Dış Köşe

Düşünce özgürlüğü insanlığa karşı işlenen suçları kapsamaz – Ragıp Zarakolu

0

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nda sadece bir holokosta, yani bir
soykırıma sahne olmadı. Bunu işleyen mantık, aynı zamanda 50 milyon
insanın hayatını yitirmesine neden oldu.
Bunun içindir ki orada ırkçılık, yabancı düşmanlığı en azından sözel
ve formal olarak demokratik sistem tarafından bir tehlike olarak
görülür (yani bizde olduğu gibi sosyalizm, farklı inançlar,
azınlıklar, misyonerlik vb. değil). Bunun için okullarda soykırım
konulu dersler verilir, ders kitapları nefret söyleminden arındırılır,
filmler yapılır, kitaplar yazılır.
Buna rağmen Avrupa’da ekonomik krizlerin, kazanılmış toplumsal
hakların yitirilmeye başlanmasının da etkisiyle, 1930’larda olduğu
gibi ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yükselme eğilimi göstermekte,
bunun siyasal arenadaki yansımaları da artmaktadır.
ABD’de ifade özgürlüğü anlayışı, ilke olarak her türlü sınırlamaya
karşıdır. ABD, aynı zamanda uluslararası savaş suçları ve bunların
yargılanmasına ilişkin Roma Sözleşmesi’ni de imzalamamıştır. Nitekim
ABD, 1948’de imzalanan BM Uluslararası Soykırım Sözleşmesi’ni de ancak
1986’da imzalamıştır.
Bu nedenle Avrupa’da Hitler’in ‘Kavgam’ adlı kitabı yayımlanamaz, Nazi
işaretleriyle dolaşılamaz. Fakat ABD’de bunlar mümkündür. Çünkü ABD
toprakları, Avrupa gibi hiçbir dünya savaşında yıkıma uğramamıştır.

Avrupa’da yasal adımlar
Soykırım ve nefret suçları, insanlığa karşı işlenen suçların övülmesi
ve propagandası, bu nedenle insan hakları savunucuları tarafından
‘düşünce ve ifade özgürlüğü olarak kabul edilmezler’. Soykırım ve
nefret suçlarına karşı olmak, aynı zamanda bir insan hakları
savunucusu olmanın kriteridir. Nitekim kurucularından biri olmaktan
onur duyduğum İnsan Hakları Derneği (İHD) 1985’te, 100 küsur yıllık
tarihi olan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’na üyelik
görüşmeleri yapılırken, kurumumuzun 1915 gerçekliğini kabul ettiği,
genel başkan yardımcısı olarak bizzat benim tarafımdan beyan
edilmiştir. 1993’te Ayşe Nur Zarakolu’nun yayımladığı Yves Ternon’un
‘Ermeni Tabusu’ adlı kitabının terör kapsamında yargılanması da
Türkiye’de insan hakları savunucularının ‘ilkeli’ oluşunun bir örneği
olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu davaya ilişkin olarak
Ternon/Zarakolu davasına, eski Paris Barosu başkanını gözlemci olarak
yollamıştır. İHD, 1995’ten bu yana aynı zamanda azınlık haklarının da
ilkeli bir savunucusu olmuş, daha 1990’larda Ara Sarafyan gibi
araştırmacılara konferans verdirmiş, ilk 6-7 Eylül Olayları sergisini
ve Tuzla Kampı’nın kapatılması sergisini düzenlemiş; 2005’ten itibaren
de 24 Nisan’a ilişkin paneller düzenlemeye, açıklamalar yapmaya
başlamıştır. İki yıldan beri Cumartesi Anneleri’nin kayıplar
eylemliliğinde, kaybedilen Ermeni aydınlarından örneklere de sembolik
olarak yer vermektedir.
Bugün Avrupa’da ırkçı dalganın yeni bir boyutu da hedef alınan
Afrikalılar, Romanlar, Asyalılar yanında, bir ‘İslamofobi’ artışıdır.
Bu gruplardan olan insanlar, ırkçı ve neo-Nazi mantalite tarafından
adeta 1930’larda Almanya’da ve kimi Avrupa ülkelerinde Yahudiler nasıl
görülüyorsa, öyle görünmektedir. Avrupa seçimlerinde ırkçılığın
yeniden prim yapmaya başlaması, Almanya’da Neo-Nazilerin işlediği
sistematik cinayetler ve en son Norveç’te yaşanan ırkçı katliam,
yükselmekte olan bu yeni dalganın somut örnekleridir. Öte yandan
yıllardır saldırıya uğrayan Yahudi ve Müslüman mezarları ve Ermeni
anıtları da ‘inkârcılık’ karşısında, bunun aynı zamanda bir ‘eylem’
boyutu olması karşısında anlaşıldığı kadarıyla ‘yasal’ bir düzenlemeyi
zorunlu kılmıştır. Ve ünlü 301. ve 305. maddeler, düşünce ve ifadeyi
‘terör’, yazar ve gazetecileri ‘terörist’ kabul eden ve her türlü
savunma hakkını kısıtlayan, ayrımcılık yapan yasal sistemimizle
herhalde en son söz hakkı bize düşer.
Bu bakımdan yükselen ırkçı ve neo-Nazi dalga karşısında demokratik
sistemin, insanlığa karşı işlenmiş suçların inkârını yasal olarak
önlemek istemesi anlaşılır bir şeydir. Her ne kadar bu tür eğilimlerin
tek başına ‘yasa’ ile engellenmesinin mümkün olmadığı, çok daha köklü
bir eğitim çalışmasına, daha fazla birlikte yaşama projesi
üretilmesine ve her şeyden önce neo-faşist akımlarla, Soğuk Savaş
kalıntısı derin ilişkilerin tasfiye edilmesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Avrupa toplumu son yirmi yıldır azınlık haklarının, bölgesel
kültürlerin korunması konusunda önemli yasal adımlar attı.
Uluslararası hukuk alanında da insanlığa karşı işlenen suçların, savaş
suçlarının yargılanamaz olmasının önüne geçilmesi için Roma Sözleşmesi
gibi uluslararası sözleşmeler imzalandı. Ruanda ve Bosna yargılamaları
gerçekleşti

Esas sefiller kim?
Türkiye’de, Fransa’da çıkan yasaya ilişkin tartışmalardaki önyargı ve
cehalet beni şaşırtıyor. Daha metnini okuyup üzerinde düşünmemiş
olanlar, ahkâm kesiyor, saçmalıyor ve Türkiye’yi küçük düşürüyorlar.
Dersim trajedisi için özür dileyenle inkâr edenin bir araya gelip
ortak tavır koyması, bizi bin kat daha derin düşünmeye sevk etmesi
gerek; bayram değil, seyran değil Kılıçdaroğlu bizi niye öptü diye;
büyükelçi emeklisi Elekdağ niçin ekranları kapladı diye.
Perinçek-Kerinçsizler, şöyle deseler haksız olmazlar mı: “Zihniyetimiz
egemen, biz hapisteyiz.”
Elekdağ-Baykal ikilisinin 2005’te TBMM’yi sevk ettiği yanlış yol,
bugün yine tekerrür ediyor. O zaman İngiliz parlamentosuna, bugün de
Fransız parlamentosuna ders verdiriyor aynı mantık.
Şu anda hakikatleri araştırma komisyonu gibi çalışan Radikal’in ‘Les
Misérables’ başlığı, bana çok irrite edici geldi. Acaba sefilleri
oynayan kim? Türkiye’de şu anda yaşananlar bu sefaletten başka bir şey
mi? Türkiye bir ceset tarlasına dönüşmüşken, bir yerler kazılırken
neden bahsediyoruz Allah aşkına?
Türkiye basınında görebildiğim kadarıyla sadece Milliyet, Fransa’da
çıkan yasanın tam metnini vererek gazetecilik yaptı. Ve Türkiye’de
aklı başında olan insanlar, metinde tek bir ‘Ermeni’ kelimesi
geçmediğini gördü.
2000’de Fransız senatosu çatısı altında yapılan Türk-Ermeni aydınları
diyaloğunun düzenlenmesinde Türkiye ayağı için çalışmıştım. Ve bu
tartışmada Cezayir olayında, o çatı altında Fransa’yı Cezayir
konusunda kabul ve özre çağıran kişi, Fransız ordusunun işkenceden
geçirdiği Fransız komünist yazar, Cezayir/Yahudi kökenli büyük insan
Henri Alleg oldu. Kendisine Jean Claude ile başkanlık önerdiğimizde
“Beni kabul etmezler” demişti.
Cezayirliler ise “Bizim adımızı ağzınıza almayın, acımızı sömürmeye
kalkmayın2 dedi, 2000’de TBMM’ye Cezayir inkâr yasası geldiğinde.
Fransa’da yaşayan Ermeni kökenli yurttaşlar gibi, Cezayir kökenliler
de kendilerine yönelik kıyımın tanınması için mücadele verip, bu yasa
sayesinde bu gerçeğin inkârını engellemek için çalışacaktır.
Bu yıl soykırım inkâr yasasını hazırlayan Sosyalist Parti önemli bir
adım atarak (bizim Dersim adımı gibi), 1961’de Paris’in göbeğinde
Cezayirli protestocuların kıyıma uğratılıp Seine Nehri’ne
dökülmesinden dolayı özür diledi.
2000’li yılların ortasında Hrant Dink beni ikna etti. Fransız
parlamentosuna Ermeni soykırımını kabul eden yasa tasarısı geldiğinde,
bunun ‘düşünce özgürlüğü’ açısından ele alınması gerektiğini söyledi.
İkna oldum, ifade özgürlüğü açısından ‘Amerikan’ yaklaşımını değil,
‘Avrupalı’ yaklaşımını benimsedim. 2001’de son bir umut Paris’e
gitmiştik rahmetli eşim Ayşe Nur ile birlikte. Jean Claude Kebabcıyan,
onunla son bir röportaj yaptı. Ayşe bu röportajda 19 Aralık 2000’de
yapılan ‘Hayata Dönüş’ katliamından acıyla söz etti ve Fransız
parlamentosunun Ermeni Soykırımı’nı tanımasını eleştirmenin yanlış
olduğunu söyledi. Anadolu’nun sağ kalmış insanları, elbette
yaşadıkları her yerde bir haksızlığın giderilmesi ve kabul edilmesi
için çaba harcayacaklardı. Ben de bir insan hakları savunucusu olarak,
inkârın insanlığa karşı işlenen suçları meşru gösterdiği, nefret
söylemlerini teşvik için ifade özgürlüğü kapsamında olmadığını
düşünüyordum.

Hrant tasarıya karşıydı
2006’da ise Hrant, beni Etyen Mahçupyan ile birlikte Fransa’da
parlamentoda bu yasanın çıkmaması için üçlü deklarasyonu imza etmeye
ikna etti. Kendimi Hrant’tan daha ‘iyi’ bilir kabul edemezdim. Eğer o,
soykırım kurbanı bir halkın çocuğu olarak Fransa’daki tasarıya karşı
çıkıyorsa, ona ‘Hayır’ demek haddim değildi.
Hrant, “Bu yasayı Fransa’da çiğneyeceğim” dedi. Öte yandan Türkiye’de
‘soykırım’ tanımlamasını kullanmaktan kaçınmamaya başladı. Ve 301’den
mahkûm oldu. Ve artık Hrant aramızda yok. Ve onu kaybettikten sonra,
şanlı adaletimiz onu 1915’i ‘soykırım’ diye tanımladığı için mahkûm
etti.
Ben eğer yaşasaydı Ayşe Nur’un, Taner Akçam gibi, Hrant ve Etyen
Mahçupyan ile imzaladığımız üçlü deklarasyona katılmayacağını
biliyorum. Bilinç altından belki de bu çabanın Hrant’ın yaşamasına
olanak sağlayacağını düşünmüştüm. Heyhat, ne yanılgı!
Hrant’ın ölümünden sonra katıldığım konferanslarda, onun ölümüyle
inkârcılığın nasıl maddi bir tehdit olduğunu anladığımı ifade ettim.
Bizzat Fransız parlamentosu önünde düzenlenen bayraklı protestolar, bu
tehdidin ne kadar maddi olduğunu algılamamıza neden oldu. Ne
Ermenilere ne Türklere değinen soykırımı inkâr yasası, adeta bir
itirafa neden oldu.
Bu yasanın çıkmasına yol açan olaylar zincirini hatırlamak
istemiyoruz. Resmi inkârcılık sadece ülkede değil, yurtdışında da
faaliyette. İnsanların ‘yas gününde’ ne kadar çok taciz edildiğini
biliyor musunuz? Kaç anıtın bombalandığını, kaç mezarlığın tahrip
olduğunu, hakaret yazıları yazıldığını biliyor musunuz? Sadece Lyon
kentinde kaç olay yaşandı?
Bizim açımızdan manevi değeri olan yerlere bu tür şeyler yapılsa ne
hissedersiniz?
Eğer böyle yasalar çıkarılıyorsa, bunun kaynağının resmi inkârcılık
olduğunu görmek zorundayız. Bütün bu olayların 12 Eylül faşist
darbesinden sonra tırmanması bir tesadüf mü?
Bugün Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu
(ASİKK) gibi bir ‘ucube’ hâlâ devam ediyorsa, ortak bir ‘tarih
komisyonu’ kurmaktan nasıl bahsedilebilir? Bunun samimiyetine kim
inanır? İlk ASİKK Başkanı Devlet Bahçeli’ydi.
Sayın Abdullah Gül ise 2006’da ASİKK kurulu başkanıydı. Bugün bu
kurulun başkanının kim olduğunu bilmiyoruz bile. O zaman siz neden
bahsediyorsunuz, neye karşı çıkıyorsunuz Allah aşkına?
Ragıp Zarakolu –  Radikal

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.