Ana Sayfa Blog Sayfa 4968

Günler sonra dış yardıma “evet”

Türkiye, Van’daki depremde bölgenin yeniden inşa safhası için kendisine daha önce yardım teklifinde bulunan tüm ülkelerden dış yardım kabul etmeye hazır olduğunu ilgili ülkelere bildirdi.

Söz konusu ülkeler arasında İsrail ve Ermenistan’ın da olduğu belirtiliyor.

Hükümetin ihtiyaç listesini dışişleri bakanlığına ilettiği, listede prefabrik ev, çadır ve konteyner gibi acil durum malzemeleri bulunduğu öğrenildi.

Ajanslarda yer alan haberlere göre İsrail, Çarşamba gününden itibaren prefabrik ev nakliyatına başlanacağını ifade etti.

Mart ayında deprem ve tsunami felaketi yaşayan Japonya da yardım gönderecek ülkeler arasında.

Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği’nden yapılan açıklamada, Japonya’nın Uluslararası İşbirliği Ajansı aracılığıyla depremden zarar gören Türkiye’ye 30 milyon Japon yeni (yaklaşık 400 bin ABD doları) ile çadır gibi acil yardım malzemeleri sağlamaya karar verdiği bildirildi.

BBC’den 1400 PKK’lının öldürüldüğü haberiyle ilgili açıklama

BBC, kendilerini kaynak olarak göstererek yapılan haberlere dair bir açıklama yayınladı. Türkçe Bölüm Başkanı Murat Nişancıoğlu imzasıyla yapılan açıkla şu şekilde:

Dün Türk medyasında şöyle bir haber dolaşmaya başladı:

“BBC’nin Irak’taki özel temsilcisinin haberine göre Türkiye’nin Hava Harekatı ve Bordo Bereli Özel Timi tarafından Kuzey Irak’ta PKK’nın Kandil ve Hakurk kamplarına yönelik yapılan sınır ötesi operasyonda 1400 PKK militanı öldürüldüğü söylendi.

AK Parti hükümetinin terör ile mücadelede kararlı olduğunu söyleyen BBC muhabiri Thorpe bu operasyonlar ile PKK terörünün biteceğini söyledi. Edinilen bilgi bölgesel Kürt yönetiminin resmi yazılı yayın kuruluşları tarafından da kabul edildi.”

Bu haberi önce ciddiye almadık. BBC’nin İngilizce internet sitesine veya BBC Türkçe’nin sitesine bakıldığında ya da BBC World televizyonunun dünkü bültenleri izlendiğinde böyle bir haberin olup olmadığını görmek çok zor değildi.

Fakat belli ki hata yaptık. Bazı meslektaşlarımız, hiçbir yerde göremedikleri (çünkü BBC yayınlarında veya internet sitelerinde görmeleri mümkün değildi) bu haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için BBC Türkçe’ye veya BBC’nin ana haber dairesine sormak yerine bu asılsız haberi yayınlamayı sürdürdüler.

İş öyle bir boyuta ulaştı ki, bazı medya kuruluşlarının internet sitelerinde manşete taşıdıkları habere gore, Türkiye-Azerbeycan Yüksek Düzeyli İşbiriği Konseyi toplantısından sonra basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir gazeteci şöyle bir soru sordu:

”Bugün BBC’nin bir haberi var. BBC’nin Irak’lı muhabiri, yaklaşık 1300-1400 PKK’lı teröristin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirildiği yönünde bir haber geçti. Bu sayı doğru mu?”

Başbakan Erdoğan’ın yanıtı da, yine bu internet sitelerindeki habere göre şöyleydi:

”BBC’nin açıklamış olduğu rakamlar ciddi rakamlar değil. Bunlar gayriciddi. Herhangi bir mesnedi falan yok. Yani nereden bulmuş, nasıl böyle bir şeyi çıkarmışlar belli değil.

Bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisine sorulan sorudaki iddiayı doğru kabul edip yanıt vermesi doğal. Kendisine yöneltilen iddianın doğru olup olmadığını bilmek onun işi değil, ama bu soruyu soran bir gazetecinin, ne yazık ki , en basit, en temel görevi.

Üstelik BBC, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı ileri sürülen sınır ötesi bir operasyonda 1400 PKK militanının öldüğünü iddia ediyorsa, uluslararası alanda son derece önemli bu haberini internet sayfasına koymamış olması başlı başına sorgulanması gereken, dolayısıyla bu haberin doğru olup olmadığının araştırılmasını zorunlu kılan bir şey değil mi?

Bu noktada bir BBC sözcüsü tarafından yapılan resmi açıklamayı aktaralım:

BBC, PKK ölümlerinin 1400 olduğuna ilişkin bir rakam bildirmemiştir. Bu haberi biz bilmediğimiz gibi, bu haberi verdiği ileri sürülen muhabir Nick Thorpe da bilmemektedir. Nick Thorpe böyle bir haber yapmamıştır ve yakın geçmişte bölgede bulunmamıştır”

BBC’nin bu resmi açıklamasına şunları da eklemek gerekir:

Sözkonusu asılsız haberin nereden kaynaklandığını bilmiyoruz. Bu tür asılsız haberleri yaymanın arkasında yatan amaçları da bilmiyoruz. Ama şunu bir kez daha vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyoruz:

BBC, doğru, güvenilir, objektif ve dengeli haber yapma çabasında olan uluslararası bir kuruluştur. Uluslararası alanda bütün yayın kuruluşları arasında sahip olduğu itibarı bu ilkelerine borçludur.

BBC bu ilkelerine uygun standartlara her zaman ulaşamayabilir. Eksik, hatalı haberler yapabilir. Böyle bir durumda dünyanın neresinde olursa olsun herkesin BBC’ye şikayette bulunmaya hakkı vardır.

Bir kamu kuruluşu olarak BBC bu tür şikayetleri değerlendirmek ve yanıtlamakla, yaptığı habercilikte bir hata varsa bunu herkese açıklamakla yükümlüdür.

Fakat BBC’ye atfedilerek yapılan asılsız haberlere karşı sessiz kalmamız mümkün değildir. Bu asılsız haberleri üretenlere karşı her türlü ulusal ve uluslararası yasal yollara başvurma hakkımızın olduğu da bilinmelidir.

Tabii, hangi haberin BBC’ye ait olup olmadığını öğrenmek de son derece basittir. Bunun için ya BBC Türkçe’nin internet sayfasına, www.bbcturkce.com , ya da BBC’nin ana haber sayfasına www.bbc.co.uk/news gözatmak, veya BBC World televizyon kanalını izlemek yeterlidir.

Bangkok bir ay boyunca su baskınlarıyla yaşayabilir

Sel felaketinin yaşandığı Tayland’ın başkenti Bangkok’daki sel sularının bir aydan önceçekilemiyebileceği ve su seviyesinn daha da artabileceği uyarısı yapıldı.

Uyarı Başbakan Taksin Şinavatra’da geldi.

Şinavatra bir ay boyunca şehirde su baskınlarının yaşanabileceği uyarısında bulundu.

Dün de sel sularının bentleri aşması üzerine çoğunlukla iç hat uçuşlarının yapıldığı Don Muang Havaalanı sel sularına teslim olmuştu.

Ordu birlikleri, özellikle de donanma, başkentin tamamen sular altında kalmaması için büyük gayret sarfediyor.

Ordu birlikleri set kurulmasında çalışırken, donanmaya ait gemiler selden etkilenenleri tahliye ediyor ve sular altında kalan bölgelerdeki koordinasyonu sağlıyor.

Bendin yıkılması üzerine dün kriz merkezi bendin güneyinde yaşayan yaklaşık 30 bin kişinin acilen kaçmasını istemişti.

Ülke turizmi baskınlardan dolayı büyük darbe yemiş durumda.

Temmuzdan bu yana sellerle boğuşan ülkede şu ana dek 366 kişi hayatını kaybetti, 2.5 milyon kişi doğrudan sellerden etkilendi.

Sanayi bölgelerinde de etkili olan sellerden dolayı 650 bin kişi geçici olarak iş bıraktı.

(en)

Yardımlar hala aksıyor

Erciş’te kalabalık çadır bekliyor. Muhtar Yahya İnan, “Vatandaşlar bilsin ki, yardımlar bize gelmiyor. Köyüme tek çöp bile girmedi” diyor.

Van’dan Erciş’e eğer mümkünse her 20 dakikada bir minibüs kalkıyor. Erçiş minibüsleri yakınları enkaz altında olan ya da yakınlarından bir türlü haber alamayan insanlarla dolu. Minibüsteki kederli sessizliği yardım dağıtımlarına yönelik itirazlar bozuyor. Yeğeni pazar gününden beri bir kahvehanenin enkazı altında olan 56 yaşındaki Saadettin amca, “Üç gündür gidip geliyorum. Enkaza daha dün (önceki gün) çıktılar. Bizimle ne ilgilenen var ne de durumu sorabileceğimiz birisi. Yardım dağıtırken de Allahsızlık yapıyorlar” diyor. Minibüsün kurulmuş zembereğini boşaltıyor. Hep bir ağızdan ‘aramama’ öyküleri anlatıyor insanlar.

İki acı bekleyiş

Erciş’e hafif yağmurla giriyoruz. Arama kurtarma çalışmaları ilçe merkezinde trafiği tamamen durdurmuş. Savaştan çıkmış gibi görünen ilçede ikili bir hayat yaşanıyor: Yakınları enkaz altında olanların kederli ümidi ve bir tek çadır için üç gündür bekleyenlerin öfkesi.

Yardımlar konusunda o kadar çok şikayet duyuyoruz ki, çadırların dağıtıldığı kaymakamlık binasına gidiyoruz. Dışarıda arada bir itiş kakışmayla dalgalanan dev bir insan kitlesi var. Kaymakamlık masasındaki yığın az sayıdaki polisin setiyle engelleniyor. Gazeteci kartlarımızla polis engelini aşıp içeri giriyoruz. İçeride de manzara aynı. İsyan ederek polislerle tartışan birisi bir süre sonra yanımıza geliyor. Ardından da onlarcası. Bizim etrafımızda da bir izdiham oluşuyor. Türkiye Muhtarlar Derneği Erciş Şube Başkanı Yahya İnan’la dışarı çıkıyoruz. Yaklaşık 20 köyün muhtarı da yanımızda. İnan onlar adına şunları anlatıyor:

‘Vız vız ama bal yok’

“Üç gündür kimseye sesimizi duyuramıyoruz. Yardımları alamıyoruz ama çok yardım geldiğini duyuyoruz. Üç gündür köyümüze gelen yetkili yok. Yıkılan evlerimiz, cenazelerimiz var. Ama çadır için bile burada sürünüyoruz. Yerel yöneticiler, milletvekili, kaymakam diyor ki, ‘Gidip ihtiyaçlarınız yazdırın’. Ama biz kapıdan içeri bile giremiyoruz. Ben Çimen Köyü’nün muhtarıyım. Bugüne kadar tek bir çöp bile girmedi köyümüze. Kaymakam bize ‘Köylünü al git’ diyor.”

Kadirasker, Gedikdibi, Haydarbey, Salmanağa, Ulupınar, İşbaşı… Köylerin hepsinde yıkım ve hasar var. Cenazeleri ve yaralıları var. Ama çadırları battaniyeleri yok. “Yemekten, gıdadan vazgeçtik, çadır battaniye istiyoruz” diyorlar.

Belediye garajında üç gündür cenaze yıkayan gönüllü imam, Mehmet Hanefi Dağ, “Bu çadırlar nereye gidiyor peki” diye soruyor. Hep bir ağızdan “Torpil” diyorlar. İddia o ki, yerel yöneticiler ve memurlar yakınlarına ve tanıdıklarına ayrıcalıklı davranıyor. Yardımlara siyaset karıştığını söylüyorlar. Kaymakamlığın önündeki izdiham hava karardıktan sonra da sürüyor. İçlerinden birinin son sözü durumu özetliyor: “Vız vız ama bal yok.”

Depodan hırsızlık girişimi

Çadır ve battaniye sıkıntısının had safhada olduğu Erciş’te dün bir hırsızlık girişimi de yaşandı. Erciş’in 3 kilometre dışında yardımların toplandığı depoya giden kişiler, “Baraj patladı, buraları su basacak, kaçın canınızı kurtarın” diyerek görevlilerden bir bölümünü Erciş merkeze yönlendirdi. Ardından depoya giren kişiler battaniyeleri almak istedi. Ancak depoda kalan az sayıda görevlinin engeliyle karşılaşan kişiler araçlarına binerek depodan uzaklaşmak zorunda kaldı. Depoda gıda dahil her türlü ihtiyaç malzemesi olmasına karşın bu kişilerin doğrudan battaniyeleri almak istemesi, bir anlamda çaresizliği de ortaya koyuyor…

Deprem bölgesinin öncelikli ihtiyaçları

Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), deprem bölgesinde öncelikli olarak ihtiyaç duyulan malzemeleri açıkladı. Çadır. Konteynır. Battaniye. Uyku tulumu. Stok imkanı bulunan gıda malzemeleri. Katalitik soba (tüpü ile birlikte) Temizlik malzemeleri. Su. Çok yoğun bir biçimde yardım talebi geldiğini belirten AFAD’ın bir de ricasi var: Yardım gönderecekler, göndermeden önce Van Valiliği ile koordine sağlasın.

(Radikal)

Can kaybı 461’e yükseldi

Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Van’daki depremde hayatını kaybedenlerin sayısını sabah saatleri itibarıyla açıkladı.

 

Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, Van’da meydana gelen depremde, bugün 09.00 itabariyle hayatını kaybedenlerin sayısının 461, yaralananların sayısının ise bin 352 kişi olduğunu bildirdi.

YETER! – Can Dündar

“Yasın 5 aşaması” kuralına göre ölümle karşılaşan insan, “inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme” duygularını peş peşe yaşarmış.
Önce şok olup “Bu benim başıma gelemez” dermiş.
Sonra “Bu neden oldu” diye suçlu ararmış.
Ardından hiçbir şey yapamayacak hale gelip depresyona girer, zamanla da kabullenirmiş.
Erciş, şimdi ikinci aşamada…
İlk şok ve elem, dün yerini öfkeye bıraktı. Bölgenin neredeyse folklorik özelliği sayılan sabır taşı çatladı.
Baştaki “Allah devlete zeval vermesin”lerin yerini “Nerde bu devlet” figanı aldı.
Dün öğleden sonra bölgeye yağmur inerken, bugün kar beklenirken ve yorgun kepçeler, umudun tükendiği enkazları kaldırmak üzere hareketlenirken, hem direncini hem umudunu yitiren bölge insanı, çaresizliğin son durağında öfkesini haykırdı.
Nereye gitsek, çevremizi saran insanlar, neredeyse hep bir ağızdan ve yüksek perdeden “Yeter” diye bağırdı.

Korku filmi gibi
Eğer ekran başında sadece Vanyolu Caddesi’nin akşam haberlerine fon olan kurtarma çalışmalarını görüyorsanız, bilin ki o dekor, enkaz dağının sadece görünen ucu…
Erciş’in arka sokaklarında, Van’ın uzak köylerinde, daha onlarca ev, yüzlerce depremzede, binlerce aile yardım eli bekliyor.
Bir kısmı henüz hiç dokunulmamış, bir kısmı “İçinde canlı yok” diye tabanında cesetlerle kaderine bırakılmış, bir kısmı dokunsan yıkılacak halde hasara uğramış yüzlerce bina var.
Ve bunlar bu küçük kasabada tam bir korku filmi görüntüsü oluşturuyor.

Umumi manzara
Manzarayı tarife çalışayım:
Ambulansların, itfaiye araçlarının, kurtarma ekiplerinin durmak bilmeyen sirenleri arasında yardım konvoyları akın akın geliyor, Kaymakamlık önüne park edip kalabalığa su, ekmek, süt, meyve suyu kolileri fırlatıyor.
İnsanlar birbirini ezerek kapmaya çalışıyor.
Sokaklarda bazı aileler kendi çabalarıyla enkaz altından çıkardıkları cenazelerini battaniyelerde taşıyor.
Bir meydanda enkaz altındakilerin eşleri, anneleri, babaları toplanmış ağıt yakıyor.
Bazıları enkazdan ses duyduklarını ya da internetten mesaj aldıklarını anlatarak AKUT ekiplerine oraya gelmeleri için yalvarıyor.
Bazıları artık son umutla enkaza dalan vinçlerin cesetleri parçaladığından yakınıyor.
Tek tek ateşler etrafında öbeklenerek ısınmaya çalışan insanlar, her gördüklerine “Çadır yollasınlar bize” diye tembihliyor.
Ve bu manzara içinde radyodan bir bakanın “Yardımlar yerine ulaşmıştır, ufak tefek aksaklıklar yoluna girmiştir” açıklaması yankılanıyor.
Açıklamaya tepkileri yazmak, bu yazıyı yargının ilgi alanına sokabilir; girmiyorum.

Koordinasyonsuzluk duvarı
Türkiye, titreyen toprakların dayağını yiye yiye “deprem refleksi”ni öğrendi.
Daha çabuk harekete geçiyor, kurtarma ekipleri anında bölgeye doğru hareketleniyor, internetin de yardımıyla hızla dayanışma ruhu oluşuyor.
Özellikle bu kez gerçekten ulusal bir seferberlik yaşandı; her bölgeden yardım yağdı.
Ancak bütün bu iyi niyetli çabalar, afet bölgesine gelince, göçebe toplumlara özgü bir basiretsizliğin, eşgüdümsüzlüğün, koordine olma özrünün duvarına çarpıyor.
İki trafik polisi bir caddenin başını tutamadığından yaralı taşıyan ambulanslar avaz avaz bağırarak dakikalarca trafiğin açılmasını bekliyor.
Bazılarının 3-5 çadırı birden sırtlayıp götürmesine engel olunmadığından, hiç çadır alamayanlar isyanla ayaklanıyor.
Kurtarma ekipleri iyi dağıtılmadığından enkaz altında yakınları olanlar, kendilerini kurtarmaya gelmiş gönüllülere saldırıyor.
Koordinasyonsuzluk, depremden kötü vuruyor.

Nerede devlet?
Erciş’in arka mahallelerinde, Tugay yolunda, Atatürk Parkı çevresinde, Zeylan Caddesi’nde yurttaşlar hâlâ hiç dokunulmamış binaları gösteriyor bize…
Genç bir adam, nefrete bulanmış bir infialle haykırıyor: “5 cenazemi pet şişeden suyla yıkadım. Şikâyete gittim, ‘Kime oy verdiysen git ona söyle’ diye kovaladılar. Nerede devlet?”
Onun haykırışını duyan diğerleri hemen toplanıyor ve tepki, birden tırmanıyor.
Çadırların hep hükümet yanlılarına verildiği, yardımda ayrımcılık yapıldığı, adamı olanların cenazelerinin öncelikle kaldırıldığı iddiaları yükseliyor.
“Belediyeler yetki isteyince vermiyorlar. Kendileri de yetişemiyorlar” diyor bir genç adam…
“Madem yapamayacaklardı, neden Avrupa’nın, İsrail’in yardım teklifini reddettiler” diye bağırıyor bir başkası…
Dışişleri’nin bu iddiayı yalanladığını söylüyorum.
“Öyleyse neden gelmedi o yardımlar” diye soruyor bu kez…
Yardım değil de, acaba bir Alman koordinasyon ekibi gelse iyi olur muydu diye düşünmeden edemiyorum.
İki gündür arayan, ne yapabileceğini soran, yardım yollamak isteyen yakınlarıma “Tanıdığınız ne kadar iyi koordinatör varsa yollayın” diyorum:
“Yardımdan önce acil ihtiyaç bu…”

Neden?
Enkaz başında yardım bekleyen dede de, ateş başında çadır bekleyen anne de, çadırda soba bekleyen çocuk da, havaalanında iki gündür cenazesini nakledecek uçak bekleyen kadın da devletten, vilayetten ya da belediyeden şikâyetçi…
Sorgu sırası, yıkılan binaları yapan müteahhitlere gelmemiş daha…
O, sonra…
Aslında Marmara depremine göre çok daha sınırlı alanda yaşanan bir yıkım bu…
Neden bu kadar sınırlı alana bunca yağdırılan yardım doğru dürüst dağıtılamadı?
Neden depremzedenin yarası hâlâ sarılamadı?
Bunun cevabı mutlaka verilmeli…
Bölge halkında “Depresyon” ve “kabullenme” başlamadan önce…

***

Medyaya tepki
NNe depremin sarsıntısı…
Ne üzerlerine fırlatılan yardım kolisi…
Ne afetin yarası…
Hiçbiri televizyonda iki kadının ağzından çıkan iki cümle kadar incitmedi buranın insanlarını…
“Deprem Allah’tan”dı; “koli devletten”…
Onların adaletsizliğine alışkınlardı.
Depremi bile, “jetler alçaktan uçarken sallanırmış gibi” diye tarif ediyorlardı.
Yarayı da zamanla sararlardı.
Ama televizyonlarda ve internette zehir gibi dolaşan ve kulaktan kulağa gezerek hızla deprem bölgesine ulaşan bu “Hak ettiler” nidası, bu “Oh olsun” tınısı, bu “Cana geleceğine Van’a gelsin” iması, apayrı ve derin bir yara açtı.
Uzanan onca yardım elinin yarattığı o kardeşlik havasını,  2 tokat gibi dağıtıverdi.
Deprem kadar yıkıcıydı; lanetlenen örgüt kadar bölücü…
Nereye gitsek medyadan dert yandı insanlar…
Bazıları daha ileri gidip o iki cümlenin hesabını gazetecilere taşla, hakaretle, küfürle sordu.“İletirim kendilerine”
dedim. Aynen iletiyorum.

 

Can Dündar – Milliyet

Valencia bu akşam Van için siyah forma ile sahada

0

Son maçında Atletic Bilbao karşısına siyah bant takıp bir dakikalık saygı duruşunda bulunan ve futbolcuları arasında Galatasaray’dan geçtiğimiz sene transfer olan Mehmet Topal‘ın da bulunduğu Valencia bu gece karşılaşacağı Real Zaragoza maçına da siyah forma ile çıkma kararı aldı.

Dün gece Zaragoza maçı için kampta bulunan Valencia’nin Teknik Direktörü Unarı Emery futbolcular yemek yerken Mehmet Topal’ın yanına geldi ve “Ülken için başka ne yapabiliriz” diye sordu. Topal da,”Siyah forma ile çıkmamız mümkün olursa gereken duyarlılığı göstermiş oluruz” diye yanıt verdi. Bunun üzerine derhal sponsor firma arandı, onay alındıktan sonra formalar sipariş edildi.

Valencia’nın bu gece oynayacağı Zaragoza maçına siyah forma ile çıkma kararını almasını Mehmet Topal şu duygularla açıkladı: “Ellerinden gelen hassasiyeti gösteriyorlar. Her dakika yanıma gelip gelişmeler hakkında bilgi alan futbolcular bile var. Yöneticilyer arayıp soruyor. Bu da beni ziyadesiyle duygulandırıyor ve ülkemin yanında yer almaları da duygulandırıyor” dedi.

Bunun yanı sıra Mehmet Topal, ülkedeki Türkiyeli işadamları ile futbolcular ile de bir araya gelerek Türkiye Konsolosluğu aracılığı ile gerekli desteği vermeye devam edeceklerini bildirdi.

 

Kardeşlik kokusu düşmanlık ağusu – Oya Baydar

Bundan korkuyordum: insana ve vicdana olan güvenimin bir kez daha zorlu bir sınava girmesinden, bu sınavdan biraz daha eksilmiş, biraz daha yıpranmış çıkmaktan korkuyordum. Sadece kan, savaş, ölüm konuşulan şu günlerde Van-Ercis bölgesini vuran doğal afetin, kimilerinin Kürt halkına besledikleri nefretin, iliklerine işlemiş düşmanlığın “oh olsun”u olarak kullanılacağından, insanın acısından, kederinden sevinç çıkaracaklarından korkuyordum. Korktuğuma uğradım; sosyal medya denen, zaman zaman mucizeler yaratsa da kullananların meşrebine göre bazen lağım çukuruna dönüşen sanal ortamda gezinen kimi yüksek fikirler (!) ibret vericiydi. “Hükümetin yapamadığını Allah yaptı”, “Terörü destekleyenlere ilahi adalet budur”, “Allahın gazabı”, “Biz çok ağladık, şimdi de siz ağlayın”, “Van-Ercis yetmez, temizlik için daha fazla deprem”, “Şehitlerimizin öcü alınıyor” benzer iğrençlikteki binlercesinden sadece birkaçı. Kimi gazeteler ve televizyonlar da koroya dahil olmakta gecikmediler; şimdilik kabak, dilini tutmayı beceremeyen (ya da çatışma ortamını körüklemekle görevli olan) ATV sunucusu genç kadının başına patladı ama medyada çok daha beter herzeler dile getirebilecek onlarcasının varlığından hiç kuşkunuz olmasın.

1999’daki büyük depremin ardından da, ilkel nefret söyleminin bazı kesimlerce benzer şekilde kusulduğuna tanık olmuştuk.  İslami kesimin bir mitinginde elinde “7.4 yetmedi mi?” pankartı taşıyan örtülü bir genç kız fotoğrafı hatırlıyorum mesela. Yine aynı günlerde bazı gazeteler “Allahın Gazabı” manşetleriyle çıkmıştı. Sosyal medyanın  yaygın olmadığı o dönemlerde, çarşıda pazarda, kahvede sokakta, Cuma hutbelerinde, tarikat- cemaat toplantılarında onbinlerce cana malolan Körfez depreminin açık saçık dolaşan günahkârlara, laik münkirlere, beş vakit namazını ihmal edenlere Allahın sillesi olduğu konuşulup duruyordu.

Halim selim tavırlı Cumhurbaşkanı’nın, 24 Mehmetçik öldürüldüğünde öfke ve çaresizliğin etkisiyle intikamdan söz ettiği (Devlet intikam almaz, halkını korur), Başbakan’ın Kürtleri Zerdüşt dininden diye ötekileştirdiği, Kürt halkının siyasal örgütlenmesinin adını bile ağzına almadan BDP’ye “onlar” diye sürekli saldırdığı, “Bana da neler dediler, affedersiniz Ermeni bile dediler” diye dert yandığı bir ülke burası. Çok kültürlü, çok inançlı, çok etnili bir yapıyı yönetenlerin yüzyıllardır ve de hâlâ, farklı olanları birbirlerine karşı kışkırtarak, kuşaklar boyunca yüreklere dinci, milliyetçi, ideolojik nefret tohumları ekerek güçlerini ve iktidarlarını pekiştirdikleri bir ülkenin çocuklarıyız. Düşmanlığın ağusu milliyetçi, dinci, ırkçı önyargılarla koşullandırılmış insanlarımızın önemli bölümüne çoğu zaman baldan tatlı gelir. Düşmanlık ve nefret  en iyi ve en korkunç şekilde dinî/mezhepsel ve kavmî/ etnik (ulus devletler çağında ulusal) duygular üzerinden körüklenir. İnsanlar, tohumları bilinçlerin derinliklerine ekilmiş vatan-millet, Allah-din, hain-kâfir, vb. edebiyatıyla sulanıp yeşertilmiş zehirli bitkilerle kuşatılırlar. Kötü bile değillerdir aslında; savunduklarının, inandıklarının doğru olduğuna; ötekilerin ise iblis olduğuna inanırlar; inandırılmışlardır.

Kardeşlik Kokusunu Hissedebilmek

Yaşadığımız deprem faciasının ortaya saçtığı düşmanlık ağusu toplumu dalga dalga zehirlemeye başlayıp vicdanlar can çekişirken BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın yürek ısıtan sözüyle “kardeşliğin kokusu” panzehir gibi yetişti. Dört bir yandan, özellikle de Batı’dan yardımlar yağmaya, sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler bugüne kadar az rastladığımız bir hız ve heyecanla bölgeye akın etmeye başladılar. Devlet ve Hükümet de, özellikle ayrımcılık yapıldığı izleniminin doğmaması için gücünü seferber etti. Bir BDP’li milletvekilinin, “deprem Batı’da olsaydı devlet hemen orada olurdu” söylemi “ötekileştirilmiş”in içselleşmiş öfkesinin ve tepkisinin sonucuydu. Her zamanki gibi yardımların akışında ve dağıtımında aksamalar, büyük eksikler, hâlâ ulaşılamamış bölgeler, giderek daha belirginleşen koordinasyon zaafı olsa da daha önceki depremlere oranla bu defa uğranan facianın etkilerini hafifletmek, depremzedelere kol kanat germek için daha fazla gayret ve ilginin varlığını görmezden gelmek haksızlık olur.

Ancak burada kafama takılan çok önemli bir noktayı da söylemeden geçmeyeyim: Aklıselim sahibi, şehrini, bölgesini, insanını seven, kentte önemli işler başarmış olarak bildiğim BDP’li Van belediyle başkanının ve bölgedeki diğer BDP’li belediyelerin çalışmalarda adlarının bile geçmemesi sizlerin de dikkatinizi çekmiyor mu? Eğer AKP Hükümeti ve devlet alışılageldiğimiz tutumuyla Kürt siyasal hareketinin temsilcilerini böyle bir ortamda bile devre dışı bırakmışsa bu siyasi hasımlıkla insani düşmanlığın birbirine karıştırıldığının, dahası Kürt siyasal hareketinin ötekileştirildiğinin açık bir kanıtı ve itirafı olur. AKP’nin hanesine de hem bölgede hem de demokratik ve barışçı kamuoyunun gözünde büyük bir eksi olarak yazılır. Aksine, eğer BDP’li başkan devletle ve iktidarla işbirliği yapar görünme kaygısıyla ortadan çekilmişse,  bu da sadece siyasi bir hata değil, insanlık ve kardeşlik adına ayıptır, barışa değil çatışmaya, kardeşlik kokusunun yayılmasına değil düşmanlık ağusunun zehirlemesine hizmet eder.

Kardeşlik kokusu şu günlerde ihtiyacımız olan en önemli şey. Kürtlerin de Türklerin de bu kokuyu solumaya yaşamsal ihtiyaçları var. Yoksa, inanın bana savaşın, düşmanlığın, nefretin ağusu Türk, Kürt ayrımı yapmadan hepimizi zehirleyecek, insanlığımızı ve vicdanımızı yitireceğiz.

Savaş kirletir, savaş kin ve nefret doğurur. Savaşı sürdürmek isteyenler, savaş naraları atanlar kendi iktidarları için, kendi ideolojilerinin egemenliği için halklar arasında kin, düşmanlık, intikam duyguları yayarlar, vampirler gibi, düşmanlığın ağusuyla beslenirler. Şimdi bölgede, ne yazık ki felaketten, acıdan da kaynaklansa küçük bir umut ışığı belirdi. O ışığı, nefret söyleminin yarattığı utançla daha da yoğunlaşan dayanışma duygularımız besliyor. Kürt halkıyla dayanışmanın çok daha ötesinde İNSAN’a yönelen, siyasal ve ideolojik değil ahlaki ve vicdani bir duygu bu. Hangi ırktan, hangi milletten, hangi bölgeden, hangi inançtan ve siyasetten olursa olsun İNSAN’ın acısını yüreğinde duyan, pazitif ötekileştirmeyi aşan, soğukta üşüyenleri düşünüp içi üşüyen, sevilen ölüleri düşünüp kendi çocuğunu, kendi eşini, kendi yakınını yitirmişçesine acı duyan, o binalar kendi üstüne yıkılmışçasına ezilen yüreklerin, vicdanların dayanışması bu.

Acı ve ölümün rengi, dili, cinsiyeti, ırkı, inancı birdir. İnsanı; dininden, inancından, milliyetinden, ırkından, renginden, dilinden, siyasetinden, ideolojisinden soyutlayıp sadece insan olarak, çıplak insan olarak içimizde duymayı başarmaktadır bütün sorun. Yoksa kardeşliğin kokusu çabuk dağılır ve sürüp giden savaşın kanlı ortamında nefretin ağusu biraz daha öldürücü olur. Biliyorum, kuşaklar boyunca öğrenilmiş ve içselleştirilmiş nefret söylemi bu toplumda çok yaygın; bu yüzden de biraz eksik insanlarız; ama yine biliyorum toplumda gitgide güçlenen insani ve vicdani bir damar var. Kendimizle, tarihimizle, ideolojilerimiz ve inançlarımızla cesurca yüzleştikçe bu damar genişliyor, güçleniyor. Van depremi faciasının bu damardan akan temiz kanı çoğaltması; insan kardeşliğinin yasemin kokusunu nefret söylemiyle ve düşmanlık duygularıyla kuşatılmış olanlara da ulaştırması için barış ve insanlıkta inatla, sabırla direnmemiz gerek. Hepimiz, tek tek, birey birey ve de topluca…

Oya Baydar-  www.t24.com.tr

 

Yeşil ekonomik seçeneklere ihtiyacımız var


20.Yüzyıl yorgunu insanlık, derin sarsıntılarla büyük bir değişimin sancılarını yaşıyor.  Kalkınmacı, ilerlemeci, tüketime dayalı sanayi uygarlığı, Yerküre’nin ve insanlığın geleceğini, Güneş ile aramıza giren kalın bir bulutla kararttı. Karbon salımını düşürmeye gönülsüz, küresel ısınmaya seyirci kalıyor. Ozon tabakasında devasa bir delik açarak korunma kalkanımızı deldi. Küresel ekonomik sistem doğanın kendini yenileme kapasitesini zorluyor .

Sonuç trajik!  Sellerle, kuraklıkla, iklimsel aşırılıklarla yok olan yüz binlerce günahsız insan, milyonlarca iklim mültecisi; her gün açlıktan ölen 24.000 çocuk. Uzatmaya gerek yok, bu felaket tablosu hepimizin malumu.

Sorun; doğayı insanın hizmetinde sınırsız bir kaynak olarak gören bu sistem nasıl dönüştürülecek? Asıl mesele bu.

Sınırsız büyüme yerine, ihtiyaçları ve değerleri yeniden düşünen, doğayla uyumlu yeni bir yaşam tarzına geçişin mümkün olduğunu biliyoruz. Yeşil ekonomi buna imkan verecek bir alternatif olarak  yaşamımıza girmiş bulunuyor.

Ne ki, yeşil ekonomi, yeşil iş gibi kavramlar çok yeni ve yaşama geçirilmiş örnekleri sayılı. Doğayla, çevreyle, ekolojiyle doğrudan ilgili kişiler,  bu alanda mücadele eden örgütler, partiler için bile yeni olan bu kavramların  içinin doldurulması, kamusal alanda bilinir, tartışılır hale gelmesi gerekiyor.

Büyüdükçe kirizden krize sürüklenen küresel sistem de, can simidi olarak yeşil’e sarılmış görünüyor. Şirketler ekonomik krizi,  ekolojik krizi kullanarak aşmaya çalışıyorlar.  Tüketim dünyası her geçen gün yeşile boyanıyor. Ekolojik krizin, sistemde küçük ayarlamalarla çözülebileceği hissiyle vicdanları rahatlatma çabasındalar. Tüketici, güvense de güvenmese de, vicdani bir dürtüyle çevre dostu etiketli ürünlere yöneliyor. Bu  etiketi taşıyan mal ve hizmetleri üreten şirketlerin, ne kadar çevre duyarlı ne kadar yeşil boyalı olduğunu anlamak ise zor.

Bireysel düzlemde yapılan değişiklikler önemli, ancak yeterli değil. Tabii ki tasarruflu ampul kullanacagiz, suyu tasarruf edeceğiz, ama bilmeliyiz ki, bunlar yeterli değil. Yerel yönetimlerde, ulusal ve uluslararası düzlemlerde yapılması gereken pek çok değişiklik var.

Heinrich Böll Vakfı Derneği  ve Yeşil Düşünce Derneğinin birlikte 2.sini düzenledikeri bu Konferansın önemi, bu kafa karışıklığına açıklık getirmek, yeşil ekonomiyle ilgili yeni kavramları daha iyi anlamamıza katkı sağlamak, üstelik de bunu Yerel Yeşil Seçenekler üzerinden örnekleyerek, tartışarak somutlamak olacak.

Bunun yanı sıra Konferans,  yeni Anayasa yapım sürecinde, devletin yeniden yapılanması bağlamında büyük önem taşıyan yerel yönetim reformu taleplerinin haklılığını güçlendirecek yeni argümanlar sağlayacak, yerinden yönetim tartışmalarına yeşil ekonomi boyutu kazandıracak, dolayısıyla önümüzdeki  yerel seçimler için yeşil alteratif politikalar üretmemize de katkı sağlayacaktır.

Yeşil Ekonomik Seçeneklere acilen İhtiyacımız var

Türkiye’nin yerel ve ulusal yeşil politikalara ve yatırımlara acilen ve şiddetle ihtiyacı var. Bir yandan 27 yıldır süren savaşla, bir yandan ranta endekslenmiş kentsel dönüşüm projeleriyle,  nükleer enerji santralleriyle, çok sayıda termik ve  hidroelektrik enerji yatırımlarıyla;  yol, köprü, baraj vb. büyük inşaat projeleriyle halkımızın yaşam alanları, biyolojik çeşitliliğimiz, eko-bölgelerimiz, havamız suyumuz ciddi bir tehdit altında.  Doğamız, küresel aktörler ve kendi iktidarlarımız aracılığıyla adeta sömürgeleştirilİyor.

Avrupa Birliği İlerleme Raporu da, bu gerçekliği, oldukça yakından izlemiş olarak, Türkiye’nin geçtiğimiz yılda “çevre konusunda hiçbir ilerleme kaydetmediği” şeklinde, yalın bir dille ifade ediyor.

Küresel sisteme hızla, aceleyle, ihtirasla entegre olmaya çalışan iktidar, uygulamaya koyduğu yatırım politikalarıyla, uluslararası anlaşmaları, yasaları, halkın yaşam alanları için verdiği mücadeleyi  hiçe sayarak ülkenin doğasını  acımasızca yok ediyor.

Bu pervasız gidişine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız.  Büyüyen pastadan pay dağıtarak toplumu kontrol altında tutan iktidarın başlıca gerekçesi, hizmet götürmek  ve istihdam yaratmak.

Hizmeti, doğayı koruyarak götürmek, istihdamı sosyal adaleti gözeterek, yerel ve kırsal yapıları koruyarak ve doğayla barış içinde canlandırarak yaratmak gibi bir niyet ise ufukta görünmüyor.

Yeşiller Partisi, bu farkındalıkla,  bir yandan Kürt sorununun çözümü için barış ve demokrasi mücadelesine katılarak, diğer yandan doğanın haklarını yeni Anayasanın yapım sürecine taşıyarak politik sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde, yerel yeşil politikalar üretilmesini merkeze alan bir çalışmayı da programına almış bulunuyor.

 

 

 

Yüksel Selek

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü

22-23 Ekim 2011 tarihinde yapılan  Yeşil Ekonomi Konferansı açılış konuşması

 



 

Wikileaks bir süre sızdırmayacak

Kredi kartı şirketlerinin uyguladığı engelleme nedeniyle mali sıkıntıda olan Wikileaks, gizli belgeler yayımlamayı durduracağını açıkladı.

Wikileaks’e uygulanan engelleme nedeniyle bir süredir bağış yapılamazken, internet sitesinin son dönemde mali açıdan zor durumda olduğu basına yansıyordu.

Wikileaks’ten yapılan açıklamada, sitenin kurtulması için bağış toplanacağı ve bu süre zarfında gizli belgelerin yayımlanmasının durdurulacağı kaydedildi.

Wikileaks’in kurucusu Julian Assange konuya ilişkin Londra’da düzenlediği basın toplantısında, kredi kartı şirketlerinin engellemesinin “yasa dışı ve nedensiz” olduğunu savunarak, “Bu saldırı gelirimizin yüzde 95’ini yok etti” dedi.

Wikileaks’in Amerikan yönetimi tarafından eleştirilmesinin ardından, siteye 2010 aralık ayından bu yana kredi kartı şirketleri tarafından engelleme uyguluyor.

Yayımladığı binlerce Amerikan Dışişleri Bakanlığı gizli yazışmalarıyla tartışmalara neden olan Wikileaks’in kurucusu Julian Assange, 16 Aralık 2010’dan bu yana İngiltere’nin doğusundaki Suffolk’da ev hapsinde tutuluyor.

(en)