal ve toplumsal çevreyi ezenleri; ezenlere izin verenleri ve “onları görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak halkı sömürenleri” ve baskı altına alanları ve onlara yanlı bilirkişi raporları vererek ve yetersiz meslek insanları eğiterek destek veren bilim insanlarını ve aydınları; onları görmezden gelerek, denetlemeyerek, kayıtsız kalanları hesap günü büyük azap ve cehennem ateşi beklediğini’ yazardı. Ya, Nuh Peygamber, Türkiye’den büyük bir toprak parçası bir ay önce metrelerce derinlikte su baskınlarına uğrayan Avustralya’daki Aborjinler içinden çıkardı. “Nükleer santrallar haramdır” fetvası veren Endonezyalı yüzlerce Müslüman din bilgini; nükleer santralın riskiyle (üstelik bir de bir firmanın reklamını yaparak) evlerdeki tüpgazın riskini bir tutan Türkiyeli din kardeşleri için ne derlerdi dersiniz?

Alev Alatlı’nın günümüz Rusya’sında Türkiye’nin geleceğini görüyorum dediği: “Meşrutiyetini ve güvenilir ulemasını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece aydınlarının desteğinden değil, camilerini dolduracak güvenilir müminlerinden de yoksun bir toplum… Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve deorganize muhalefet… Ülke çıkarlarını hiçe sayan küreselleşmeciler diye birileri… Medyayı kontrol eden finansman çevreleriyle devlet arasındaki enformasyon savaşlarında bölünmüş bir halk… Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşçesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri… İnsan hayatının gündelik gereksinimlerinin ötesinde, daha üstün bir anlamı yokmuş gibi yaşanıyor olması…” kehaneti gerçekleşti mi yoksa?

Eğer nükleer santral aymazları ve çevre düşmanları, halkı en temiz inanç ve ulusal duygularını kutsal metinlere dayanan ve kimi zaman faşizmin sınırlarında gezinen bir iletişim dili ile sömürüyor ve kandırıyorlarsa bizim de “Bilim adamlarının bilimi, devletin adaleti, cömertlerin el açıklığı, yoksulların duaları üzerinde duran dünyayı ve üzerinde yaşayan tüm canlıların yaşamlarının (haklarının) korunması için çok geniş olanaklar ve destekler barındıran başta Kur’an ve hadisler olmak üzere kutsal metinlerin dilinden konuşmamamızın bir nedeni yoktur.

Yine de, Japonya’daki nükleer felaketten çok önce Endenozyalı meslektaşlarınca “Haram” bulunan nükleer santralların Türkiye’ye yapılması hakkında bu güne kadar seslerini çıkarmayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Üniversite içi ve dışı ilahiyatçıların ve eli kalem tutan din adamlarımız ile şeriatçı basın dediğimiz camianın ne düşündüğünü evirip çevirmeden açıkça söyleyip yazmalarını ve tartışmalarını talep etmek bizim en tabii hakkımızdır. Zira, CHP’nin “Bedelsiz Askerlik Yasa tasarısına” “halkın önüne bu manevi yük ile çıkamam” diyerek karşı çıkan, ama Japon halkını çaresiz bırakan, algılanması zor nükleer santral kazalarına rağmen Akkuyu Nükleer Santralından vaz geçmeyerek Türkiye çevreci gruplarını adeta çaresizleştiren başbakanımızın ulemaya danışmaya bugünlerde çok ihtiyacı var!!!

 

AB’ye göre ufukta iklim için antlaşma yok!

Kopenhag hüsranı ve 2011’deki Cancun başarsızlığı sonrasında umutlar Aralık 2011’de yapılacak olan Birleşmiş Milletler Taraflar Konferansı 17’ye (COP17) çevrilmiş durumda. Ancak, iklim değişikliğinin önlemek için yasal bağlayıcılığı olan uluslararası bir antlaşma ufukta halen gözükmüyor.

Cumhuriyetçiler Antlaşmaya Taş Koyuyor

Avrupa Komisyonu İklim Stratejisi ve Müzakereleri Bölümü Başkanı, 23 Mart 2011’de yaptığı açıklamada, bağlayıcılığı olan bir iklim antlaşmasına ulaşım şansını “zayıf” olarak niteledi. Budapeşte’deki Avrupa Gazetecilik Merkezi’nde konuşan Başkan Arthur Runge-Metzger, Durban’daki COP17’den bir antlaşma çıkması konusundaki ümitsizliğinin temel nedeninin ABD Cumhuriyetçi Parti olduğunu söyledi.

Eğer Durban’da önemli bir adım atılma ve küresel bağlayıcılığı olan bir antlaşma şansını sorarsanız, muhtemelen durumun geçen seneden daha düşük olduğunu söylerim

Herkes Washinton’da neler olduğunu görüyor, Cumhuriyetçiler, Obama yönetiminin iklim değişikliği için mücadele konusunda yerel ve/veya uluslararası her hamlesini engelliyor, fon yaratılmasına izin vermiyor. İklim değişikliği konusunda bir şeyler yapmaya çalışan ama iç politika nedeni ile eli kolu bağlı olan bir yönetimden bahsediyoruz burada.

AB daha kararlı olmalı!

AB olarak her zamankinden daha kararlı olmalıyız. ABD Kyoto Protokolünden kaçarken de zor zamanlar yaşamıştık, yine de diğer ülkeleri masaya getirerek bir antlaşma yapmayı başarmıştık. O zaman iklim müzakerelerini canlı tutan bizlerdik. Bu rolü tekrar almamız ve zor da olsa antlaşma yolunda ilerlememiz gerekiyor

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 17. Taraflar Konferansı Güney Aftika’nın Durban kentinde 28 Kasım – 09 Aralık 2011 tarihleri arasında düzenlenecek. Ülkeler iklim değişkliğini önlemek için yine uluslararası yasal bir zemin aramaya devam edecekler.

(Yeşil Gazete)

 

(Son Dakika) İthaki tekrar aranıyor

”Ergenekon” soruşturması kapsamında Kadıköy’deki İthaki Yayınevi’ne yeniden arama başlatıldı.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, ”Ergenekon” soruşturması kapsamında soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün talebi ve İstanbul Nöbetçi 12. Ağır Ceza Mahkemesinin kararıyla, dün akşam operasyon düzenlenen Kadıköy’deki İthaki Yayınevi’nde, İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince yeniden arama başlatıldı.

Yayınevinin avukatı Ezel Demirkol, dün alınan verilerin yetersiz olması nedeniyle bugün yeniden yayınevine operasyon kararı alındığını ve polislerin şu anda yayınevinde arama yaptığını bildirdi. (Ajanslar)

Unakıtan’ın fabrikasından zehir akıyor

Balıkesir’in Bandırma İlçesi’nde bulunan Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan’ın oğlu Abdullah Unakıtan’a ait ‘AB Gıda’ şirketine ait yem katkı maddeleri üreten fabrikanın atıklarının çevre kirliliğine neden olduğu iddia edildi.

Bandırma’nın Ömerli Köyü yönüne giden gelen ve içinde Kuşcenneti’nin de olduğu Manyas Gölü’ne akan Eğridere ve Sığırcı derelerine karışan Karasulu Deresi’ne kimyasal atıkların dökülmesi çevre köylüleri isyan ettirdi.

Doğruca Köyü Muhtarı Yakup Mence çevrede bulunan AB Gıda’ya ait sanayi plastik boru aracılığıyla akıtılan kırmızı suyun döküldüğü derenin kan kırmızı renge boyandığını belirterek, şöyle dedi:

“Bunun kimyasal bir madde olduğunu düşünüyoruz. Burası Ömerli Köyü’nden gelen Karasulu Deresi. Bu dere, bazı sanayicilerimizin arıtma tesislerini çalıştırmamaları ve her gün kapasite arttırmaları nedeni ile kirleniyor. Bu gün bu dereden akan kırmızı renkteki atığın hangi türden olduğunu bilmiyoruz tahlil ettirmedik. Biz bu dereden hayvanlarımızı sulayıp aynı zamanda balık tutuyorduk. Balık avlamak bir yana hayvanlarımızı hayvanlarımıza ve ekili alanlarımızı da sulayamıyoruz. Kirlilik nedeni ile topraklarımız ölüyor. Çevreyi öldüren sanayicilerimiz ellerini vicdanlarına koysunlar.”

Mence, deredeki kimyasal atıkların Manyas Kuş Cenneti’ndeki ağaç ve kuşlara da zarar verdiğini anlatırken, “Başka dünya yok. Elimizdeki mevcutları kimsenin kirletmeye hakkı yok. Sanayicilerimize karşı değiliz. Çevreye duyarlı olurlarsa bizden sonraki çocuklarımıza temiz bir çevre bırakırız. Böyle devam ederse göllerimiz gibi yeraltı sularımız da kirlenir. Zaman gelir yeraltı sularından içecek su bulamayız, bu çevreyi kirletmesinler” dedi.

Muhtar Mence, durumu jandarmaya ve Doğal Hayatı Koruma Derneği yetkililerine haber verdiklerini ve önlem alınmasını istediklerini bildirdi. (ajanslar)