Ana Sayfa Blog Sayfa 4862

Kar değil kan kokusu – Oya Baydar

Kan kültürüne teslim olmuş bir ülke burası. Bu ülkede kan ve ölüm kutsanıyor. Bu topraklarda tarih boyunca asker sivil bütün muktedirler kanla besleniyor; ölüsevicilikle rütbe, şan şeref ve de seçim kazanılıyor. Bu ülkenin mekteplerinde – medreselerinde, laik eğitiminde – dinî eğitiminde körpecik çocuklara, gencecik beyinlere yüreklere, ölmek ve öldürmek en yüce değer olarak benimsetiliyor. Bu kan ve ölüm kültürü “şehitlik” mitiyle sarmalanıyor, maskeleniyor, dokunulmaz, tartışılmaz kılınıyor.

Sağıyla soluyla, dindarıyla laikiyle, AKP’lisiyle Kemalistiyle, Türküyle Kürdüyle bu konuda “Yok aslında birbirimizden farkımız!” Çünkü, bir avuç (bencileyin) imalât hatası dışında hepimiz aynı tornadan, aynı kültürden geliyoruz. Herkesin kendi kutsadığı şehitleri, yücelttiği kendi savaşı, uğruna ölenin de öldürenin de şerefli sayıldığı davası / davaları var. Herkesin, her kesimin, kanının akmasından acı duymadığı “katli vaciptir” diye düşündüğü düşmanları ve de muktedirlerin, bu sizin savaşınız diyerek cepheye sürdüğü “şehit”leri var. Her türlü iktidarın çarkları şehitlerin kanlarıyla dönüyor.

Şehitlik kutsaması, iktidarların en acımasız savaş silahıdır. Kan kültürü bu kavram ile pekiştirilir, kitlelere dalga dalga yayılır. Oğlu savaşta ölen anne “Vatan sağ olsun, bir oğlum daha var, bir oğlan daha doğuracağım, onlar da vatan uğruna şehit olsunlar” diye bağırtılır yitirdiği oğluna dövünüp ağlarken. Ölmek değer olup kutsanınca öldürmek de kutsal görev olur. Savaş çarkı döner, akan kan vampirleri besler.

Oysa herkes bilir ki, ister “şehit olsun”, ister “ölü ele geçirilsin”, bütün ölümler aynıdır. Ölümde her canlı eşittir ve her ölüm yerine konmaz bir kayıptır.

Sarıkamış’ta Neyi Andınız?

Önce televizyonda gördüm, içim ürperdi: Türkiye Şehitlerine Yürüyor etkinliğiymiş. Kürsüde, dondurucu havada İçişleri Bakanı Şahin konuşuyordu. Öfkeliydi, yüz kasları gerilmiş, yumruğunu sıkmış, birliğimizi beraberliğimizi tehdit eden hainlere, vatanı bölmek isteyenlere lanet okuyor, gözdağı veriyordu. İçimi ürperten bakanın bu bildik tavrı değildi; orada dondurucu soğuğa karşı korunaklı giysiler içinde, başlarında birörnek bayrak simgeli berelerle kadın ve çocuk yaşta gençlerin ön saflara yerleştirildikleri birkaç bin kişilik bir tören vardı: 1915’te, İttihatçıların en önemli adlarından Enver Paşa komutasındaki  Sarıkamış harekâtında donarak ölen 90 bin Mehmetçik anısına, katliamın 97. yılında anma töreni yapılıyordu.  Katliam diyorum, çünkü orada donarak ölen 90 bin asker, savaşarak değil, düşman mermileriyle değil, Enver’in ve mensubu olduğu kadronun insanı iktidara feda eden zihniyeti, yanlış siyaseti ve ölümcül askerî hataları yüzünden donarak ölmüşlerdi. Bu apaçık bir cinayetti, bir katliamdı. Anılmalıydı kuşkusuz: Bu katliamı şehitlik mitosu altında saklayan devlet zihniyetini, resmi tarih yalanlarını, ölüler üzerinden yükselen muktedirleri lanetlemek için, telin için, yalanlarla savaşmak için anılmalıydı. Sarıkamış’ın bir kahramanlık destanı değil bir kırım olduğunu genç kuşaklara anlatabilmek için anılmalıydı.

İttihatçıların Bayrağı AKP’nin Elinde

Bu tören; MHP’nin, Türkçü milliyetçilerin, Turancılık kalıntılarının örgütlemesi ve TSK desteğiyle daha önceki yıllarda da yapılırdı. Bu yılki tören farklıydı. AKP iktidarının damgasını taşıyan bir devlet töreni görünümündeydi. İçişleri Bakanı devleti temsilen oradaydı. Bakan’ın savaşçı, intikamcı nutkunda dile getirdiği “milli birlik ve beraberliğimiz”in kimlerle pekişeceğini ve kimleri dışladığını,  üzerinde “Türk Dünyası” yazılı pankartlardan ve Azerbaycan’dan, Kırgızistan’dan, Çeçenistan’dan, Gürcistan’dan ve de Kuzey Kıbrıs’tan (?) gelen heyetlerden anlamak mümkündü. AKP milletvekilleri, Kars ve Rize Belediye Başkanları oradaydı. Geçmiş yıllarla kıyaslanamayacak kadar örgütlü ve devletli bir gösteriydi. Sıfırın altında 6 derecede,  karın üzerinde  ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleri taşıyarak gelen Türk dünyası katılımcılarının zirveye kadar çıkıp orada şehitlere dualar ettikleri ve İstiklal marşı söyledikleri, sonra da Kızılay tarafından dağıtılan etli pilavları yediklerini haberlerden öğrendik. Bakan Şahin, “Bu yürüyüş hep oldu hep olacak, ilelebet devam edecek. Burada beraberliğimizi ifade ettik” diyerek, “28 Şubat 1000 yıl sürecek” söyleminin yeni bir versiyonunu yarattı. Oradaki beraberlik Enver’in trajik sonlu Turan hayalindeki beraberliğin karikatürüydü, ama bir zihniyetin bazılarında hâlâ ne kadar diri olduğunun da göstergesiydi.

AKP’nin İçişleri Bakanı; İttihatçı, Turancı Enver’lerin bayrağını Türkçü ulusalcıların elinden almış; 90 bin memleket çocuğunun 97. yıl önce donmuş bedenleri üstüne basarak zirveye dikmişti.

Kanla boyanmış Bayrağı Hatırladınız mı?

İnsanın yüreğinin yarıldığı, bu kadar olmaz diye feryat ettiği anlar vardır. Bunlardan birini Kırşehirli lise öğrencileri (10’u kız 20 öğrenci) kanlarıyla boyadıkları bayrak resmini, taht misali yaldızlı koltuğunda oturan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’a merasimle sunduklarında yaşamıştım.

Psikolojik harekatın tüm hızıyla sürdüğü, “vatanı bölmek isteyenlere karşı savaşan kahraman ordumuzu” manen olduğu kadar yardım kampanyalarıyla, çeklerle de desteklemek için sermayeden medyaya herkesin birbiriyle yarıştığı günlerdi. Bir yandan Kürtlere, bir yandan iktidarda tutunrmaya çalışan AKP’ye karşı sistemli ve örgütlü bir saldırı sürdürülüyordu. 21 Ekim 2007’de Dağlıca baskını olmuş, Mehmetçikler yine ölüme gönderilmişti. Şehitlerin ardından timsah gözyaşları dereler gibi akıtılıyordu. İşte tam o günlerde pırıl pırıl yürekleri ve kafaları ideolojik çarpıtmalarla, milliyetçi yalanlarla bulandırılmış, gençliğin heyecanı ve saflığı istismar edilerek galayana getirilmiş bu çocuklar, kendi kanlarından bir bayrak boyamış ve hepimizin ezbere bildiği o klişe cümleyle “ Yüzbinlerce şehit kanıyla sulanmış vatanımızı bir avuç çapulcunun bölmek istemesine izin veremezdik….Kalem tutan eller artık silah tutmalıdır” diyerek Büyükanıt’a sunmuşlardı. Büyükanıt’ın cevabı ise,  (Dağlıca baskınının, başında bulunduğu kurumun mensupları tarafından taammüden veya kazaen işlenmiş bir cinayet olduğunu bile bile) “Gerçekten şehitlerimiz kutsal amaç uğruna, yaşadığımız ülkenin birliği bütünlüğü için şehit olmuşlardır” diyerek çocukları tebrik etmek olmuştu. Bir yıl sonra 3 Ekim 2008’ de, 17 askerin göz göre göre ölüme gönderildiği ve yine “şehitlerimiz” diyerek ört bas edilen, daha da şaibeli Aktütün baskını geldi. Bu defa kandan bayrak yapmak sırası Gaziantep Üniversitesi Bilişim Kulübündeydi. Rektörün, dekanların, Üniversite yöneticilerinin destek sağladığı ve Dursun Çiçek’le (Evet, Balyoz sanığı, ıslak imza Dursun Çiçek) ilişki kurmalarına yardımcı oldukları gençler bu defa kanlarıyla yaptıkları bayrağı Dursun Çiçek kanalıyla, yine büyük övgüler alarak, gururla İlker Başbuğ’a  ilettiler; şehitlik mertebesine ulaşmanın en büyük istekleri olduğunu da belirterek.

Bu gelişmelerde toplum, askerler ve siviller, dönemin iktidar partisi AKP ve muhalefettekiler cinayetleri “şehitlik” kültü ardına saklayanların yanında saf tuttular, zavallı gençleri teşvik ettiler, onurlandırdılar. Hiçbir yetkili çıkıp da “Siz ne yapıyorsunuz çocuklar, kan ve ölüm kutsanacak, imrenilecek bir şey değildir, elleriniz silah değil kalem tutmalıdır” demedi. Diyemezdi çünkü herkes aynı kan kültürünün ve “şehit” edebiyatının ürünü ve kurbanıydı.

Sarıkamış faciasını anma töreni, savaşçılığın ve şehadet kültürünün devletlûlarca nasıl diri tutulmaya çalışıldığını bir kez daha gösterdi. Daha da önemlisi, son zamanlarda sorulmaya başlanan AKP devletleşiyor mu? sorusuna da cevap demesek de bir ipucu getirdi: 90 bini aşkın ölünün yattığı Soğanlı Dağları’nın zirvesine 97 yıl sonra dikilen bayrak İttihatçıların düşürdükleri bayraktı; devletin yeni sahiplerinin ellerinde yerini buldu.

Oya Baydar- www.t24.com.tr

 

‘Susmak değil söylemek mecburiyeti’ – Ahmet Şık

Ya ülkenin “sivil, demokratik ve özgür” olduğunu ya da bizlerin “terörist” olduğunu söylüyorlar. Onlar nutuk attıkça tehcir uygulanıyor…

Anlatmak istediğinin ne anlama geldiğini bilenler için Roland Barthes’in çok güzel bir faşizm tarifi vardır: “Faşizm, sumak değil söylemek mecburiyetidir”.

Türkiye uzun yıllardır söylemek mecburiyetinin olduğu günlerden geçip gitti. Gidiyor. Ama söylemenin, konuşmanın bu kadar mecburi olduğu günleri sadece darbe dönemlerinde yaşamıştı. Son birkaç yıldır ne kadar “DEMOKRATİKLEŞTİĞİMİZİ”, “SİVİLLEŞTİĞİMİZİ” anlatıp duruyor birileri. Son seçimlerden sonra ortaya çıkan tablodan ders alındığından olsa gerek birkaç namuslu, vicdan sahibi dışında cunta dönemini anımsatan bu baskı ortamını hatırlatan yok bu sivil demokratlara.

Geçenlerde Nuray Mert Milliyet gazetesindeki köşesinden çok güzel anlatmıştı “SİVİL DEMOKRAT” CENAHIN HALİNİ. 1 Ocak 2012 günü “Yas tutmayı bilmeyenler” başlıklı yazısında şöyle diyordu Mert: “Geçmişin hesabını sorarken mangalda kül bırakmayan ‘çok bilmiş’lerin çoğunun da sesi kısılmış. Nasılsa geçmişin hesabını sormak kolay, nasılsa geçmişin sorumlularının gazabına uğramak gibi bir tehlike yok. Bugünün hesabını sormaktan kaçmak için hesaplaş hesaplaşabildiğin kadar, bugün olanlar karşısında susma hakkını kullanmak için bağır bağırabildiğin kadar. Korkaklığı örtbas etmek için ölmüşlere meydan okuyan sahte cesaret, suskunluğu gizlemek için kuru gürültü! Hepsi bu. Sonu bugünü hesaba çekmeye varmayan geçmişle hesaplaşma ancak ahmakları oyalar…”

Nuray Mert’in tarif ettiği “çok bilmişer”de dahil olmak üzere itirazı olan var mıdır acaba bu söylenenlere? Benim yok. Bu yazıyı okuyan sizlerin de olduğunu sanmıyorum. Hele son tutuklamalarla sayıları 100’e yaklaşan cezaevindeki meslektaşlarımın itirazı olacağını düşünmem bile. ABD merkezli gazetecileri koruma komitesi’nin bir takım siyasi hesaplarla Türkiye’deki tutuklu gazeteci (sahi o listeden çıkmak istiyorum. GÖP bir iletirse bu isteğimi CPJ yetkililerine) sayısını 8 olarak gösteren CPJ raporlarını ciddiye alan lümpenler itiraz edebilir. Onlar etsin. Yazdıklarının, söylediklerinin değeri yok zaten.

Aslında tutuklu gazetenin bu sayısına yazmak niyetinde değildim. Hakkımı aramıza yeni katılanlara vermek daha doğru olacaktı. Sevgili Ercan İpekçi duruşmalarım sırasında anımsatınca yazmaya koyuldum. Birkaç anımsatmada bulunup noktalayacağım diyeceklerimi.

Deniz Feneri adıyla anılan hırsızlık, dolandırıcılık soruşturmasının şüphelileri ile ilgili olarak mahkeme kimsenin itiraz edemeyeceği bir karara imza atmıştı. Uzun tutukluluk hali cezaya dönüşmesin diye özetleyeceğimiz bir gerekçeyle tahliye kararı verilmişti AKP-Cemaat koalisyonu iktidarının her iki bileşeniyle de siyasi akrabalığı bulunan hırsızlık, dolandırıcılık şüphelileri 3 ayda özgürlüğüne kavuşmuştu böylece.

1990’ların devlet politikası olarak uygulanan infazlar, işkenceler, gözaltında kayıplarla ilgili o dönemin tetikçilerinden birisi de birkaç aydır konuşuyor. Türkiye’nin kanlı ve karanlık bir dönemde,  bir katil, suç ortaklarının adını veriyor. Hep birlikte kimleri nasıl infaz ettiklerini, dipsiz kuyularda adressiz mezarlarda nasıl kaybettiklerini anlatıyor. Emri verenleri de söylüyor. Katil benim. Katil biziz. Katil devlettir diyor. Ama bir de bakıyorsunuz bu itiraflarla tutuklanan iblisler bir kaç haftada özgürlüklerine kavuşuyor. Suç ortağı olan tetikçinin itirafları soyut olduğu, kuvvetli suç şüphesinin bulunmadığı anlatılıyor tahliye gerekçelerinde. O soyut bulunan itirafları anlatan kimliği araştırılmayan meçhul e-posta ihbarcılarından biri değil. Virüs yoluyla bilgisayara kaydedilmiş ne idüğü belirsiz bir word dökümanı hiç değil. Kanlı canlı bir “insan”. Tırnak içinde “insan” yazmamın nedeni malum: Kan döken, can alan bir tetikçi o. Ama buna rağmen itirafları soyut. Suç ortaklarına ilişkin kuvvetli suç şüphesi oluşturulmayan birisi olup çıktı bu yargının elinde.

Şaibeli bir soruşturmayla şike iddialarıyla tutuklu olanların bir kısmı da 6 ay kadar sonra serbest kaldılar yakın zamanda. AKP, koalisyon ortağının itirazlarına rağmen kendi yaptığı yasayı değiştirdi bu tahliyeleri sağlamak için. Soruşturmacılar eliyle yaratılan mağduriyet, siyasetçilerin çıkar hesaplarıyla giderilmiş oldu.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki yasak duvarlar ile bu duvarları yükseltmeye çalışan “marangoz hataları” ise olduğu gibi duruyor. Ülkeyi darbe dönemlerinden beter hale getiren konunun ilgileri ise sadece hamasi nutuklar atıyor. Ya ülkenin “sivil, demokratik ve özgür” olduğunu ya da bizlerin “terörist” olduğunu söylüyorlar. Onlar nutuk attıkça gazetecilik faaliyetleri ite kaka “terör faaliyeti” olarak yorumlanıp polis ve savcıların nezaretinde, muhalif gazetecilere, öğrencilere, akademisyenlere, yayıncılara, Kürtlere, sosyalistlere varış noktası hapishane olan tehcir uygulanıyor. Bugünlerde sıkça tartışma konusu Ermeni soykırımının da bir tehcirle başladığını bilmemiz muhaliflerin sonu hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor.

Alıntının bol olduğu bir yazı olacak ancak Nuray Mert’in seslendiği güruha Umur Talu ağabeyin ne dediğini de aktarıp bitireyim: “Bir gazetecinin başına gelebilecek en büyük kazalardan biri, dün bir takım güçlere katiplik yaparken bugün özgürlük neyin vaaz etmesi… bir başka gazetecinin başına gelebilecek en büyük kazalardan biri de, dün özgürlük neyin vaaz ederken bugün bir takım güçlere katiplik yapmasıdır.”

Bu kadar çok “kazazede”nin olduğu memleket medyasının namuslularının başına bir “kaza” gelmez umarım. Aynı zamanda “davasız” bir yıl geçirirler.

Ahmet Şık – www.habervesaire.com

 

Fransa’da Cantona cumhurbaşkanlığına aday

0

İngiltere Premier Lig takımlarından Manchester United‘ın eski futbolcularından Fransız Eric Cantona Fransa cumhurbaşkanlığına aday olabileceğini açıkladı.

 

Fransızların efsanevi futbolcularından Eric Cantona ilk turu bu yıl nisan ayında yapılacak olan Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olabileceğini söyledi.

Bu amaçla belediye başkanlarına gönderdiği mektupta gençlere az fırsat tanındığını, sosyal adaletsizliğin çok fazla, acımasız ve sistematik olduğunu belirten Cantona’nın aday olabilmesi için Fransa’daki sisteme göre 500 belediye başkanının imzası gerekiyor.

Cantona aday olmayı başarırsa rakipleri seçimlerde en kuvvetli aday olarak gösterilen Sosyalist Francois Hollande ve şimdiki cumhurbaşkanı Sarkozy olacak. İlk tur seçimlerin ardından yapılacak mayıstaki ikinci tura sadece iki aday katılacak.

“Kansız devrim”

Cantona yaklaşık bir yıl önce de yaptığı bir çağrıyla gündeme gelmişti. Cantona ekonomik ve sosyal devrim çağrısı yapmış, “kansız devrim”in bankalardan başlayabileceğini söylemişti.

Kasım 2010’da Avrupa’da eylem yapan öğrencilere ve kamu çalışanlarına daha gelişmiş eylemler yapmaları yönünde çağrıda bulunmuş, pankart ve sloganlarla yapılan eylemlerin modasının geçtiğini söylemişti. Cantona’nın önerisi bankaların hedef alınması, herkesin parasını bankalardan çekmesiydi.

Devrim başlatmak için silah alıp öldürmeye başlayamayız, diyen Cantona, sistemin bankaların iktidarı üzerine kurulu olduğundan hareketle sistemin bankalar üzerinden imha edilmesi gerektiğini savunmuştu. ”Üç milyon, on milyon insan parasını çeker, bankalar çöker, ortada bir tehdit de yok, kan da. Alın size devrim.”

Cantona çağrısında, 7 Aralık’ta tüm Fransızlar’ın bankalardaki paralarını çekmesini, ekonomik krizi başlatan “kokuşmuş” bankaları çökertmesini istemişti.

Cantona’nın çağrısı internet ortamında karşılığını buldu, ancak 7 Aralık’ta eyleme beklendiği kadar katılım olmadı. Oysa finans dünyası Cantona’nın çağrısını önemsemez gibi görünse de Avrupa Birliği’nin maliye bakanları onu “sorumsuzluk”la suçlayıcı açıklamalar yapmaktan geri kalmamıştı.

Eric Cantona’nın çağrısından aylar sonra, ABD’de başlayan ve Avrupa’ya yayılan “işgal et” eylemlerinin de hedefi aynı oldu: Finans sektörü.

İngiltere’de en sevilen Fransız

İngiltere’de Manchester United’ta futbol oynadığı dönemlerde ülkede tüm zamanların en sevilen Fransız futbolcusu olarak da tanınıyordu Eric Cantona. Kamerasını işçi sınıfına çevirmesiyle de bilinen yönetmen Ken Loach, Looking For Eric (Hayata Çalım At) adlı filminde sözünü Manchester United taraftarlarının Cantona fanatikliğini merkeze alarak söylemişti. Cantona bu filmde kendisini oynadı.

Cantona’nın Fransa’da herhangi bir partinin desteğinden yoksun biçimde bağımsız olarak cumhurbaşkanı seçilme şansı zayıf görünüyor. Günün birinde Manchester belediye başkanlığına aday olursa o başka…

(Bianet)

Kuzey Kore’de mahkumlara af

0

Kuzey Kore‘de iki eski liderin gelecek ay kutlanacak doğum günleri dolayısıyla mahkumlar için af ilan edileceği açıklandı.

Resmi haber ajansı KCNA, af kararının 1 Şubat’tan itibaren geçerli olacağını duyurdu ancak kaç mahkumun serbest bırakılacağına değinmedi.

Af, geçen ay ölen Kuzey Kore lideri Kim Jong-il ile ülkenin kurucusu olan babası Kim Il-sung’un anısına ilan edildi.

Gelecek ay Kim Jong-il’in 70’inci, Kim Il-sung’un da 100’üncü doğumgünü kutlanacak.

Af kapsamında hangi mahkumların serbest bırakılacağı bilinmiyor.

Uluslararası Af Örgütü Amnesty International’a göre, ülkenin farklı noktalarındaki kamplarda 200 bine yakın siyasi mahkum bulunuyor.

Kim Jong-il, 17 Aralık’ta kalp krizinden ölmüştü.

‘Kamplar büyüyor’

1994’te ölen babasının yerine geçen Kim, arkasında nükleer güce ve insan hakları örgütlerine göre çok kötü bir insan hakları siciline sahip yoksul bir ülke bıraktı.

Kim Jong-il’in yerine geçen 20’li yaşlardaki oğlu Kim Jong-un’un çok az siyasi tecribesi var.

Kuzey Kore en son 2005’te, Japon sömürge yönetiminin son bulmasının 60’ıncı yıldönümü dolayısıyla af ilan etmişti. Bundan önceki af ise 2002’deydi.

Bu aflarda da kaç kişinin serbest bırakıldığı konusunda bilgi yok.

Amnesty International, geçen yıl uydu görüntülerine dayanarak Kuzey Kore’deki tutsak kamplarının genişletildiğini duyurmuştu.

Burada kalan tutsaklar, mahkumlara işkence yapıldığını, aç bırakılan bu kişilerin zorla çalıştırıldığını söylüyor.

(BBC)

Endonezya’da 7.3’lük deprem

Endonezya’nın Sumatra adasında ilk belirlemelere göre 7.3 şiddetinde deprem meydana geldi.

Reuters’in haberine göre Endonezya’nın Sumatra adası açıklarında 7.3 şiddetinde bir deprem meydana geldi.

Yetkililer, depremin ardından tsunami alarmı verdi.

Pekin’de hava kirliliği uçak seferlerini vurdu

Çin‘in başkenti Pekin‘i saran kirli hava bulutu nedeniyle çok sayıda uçak seferi ertelendi ya da iptal edilmek zorunda kaldı.

Başkentte görüş mesafesi yer yer 200 metreye kadar düştü.

Pekin’de hava kirliliğini ölçen Amerikan elçiliği, sabah saatlerinde kirlilik endeksindeki en üst seviyenin dahi üzerine çıkıldığını açıkladı.

Resmi makamlar ise hava kalitesini aynı saatlerde ”iyi” olarak duyurdu.

Çinli yetkililer, geçen hafta Amerikan elçiliğinin rakamları ile resmi veriler arasındaki çelişkiye kamuoyundan gelen öfkeli tepkiler karşısında, hava kirliliği hakkında daha detaylı bilgiler yayınlama sözü vermişti.

Amerikan elçiliği, kirlilik endeksini, sağlığa daha çok zararı olduğu düşünülen havadaki küçük partikülleri ölçerek hesaplıyor.

Çinli yetkililer ise halihazırda sadece daha büyük partiküllerin ölçümünü yayınlıyorlar.

Bu nedenle hava kalitesi hakkında yaptıkları açıklamalar daha olumlu nitelikte oluyor.

Birleşmiş Milletler dahil uluslararası örgütlerin raporlarında Pekin dünyanın havası en kirli kentleri arasında sayılıyor.

Pekin’in artan yakıt tüketiminin büyük bölümü kömürle sağlanıyor. Kentte trafiğe çıkan otomobil sayısı da giderek artıyor.

“Gerze’yi bırakmıyoruz”

Ekoloji Kolektifi, Gerze’de termik santral yapmak isteyen Anadolu Grubu’nun yönetim kurulu başkanı Özilhan’ın açıklamalarına karşı yaptığı açıklamada “termik santralle ‘kalkınacak olan’ bölge insanları değil, Anadolu Grubudur” dedi.

Ekoloji Kolektifi, Gerze’de termik santral yapmak isteyen Anadolu Grubu’nun yönetim kurulu başkanı Tuncay Özilhan’ın Radikal gazetesine verdiği röportaja karşılık yazılı bir açıklama yaptı.

Kolektif, Gerze’deki termik santral karşıtı kitleyi “gürültü çıkaran 50-60 kişi” olarak tanımlayan Özilhan’ı “Gerze halkının muhalefetini azımsatmak için ‘gürültücü azınlık – sessiz çoğunluk’ ya da ‘sabit fikirli çevre örgütleri’ türü klişeleşmiş ifadeler yerine Gerze sokaklarında bir dolaşıp oradaki tepkileri anlamaya çalışmaya” çağırdı.

Özilhan’ın ÇED raporunun “ciddi araştırmalardan sonra hazırlanan bir rapor” olduğunu söylemesine karşılık ise Türkiye’deki ÇED raporlarının bilançosunu, Sinop İl Gıda ve Tarım Müdürlüğü’nün toprağın olumsuz şekilde etkileneceğini belirten görüşünü ve Anadolu Grubu’nun sondaj çalışması için geldiği Gerze’ye giremediğini hatırlattı.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Özilhan röportaj esnasında ‘Çevre benim çok önem verdiğim ve sık sık gündeme getirdiğim bir konu’ gibi ifadelerle sermayenin o meşhur maskeli tiyatrosunu yeniden sahneye döküyor ve kendisi özelinde grubuna da ‘yeşil’ bir imaj vermeye çalışıyor. Avrupa’da ‘nehrin kenarında, şehirde santrallar’ var türevi gerçeği yansıtmayan sözlerle termik santrallerin nasıl tertemiz bir enerji yatırımı olacağından dem vuruyor. Öte yandan ‘Kirlilik Avrupa standartlarının altında olacak’, ‘dev bir liman yapacağız’, ‘ithal kömür kullanacağız’ diyerek, yaratacağı kirliliği kendi ağzıyla da teyit ediyor.

“Özilhan nükleere de karşı değil elbette. Bu yüzden ‘Türkiye’de tüm enerji projelerine karşı’ çıkılmasından yakınıyor. Hemen ardından da şu süper ikna edici klasik argümana başvuruyor: ‘E o zaman keselim elektrikleri, karanlıkta oturalım!’ Bu kuvvetli argüman(!) karşısında sadece nutkumuz tutuluyor. Madem öyle Özilhan elektriğini kapatsın da Gerzeliler biraz rahat etsin!

“Özilhan ‘ÇED çıkmazsa üstüne bir bardak su içerim’ demiş ya hani, hiç merak etmesin, prosedürden başka bir şey olmadığını defalarca kez tecrübe ettiğimiz ÇED çıksa da çıkmasa da, Gerzelilerin meşru ve kitlesel mücadelesi en nihayetinde Özilhan’a o bir bardak suyu içirecek!”

(Bianet)

Fethullah Gülen yorumlarına ceza

Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Fethullah Gülen hakkında yapılan ”Okur yorumları” nedeniyle 5 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Fethullah Gülen hakkında yapılan ”Okur yorumları” nedeniyle ”içeriğin yayından çıkarılması ve cevap hakkına ilişkin hakim kararını yerine getirmemek” suçundan 5 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu hükmün açıklanması geri bırakıldı.

İstanbul 12. Sulh Ceza Mahkemesindeki duruşmaya, bu suçtan tutuksuz yargılanan, ancak ”Odatv davası” kapsamında tutuklu bulunan sanık Pehlivan ve tarafların avukatları katıldı.

Fethullah Gülen’in avukatı Orhan Erdemli sanığın cezalandırılmasını, Pehlivan’ın avukatı Tugay Topbaş ise 49 adet yorumun yayından kaldırıldığını ifade ederek, müvekkilinin beraatini istedi.

Son sözü sorulan Pehlivan da beraatini talep etti.

Hakim Metin Özdemir, sanığa yüklenen suçu sabit bularak, suçun işleniş biçimi, şahsi, sosyal ve ekonomik durumu dikkate aldığı Pehlivan’a 6 ay hapis cezası verdi. Sanığın yargılama sürecindeki olumlu davranışları takdiri indirim sebebi kabul eden Hakim Özdemir, cezasının 5 aya indirilmesine hükmetti.

Hakim Özdemir, sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkum olmayışı, suçun işlenmesiyle şikayetçide somut bir zararın oluşmaması, sanığın kişilik özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışlarını göz önünde bulundurarak, hükmün açıklanmasını geri bıraktı.

İddianameden

Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan ve şikayetçi olarak Fethullah Gülen’in yer aldığı iddianamede, hakaret teşkil eden sözlerin yayından kaldırılmasına karar verilerek, bunun 19 Temmuz 2010 tarihinde Odatv’ye tebliğ edildiği, ancak mahkeme kararının yerine getirilmediği belirtiliyordu.

Bilirkişi İsmail Kutsal tarafından yapılan incelemede hakaret teşkil eden, mahkeme kararında belirtilen yazıların internet ortamında silinmediğinin anlaşıldığı ifade edilen iddianamede, Pehlivan’ın 5651 sayılı ”İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun”un 9/4’üncü maddesi uyarınca ”içeriğin yayından çıkarılması ve cevap hakkına ilişkin hakim kararını yerine getirmemek” suçundan 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılması isteniyordu.

(Ajanslar)

Süs köpeği mi, katır mı? – Dilaver Demirağ

Yılmaz Özdil’in kürtleri sevmediği, onlara karşı ırkçı bir tutum içinde olduğu malum. Dahası Özdil’in pop kemalist olarak ulusalcılığı ve ulus devlete olan sempatisi de malum. Hal böyle olunca onun “Sayın kaçakçı” yazısında kaçakçılıkla etkin bir mücadele içinde olmayan devlete kızması, onlardan hesap sorması gayet olağan bir şey.  Dahası onun bir soy faşist olarak Uluderede devlet tarafından katledilen köylüler için son derece kötü şeyler yazması, aşağılaması, horgörüde bulunması da faşistliği nedeni ile şaşırtıcı değil. Özdil’in nefret suçlarının ilki değil bu yazı. Buraya kadar söz konusu anlayış ekseninde düşünürsek bir sorun yok. Yani yazar kendisi ile gayet tutarlı. Bir faşistten faşistlik yapması beklenir; o da bunu yapıyor zaten.

Ama bizim yeşillerden Murat Köylü arkadaşımızı acayip kızdıran Özdil’in kaçakçı için ve -dolayısıyla Uluderede ölen köylüler için- katır, eşek başta olmak üzere  hayvan sıfatlarını kullanması, bunları hakaret olarak Uludere köylülerine yöneltmesi. Yazarın kendi düşüncesinde de halkın genelinde de bir insanın özellikle aşağılama sıfatı için kullanılan eşek vb hayvanlara benzetmesi bir hakaret olduğundan, yazarın niyet olarak ya da metindeki alt okuma ile “Uludere şehitleri”ne katır demesi hakaret olarak görülebilir. Açıkçası yazarın niyeti ne olursa olsun bir yeşilin katır benzetmesi nedeni ile bir yazara öfke hatta nefret duyması yadırgatıcı geldi bana.

Yazarın ırkçılıkla malul olması gibi, ırkçlığın bir başka biçimi olan tür ayrımcılığı olarak türcü de olması onun tiynetini ortaya koyar -ki Özdile gelinceye dek her gün sokaklarda bu emekçi hayvancağızlar birbirlerine dönük hakaret için aşağılama sıfatı olarak kullanıldığını düşünürsek- Özdil için bu vakay-i adiye denecek bir şey. Yazar katır sıfatını aşağılama maksadıyla kullanmış olsa bile bir yeşilin öncelikle yazara “garibim katırları kendi faşist niyetlerine alet etme” demesi gerekir diye düşünüyorum.

Özdil insan merkezci olarak doğadaki çeşitli canlıları kendi niyetlerine uygun olarak ayrıma tabi tutabilir, paşalar için aslanlar gibi ifadesini kullandığında bunu övgü, katırı ise küçümsenen bir canlı olarak sövgü unsuru olarak kullansa da biz ekolojistler ayrım yapmayız. Her canlı bizim nezdimizde insanla eşit değere sahiptir, ne aslan üstün bir canlıdır, ne de katır horgörülecek bir canlı- kaldıki hakaret unsuru olan katır değil eşektir-. Anadoluda “katır gibi” terimi-tıpkı iri bir  yük atı cinsi olan Katana gibi- iri, cüsseli, dayanıklı ve inatçı olanlar için kullanılan bir ifadedir. “Katır gibi adam” dendiğinde devasa cüsseli, iri kıyım, güçlü biri akla gelir. “Katır gibi kadın” ise iyi çiftleşen – biz de bir hayvan türü olduğumuzdan bizim de cinsel ilişki kurma şeklimiz çiftleşme sıfatına uygundur- yanı sıra boylu, poslu iri kemiklidir, bir de tabi iyi iş gören, dayanıklı, her işe dayanıklı anlamında kullanılır.

Katırlar ve Artı-Değer

Bir düşünecek olursak katır olmak iyi bir şeydir. Dayanıklı, kuvvetli ve çevik bir hayvandır  katır. Dahası emekçidir, doğanın hamalları olarak emekleri sömürülen canlılardır. Marx’ın emek değer teorisi pek ala katırlar için geçerlidir. Katırlar emekleri insafsızca sömürülen emekçilerdirler. Kısacası katır aslında alın terinin simgesidir.

Bu nedenle yazar kürt köylüleri katıra benzetip üstüne bir de piç benzetmesi yaparak halt etmiştir. Kendisi tescilli bir faşist olduğundan bu da onun faşizminin olağanlıklarından biridir. Uludere’de ölen ya da kaçakçılık uğruna mayınlara basma tahdidi altında sakatlanma pahasına kelle koltukta bir sınır ticareti ile hayatını kazanan köylülerin aslında herhangi bir ithalatçıdan pek de farkı yoktur.

Kaldı ki piç de aslında bayağı erkek egemen bir değer. Annesi babası belli olmayan için piç denir. Babanın merkezi değer taşıdığı ve kadının onurunun da erkeğin sorumluluğunda olduğu bir toplumda babasız çocuk toplumda ezilen olur. Bu bakımdan yeşiller piçleri kucaklaması gereken bir siyasal harekettir. Çünkü bir anne çocuğunu bir erkeğe yaslanrak değil kendi başına doğurup büyütüyorsa ve eski amazonlar gibi erkeği sadece dölleyici olarak değerlendiyorsa o annenin çocuğu da tıpkı annesi gibi saygıdeğerdir. Bu bakımdan piç ifadesi de bir yeşilin dert edeceği bir sıfat olmamalıdıır. Kem söz sahibini küçültür ilkesince hem ırkçı, hem türcü olan Yılmaz Özdil ayrımcılık skalasına kadınlara dönük ayrımcılığı da eklemiş olur, anneleri horgörüsü ile alçaltmış olarak ele almış olur.  Dahası bütün bunlar kadın hakları diye bas bas bağıran bu kemalistin ne kadar erkek egemen, maço ve kadın düşmanı biri olduğunu bu yazı aracılığı ile ortaya çıkarmıştır.

Özdil katırlar arasında da ayrımcılık yapmış ve orduya hizmet eden şerefli katıra iade-i itibarda bulunurken kaçakçı piç katırları ise aşağılamış. Ben merak ediyorum bay Özdil madem bu kadar ülke gümrüklerine değer veriyordu- elbette onun şerefli askerleri de-ne demeye gümrük birliğine sessiz kaldılar. Gümrük birliğinin ülke ekonomisi için yarattığı tehdit avrupanın en pahalı benzinini tüketen-bence benzinin pahalı olmasında hiçbir sakınca olmadığını da belirteyim-ülkede yakın komşulardan temin ettiği benzin veremez. Ama Özdil buna karşı koymayan devleti değil de kaçağa göz yuman devleti suçluyor.

Özdil’in bir çelişkili faşist olarak kendi içindeki fikri tutarsızlıkları da kürt köylülere kustuğu nefret de kendini bağlar. Ama  yeşiller bu adamı esas bu konu üzerinden topa tutmalıydı. Emekçi katırları hor görüp, devlet memuru katırları onurlandırıp ayrımcılık yaparken-ki Özdil kaçakçıları da yererken devlet memuru olan paşalara selam çakıyor her fırsatta-bir de bu hayvanları kendi faşist horgörüsüne alet ettiği, babası olmadan çocuk doğuran kadınlar ile evli kadınlar arasında ayrım yaptığı-ki evli kadınlar ile ilgili de bir çok şey söylenebilir.  Ve elbette ırk- kibarcası etnik-ayrımcılığı yapması. Yani o soy bir faşist.

Sınırlar ve devletler ne denli yapaylar

Dahası Yeşiller sınırları sahiplenen Özdil’e o sınırların ne kadar saçma ve boş olduğunu-tıpkı devlet gibi-sormalıydılar. İsyan eden kürtlerin isyanına devletin neden olduğunu, son olayında bunu bir kez daha doğruladığını söylenmeliydi. Dahası kendi dağlarını, kendi halkını bombalayan devletin, ABD gibi zalim emperyalistlere uşaklık yapmasını ulusalcı geçinen Özdil’in sorgulamasını istemeliydiler.

Ha keza uçaktan bomba atarak yürütülen bir terörle mücadele politikasının insanlıktan zerre nasibini almadığını, bu türlü bir savaşın savaş suçu oluşturduğunu, bunu yapanların insanların, hayvanların, ağaçların kısacası tüm canlı yaşamının azılı düşmanı olduğu söylenmeliydi. Bunu açıkça dillendirip hükümeti de, genelkurmay başkanını da uluslarası savaş suçları mahkemesine şikayet edip yargılanmaları talep edilmeliydi.

Özdil’e gelince ona şu sorular sorulmalı. Kendi halkına türlü eza cefa eden, ama ABD ve Gülen karşısında bir kağıttan kaplan olmak ve çocuk katili NATO’ya uşaklık etmek mi daha onurludur: yoksa kendilerine türlü türlü işkence eden, ezada sınır tanımayan devlete isyan ederek özgürlüklerini savunan kürtler mi daha onurludur.

Dışardan GDO’lu gıdalar ile insanların hayatı ile oynayan, nükleer santralleri bir takım yerlere peşkeş çekerek uluslarası saygınlık kazanmaya çalışan, ihalaler ile halkını soyan, halkının yurt dışında getirtilen kalitesiz ve sağlıksız ürünler ile soyan bunu da çağdaşlık olarak savunan yağmacı işadamları, politikacılar ve devlet görevlileri mi daha onurlu yoksa hem insanlara ucuz benzin temin ederek hayatın ucuzlamasına katkı sunan hem de hayatını riske ederek yaşamını sürdüren kaçakçılar mı daha onurlu?

Dağda gezen bir kurt olmak mı, yoksa sahibine kölece hizmet eden bir bir köpek olmak mı; sahibinin egosu için koşan bir at olmak mı, yoksa dağlarda yük taşıyan bir katır olmak mı? Hangisi daha onurlu?

Sahibinin sesi olan bir süs köpeği olmak mı daha yeğlenesi, yoksa bir emekçi katır olarak fayda sağlamak mı?

Önden buyrun bay Özdil.

 

Dilaver Demirağ

 

Yeşiller: Köprü projesi tamamen iptal edilsin

Yeşiller Partisi bugün iptal edilen İstanbul’a yapılması planlanan 3. Boğaz köprüsü ve Kuzey Marmara otoyolu ihalesi sonrası bir açıklama yayınladı. Üçüncü köprü projesinin tamamen iptal edilmesini talep eden açıklama şu şekilde:

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜ İHALESİ TAMAMEN İPTAL EDİLSİN

Bildiğiniz gibi bugün yapılan ihalede 3. köprü yapımını da içeren Kuzey Marmara Otoyolu ihalesine şartname alan 18 firmadan hiçbiri teklif vermedi. Böylece İstanbul Boğazı’na yapılacak 3. köprünün de içinde bulunduğu, bedeli 6 milyar doları bulan Kuzey Marmara Otoyolu ihalesine teklif veren çıkmadı ve ihalenin iptal edildiğini açıklandı.

Bu gelişme İstanbul’a 3. köprü yapılmasına karşı mücadele edenlerin ve İstanbul halkının zaferidir.

Yıllardır 3. köprüye karşı kampanya yürüten 2 Milyon İstanbullu Kampanyası olarak yarın (11 Ocak 2012) 12:00’de Galatasaray meydanında bir basın açıklaması yapacağız ve ihalenin iptal kararını yorumlayacağız.

Sizi de basın açıklamamıza bekliyoruz.

Yeşiller Partisi Basın Bürosu

BASIN AÇIKLAMASI
ÜÇÜNCÜ KÖPRÜ İHALESİ TAMAMEN İPTAL EDİLSİN
YER: GALATASARAY MEYDANI
TARİH: 11 OCAK 2012 ÇARŞAMBA
SAAT: 12:00
DÜZENLEYEN: 2 MİLYON İSTANBULLU