Ana Sayfa Blog Sayfa 4663

İstanbul’da serbest düşmek (SCAD) isteyenler haftasonu Caddebostan’a

Bungee Jumping atlayışlarıyla tanışalı 10 yıldan az bir süre olan Türkiye, şimdi de SCAD (Askılı Havada Yakalama Sistemi) ile serbest düşmeye hazırlanıyor.

İlk defa geçtiğimiz haftasonu düzenlenen MonoFest’te gerçekleştirilen SCAD ile katılımcılar yaklaşık 30 metrelik bir serbest düşüş deneyimi yaşıyor. Almanyalı “Montic Unique Leisure Systems” firması tarafından geliştirilerek patenti alınan sistemin “insan hatalarına yer vermediği” ve üç aşamalı yedek sistemleri nedeniyle “bugüne dek geliştirilen en güvenli sistem olduğu iddia ediliyor.

Erkinlik, 8 Temmuz pazar günü 12:00 -20:00 saatleri arasında Caddebostan sahil kesiminde gerçekleştirilecek. Bir atlayış için ödenmesi gereken bedel ise 50 lira.

Etkinlik alanına girilmesinden itibaren toplam 10-12 dakika sürdüğü belirtilen atlayışın “serbest düşüş” kısmı ise 2,5-3 saniye sürüyor.

Yüksek İşler tarafından düzenlenen etkinliğin, MonoFest’teki atlayış görüntülerinden oluşturulan bir de kısa tanıtım videosu var. Videoya bu bağlantı adresinden ulaşılabilir.

(Yeşil Gazete)

 

Kosova, “tam bağımsızlığını” ilan etti

0

Kosova, “Uluslararası Yönlendirme Grubu”nun son toplantısında alınan kararla, egemenlik hakları üzerindeki kısıtlamalardan kurtuldu. Buna göre, Uluslararası Yönlendirme Grubu’nun Eylül ayında ülkeyi terk etmesi bekleniyor. Kosovalılar, 10 Eylül’de bağımsızlık ilanını kutlayacak.

Bilindiği üzere Kosova, 4.5 yıl önce Sırbistan’dan bağımsızlığını tek taraflı ilan etmişti. Ancak Uluslararası Yönlendirme Grubu, geçiş sürecinde ülkede kaldı ve Kosova’nın egemenlik haklarını belli ölçüde paylaştı. Grupta, ABD, Türkiye ve AB ülkelerinin temsilcileri görev yapıyordu. Grubun son toplantısı, Avusturya Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger’in ev sahipliğinde Viyana’da yapıldı. Toplantının ardından Kosova Başbakanı Haşim Taçi, Uluslararası Sivil Temsilci Pieter Feith, ve Michael Spindelegger ortak basın açıklaması yaparak bağımsızlık kararını ilan ettiler.

Feith bir soru üzerine, ülkenin iç ve dış güvenliğinden sorumlu olan AB ve NATO güvenlik güçlerinin ise görevlerine devam edeceğini açıkladı.

Kosova Başbakanı Haşim Taçi ise ülkesinin tam bağımsızlığının resmen ilan edildiği bu günü, ‘tarihi bir gün olarak’ adlandırdı ve Uluslararası Yönlendirme Grubu üyesi ülkelere teşekkür etti.

Kosova için ‘yeni bir dönemin başladığını’ söyleyen Taçi, Kosova’nın bundan sonra da Avrupa’nın demokratik ve tam bağımsız bir üyesi olarak yaşamını sürdürmesi için çalışacaklarını kaydetti.

Bir soru üzerine ülkenin kuzeyindeki Sırp azınlığın Kosova halkıyla entegre olduğunu söyleyen Taçi, Kosova mahalli yönetimi ile Sırp azınlığın temsilcileri arasındaki görüşmelerin devam ettiğini, kendisinin de Sırp azınlığın seçimle iş başına gelen tüm mahalli temsilcileriyle görüşmeye hazır olduğunu ifade etti.

(Deutche Welle, NTVMSNBC, Ajanslar)

“Milli Marş”ı neden söylemiyorlar?

0

Almanya, Mesut Özil ve Podolski gibi yıldızların maçtan önce Milli Marş’ı neden söylemediklerini tartışıyor.

Avrupa Futbol Şampiyonası Almanya açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Yarı finalde İtalyanlara boyun eğen Alman milliler ve teknik direktörleri Joachim Löw, eleştiri oklarının hedefi haline geldi. Futboldan anlayanlar milli kadrodaki oyuncuları turnuvadaki form durumlarına göre ve objektif bir şekilde değerlendirmeye çalışırken, politikacılar milli maçların yurtseverlik ruhuyla kazanılabileceği noktasından hareketle, karşılaşmalardan önce Alman Milli Marşı’nı söylemeyen oyunculara kafayı taktılar.

Polonya ve Ukrayna’daki zorlu turnuvadan dört galibiyet ve bir mağlubiyetle dönen milli takımın yıldız oyuncuları muhafazakâr Alman politikacıları tarafından ‘milli ruhla oynamadıkları için İtalya’ya yenilmekle’ suçlanıyorlar.

Hessen eyaletinin Hrıstiyan Demokrat Birlik partili başbakanı Volker Bouffier, Milli Marş çalınırken susmanın yasaklanmasını istiyor ve ‘Nihayetinde kendileri için değil milli takım için oynuyorlar, Milli Marş’ı söylememek yakışık almaz, bunu kendileri akıl etmeliler’, diyor.

Söz gümüş…

Hrıstiyan Sosyal Birlik partili Bavyera İçişleri Bakanı Joachim Hermann, ‘Milli Marş çalınırken ağzını açmayan futbolcunun milli formayı giymeyip kulübünün renkleriyle yetinmesini’, tavsiye ediyor.

Muhafazakâr kanattan gelen eleştirilere ’İmparator’ Franz Beckenbauer de katılıyor. Milli Marş söylemekle zafer arasında bağlantı kurduğu anlaşılan Beckenbauer, Milli Takım Ekip Şefi iken başlattığı uygulamayı ‘Bild’ gazetesine şöyle anlattı: “1984 yılında Milli Marş’ı hep birlikte söyleme mecburiyeti getirmiştim. Altı yıl sonra semeresini gördük ve İtalya’da Dünya Şampiyonu olduk.”

Öncelikle yaşlı Alman politikacıları maçtan önce bazı futbolcuların Milli Marş sırasında susmayı tercih etmesinin yüz kızartıcı olduğunu söylerken, genç kuşağın temsilcilerinden Yeşiller Partisi eş başkanı Cem Özdemir bu tartışmayı gereksiz buluyor. Özdemir, “Ben törenlerde Milli Marş’a katılırım, başkası katılmayabilir. Herkesin kendi bileceği iş olması, bizim övünülecek bir özelliğimizdir. Nihayetinde Milli Marş’a katılma mecburiyeti diye bir şey yok. Benim için önemli olan, bir daha ne zaman şampiyon olacağımız. Kimin söylediği, kimin söylemediği değil.”

Gerçekten de Milli Marş’ı söylemek, şampiyonluk garantisi yerine geçmiyor. Kaleci Gialuigi Buffon, finalden önce bütün takım arkadaşlarıyla birlikte kalpten ve coşkulu bir şekilde İtalyan Milli Marşı’nı söyledi ama İspanya’nın dört golüne mani olamadı. 2008 – 2012 yılları arasında üç şampiyonluk kazanarak adını futbol tarihine altın harflerle yazdıran İspanya Milli Takımında ise Milli Marş sırasında kimse ağzını açmadı. Açamazdı da; Çünkü İspanyol Milli Marşı’nın sözleri yok.

Futbolda şampiyonluğun sırrı, Milli Marş sırasında takım halinde susmak olmasın?
(Deutche Welle Türkçe)

Yeni Zelanda’da 6.2 şiddetinde deprem

0

Yeni Zelanda’da 6.2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Deprem can ya da mal kaybına yol açmadı.

 Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi, depremin merkez üssünün Kuzey Adası’nın New Plymouth bölgesinin 105 kilometre güneyi olduğunu duyurdu.

Yeni Zelanda’nın büyük bölümünde hissedilen depremin yerin 236 kilometre derininde meydana geldiği, bunun muhtemel bir felaketi engellediği bildirildi.

Depremin can ve mal kaybına yol açmadığı, başkent Wellington’ın yaklaşık 20 saniye sallandığı kaydedildi.

Yeni Zelanda’da 2011’in Şubat ayında Christchurch şehrinde meydana gelen depremde 185 kişi hayatını kaybetmiş, kent merkezinin büyük bölümü yıkılmıştı.

(AA)

Meksika’da “tek parti” kazandı

0

Meksika’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde, Kurumsal Devrimci Parti’nin adayı Enrique Pena Nieto, solcu rakibini geride bırakarak zaferle çıktı. Nieto, 2000 yılında iktidardan düşene kadar, 70 yıl boyunca ülkeyi yönetmiş olan partisini yeniden iktidara taşıdı.

Nieto’nun sorun listesinin başında, Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin birbirlerine ve güvenlik güçlerine karşı saldırıları var. İkinci sırada ise bozuk ekonomi geliyor. Meksika’da nüfusun önemli bir kısmı yoksulluk sınırının altında bulunuyor.

(BBC Türkçe)

Ahmet Şık’a 7 yıl hapis istemi

Gazeteci Ahmet Şık’a, cezaevinden çıkarken söylediği sözler dolayısıyla 7 yıl hapis istendi.

Odatv davasından tahliye olduğu gün cezaevi çıkışında yaptığı konuşmalar dolayısıyla gazeteci Ahmet Şık hakkında 7 yıl hapis istemiyle dava açıldı.

Gazeteci Ahmet Şık’ın tahliye olduktan sonra Silivri Cezaevi çıkışında söylediği sözlere ilişkin “Tehdit” ve “Kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret etmek” suçlarından 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlandı. 39 hakim ve savcının mağdur olarak yer aldığı iddianamenin mahkeme tarafından kabul edilmesi halinde Ahmet Şık önümüzdeki günlerde Silivri 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkacak.

Silivri Adliyesi’nde görevli Cumhuriyet Savcısı Necip Doğan, Odatv Davası kapsamında tahliye olduktan sonra Ahmet Şık’ın Silivri Cezaevi çıkışında söylediği sözlerine ilişkin yürüttüğü soruşturmayı tamamladı. Ergenekon soruşturmaları kapsamında görev alan 39 savcı ve hakimin mağdur sıfatıyla yer aldığı iddianamede, Gazeteci Ahmet Şık’ın “tehdit” ve “Kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret etmek” suçlarından 3 yıldan 7 yıla kadar hapisle cezalandırılması talep edildi.

Gazeteci Ahmet Şık, cezaevi çıkışında gazetecilere yaptığı açıklamada “Eksik kalmış adalet, hukuk ve demokrasi getirmeyecek. Sadece benim davamda 5 tutuklu var, 100 civarında gazeteci hâlâ içeride. İfade özgürlüğü meselesi sadece gazetecilerin sorunu değil. 600 civarında öğrenci var. Bunun mücadelesine devam edeceğiz. Bu komployu kuran, yürüten polisler, savcılar ve hâkimler bu cezaevine girecek. Onlar buraya girdiğinde adalet gelecek. O cemaat bağlantılı, o çete bağlantılı adamlar buraya girecek” demişti. Şık telefonla bağlandığı CNN Türk televizyonunda ise “Bu savaşsa, asıl savaş şimdi başlıyor” demişti.

(Ajanslar, Yeşil Gazete)

Esed: Keşke düşürmeseydik

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer’e röportaj verdi ve çarpıcı açıklamalarda bulundu. Esed, ‘Türk uçağının alçaktan uçtuğunu’, o nedenle ‘radarda görünmediğini’ ve ‘uçaksavar bataryası ile vurulduğunu’ söyledi. Suriye lideri, Çakırözer’in “Keşke olmasaydı diyor musunuz?” sorusuna ise “Kesinlikle” kelimesiyle cevap verdi.

Beşşer Esed’in röportajda kullandığı “Israrla bizi suçlayanlar şunu yanıtlamalı? Bizim bir Türk uçağını düşürmekten ne çıkarımız olabilir?”, “Eğer askeri makamlarımız arasında ilişki olsaydı, Türk tarafı bize uçacağını önceden bildirir ve biz de ona göre davranırdık”, “Erdoğan hükümeti ne yaparsa yapsın Türkiye sınırına yığınak yapmadık ve yapmayacağız” cümleleri dikkat çekti.

Esed’e göre, Suriye savaş halinde olduğu için uçaksavar bataryalarına “gördüğünü vur” emri verilmişti. Bataryalarda radar bulunmuyordu ve başındaki asker, uçağın kimin uçağı olduğunu bilmiyordu. Esed, uçağın kendisinden habersiz düşürüldüğünü söyledi ve “asla merkezi bir kararla olmamıştır” dedi.

Röportajın tamamı ise şöyle:

Uçağı Türkiye’nin iddia ettiği gibi uluslararası hava sahasında düşürmüş olsalar “özür dilemekten” çekinmeyeceklerini belirten Esad, “Türk hükümeti iki ordu arasındaki ilişkileri kesmemiş olsa konuyu yine askeri makamlar arasında ele alır, bu kadar büyümeden çözerdik. Ama son aylarda artık acil durumda arayacak bir Türk komutanın telefonu bile yok elimizde” dedi.

Çalışma ofisi olarak kullandığı Eşşaab Sarayı’nda iki buçuk saat süren röportajın ilk bölümünde iki ülke arasında yaşanan gerginlik ve son uçak düşürme hadisesini detaylı olarak ele aldık. Esad’ın sorularımıza yanıtları şöyle:

‘Halklar savaşa izin vermez’

– İki ülke arasında ciddi gerginlik var. Bu sıcak bir çatışmaya, savaşa dönüşür mü?

Bölgede tüm haritanın değişeceği bir dönem yaşıyoruz. Yüz yıl önce Osmanlı’nın dağılma sürecine benziyor. O süreçten sonra Araplarla Türkler arasında gelinen noktayı biliyoruz. Biz Sayın Ahmet Necdet Sezer’in ilk defa Suriye’ye geldiği ziyarette, 100 yıl önceki olayın izlerinin giderilmesini hedeflemiştik. Yani anlaşmazlıkların yaşandığı dönemlerde çok şey öğrendik. Gereken dersleri çıkardık. Şimdi tekrar hem sizin hem de bizim kaybedeceğimiz döneme tekrar mı dönmek istiyoruz?

Suriye’de olayların başladığı 15 aydır birçok alanda bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Birincisi iç sorunu çözmek ve teröristlerle mücadele etmek. İkincisi Türkiye ile geliştirdiğimiz ve doruğa çıkardığımız ilişkileri korumayı hedefliyorduk. Ne yazık ki bu süreçte Türk hükümetinin attığı her adım bu yapıyı yok etmeye yönelik gelişti. Ve yaptığımız her şeyi yıkmayı başardılar. Ama bence ilişkinin temeli iki halk arasında duruyor.

Sorunuzun yanıtına gelince, bu temel ışığında, iki ülke arasında ikisinin de zarar göreceği bir sıcak çatışmaya dönüşmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü bu hem Suriye hem Türkiye’nin zararına olur. Bu eğilimin yalnız ve yalnız Türk hükümetinde olduğuna ve Türk halkının asla savaş istemediğine inanıyoruz.

‘Uluslararası sahada vursak özür dilerdik’

– Türk jetinin vurulması talimatını siz ya da yönetiminiz mi verdi? Uçak nasıl vuruldu?

Burada mantıklı sorular sorulması lazım. İki seçenek var. Ya iddia ettikleri gibi biz bilerek düşürdük. Ya da Suriye hava sahasının dışında yanlışlıkla düşürdük. Eğer dedikleri gibi Suriye dışında yanlışlıkla düşürüldüyse bunda bir sorun yok. Bunu söyler ve Türkiye’den resmi anlamda özür dilerdik. Türk halkı da bunu anlayışla karşılardı.

Yok eğer kasıtlı olarak vurmamız söz konusuysa, burada da şunun sorulması lazım. Suriye’nin bir Türk uçağını düşürmekten ne tür bir çıkarı olabilir? Biz Türkiye’yi ve Türk uçağını düşman algılasak net söylerdik. Geldi, düşürdük derdik, ama düşman kabul etmiyoruz. Türk halkından 10 yıl boyunca gördüğüm dostluğu başka kimseden görmedim ben. Şimdi niye onların nefretini kazanacak bir adım atayım ki?

Ya da ikinci şık olarak biz Türk ordusuna yönelik bir eylem için düşürdük bu uçağı? O da anlamlı değil. Çünkü Türk ordusu tüm bu kriz boyunca bize hiçbir şey yapmadı.

‘Radar göstermedi, uçaksavarla düşürdük’

Gerçek olan şudur: Bu uçak küçücük bir uçaksavar bataryası tarafından düşürüldü. Bu sistemler asla 2.5 km’den fazla uzaklıktaki bir hedefi vuramaz. Normalde uçak düşüremezler. Tek bir koşulu vardır. O da, çok alçaktan yaklaşıyorsa. Bu uçak çok alçakta uçuyordu ve sahile yaklaştığı anda düşürülmüştür.

Barış zamanında dost bir ülkeden gelirse onu düşürmeye gerek yoktur. Hele Türkiye’den geliyorsa düşürme mantığı hiç yoktur. Ancak herkesin bildiği bir gerçek var: Biz savaş durumundayız. Dolayısıyla kimliğini bilmediğim her uçak düşman uçağıdır. Bu durumda da asla merkezi bir kararla olmamıştır. Çünkü uçak çok alçak uçtuğu için ne bölge ne de merkez radarlar bunu görebildi.

‘Biz arayıp haber verdik’

Biz bu uçağın düştüğü haberini aldığımız anda Türkiye bir uçağının kaybolduğunu söyledi. Türkiye bu açıklamayı yaptıktan sonra yani uçağın kaybolduğu bilgisi geldikten sonra “Bu Türk uçağıdır” dedik. Hiçbir Türk yetkili bizi aramadı. Biz onları aradık. Türk hükümetinin kararıyla bir süredir Türk ordusu ile ilişkilerimiz kesik. Bu yüzden Dışişleri Bakanlığınızı aradık. Saatler sonra bize dönerek cevap verdiler. Arama kurtarma botlarının gönderildiğini söylediler. Bir kez daha belirteyim: Biz uçağı düşürürken kimliği konusunda en ufak bilgimiz yoktu.

‘İsrail’in vurduğu rotadan geldi’

Burada çok bilinmeyen önemli bir nokta var. O da şu: Türk uçağının geldiği güzergâh İsrail uçaklarının daha önce 3 kez hava sahamıza girmeye yeltendiği güzergâhtır. Dolayısıyla o taraftan gelen bir uçak, Suriye askeri açısından İsrail uçağı olarak algılanıyor. Düşman uçağı olarak kabul edildi ve hızlı biçimde tepki gösterildi, ateş edildi.

– Uçağın hiçbir ön uyarı yapılmadan vurulması, hangi uluslararası hukuk kuralıyla bağdaşır?

Merkezi radarda görünseydi uyarılırdı. Ancak uçaksavar bataryasında oturan askerin önünde radar yoktur. Kural olarak tersi talimat yoksa gördüğü uçağı düşürür mutlaka. Çünkü gördüğü ile vurduğu arasındaki süre üç beş saniyelik çok kısa bir süredir. Yetki de oradaki askerdedir.

– Silahsız bir keşif uçağıydı. Buna rağmen neden vurdunuz?

Böyle durumlarda askeri kurallar uçağın modeli, yapısı, görevi, silahlı olup olmadığıyla sınırlı değildir. Uçaksavar bataryasındaki askerin bu uçağın ne taşıdığını, füzesi olup olmadığını, keşif amacı olup olmadığını görmesine imkân yok. Bileceği tek şey var. O uçağın Suriye hava sahasına girdiği ve kendisine doğru yaklaştığı. Bunu görerek tepki göstermiştir. Eğer askeri makamlarımız arasında ilişki olsaydı, Türk tarafı bize uçacağını önceden bildirir ve biz de ona göre davranırdık. Türk tarafının açıklaması gereken temel gerçek, bu uçağın özellikle o bölgede ne yaptığıdır? Biz fazla sorgulamak istemiyoruz ve konuya gelip geçti gözüyle bakmak istiyoruz.

– Hava sahanıza girişi radarlarınızda nasıl göremezsiniz?

Yükseklerde bizim hava sahamız dışında görmüş olabilirler. Ancak girdiği andan itibaren görülmemiştir. Konuştuğumuz alan 20 km’lik bir uzaklık. Bu mesafe bir iki dakikalık bir süredir uçak için. Sonrasında görülmüyor çünkü çok alçaktan uçuyor. Nitekim 2007’de İsrail gelip o binayı vurduğunda ve aynı güzergâhtan çıkış yaptığında radarlarımız o uçakları görmemiştir. Son olarak o bölgede Suriye ulusal hava sahasının dışına erişebilecek füze sistemlerimiz yok. Dolayısıyla konuyla ilgili Türkiye tarafınca söylenenler gerçekleri yansıtmamaktadır.

– Türkiye elinde Suriyelilerin telsiz ve radar görüşmelerinin olduğunu ileri sürüyor? Diğer ülkelerden de bilgi istiyor…

Bölgedeki diğer ülkelere de çağrı yaptı ellerindeki radar ve telsiz bilgileri için. Tamam doğru. Herkes açıklasın elindekileri. Ama kimsenin açıklayacağı bir şeyi yok. Israrla bizi suçlayanlar şunu yanıtlamalı? Bizim bir Türk uçağını düşürmekten ne çıkarımız olabilir? Biz hâlâ iyi niyetle şunu düşünüyoruz: Bu uçağın hava sahamıza bilinçli ve kasıtlı gönderildiğini düşünmek bile istemiyoruz. Keşif amacıyla değil, pilotun yanlışlıkla girdiğini düşünmek istiyoruz. Ve Suriye olarak geçici bir olay olarak görüyor, büyütülmemesi gerektiğini düşünüyoruz.

‘Sanki kardeşim öldü’

– Keşke olmasaydı diyor musunuz?

Kesinlikle. Düşman hariç hiçbir uçak için arzu etmem. Hele bir Türk uçağına yüzde yüz “keşke olmasaydı” diyorum. Böyle bir ortamda, böyle bir uçağın gelmesi doğal olarak düşman uçağı gibi algılanıyor. Askeri konulardan birazcık anlayan biri bunları bilir. Savaş halinde bir ülke dünyanın her yerinde böyle davranır. Bu kesinlikle siyasi bir karar değildir. Ancak ne yazık ki Erdoğan hükümeti bu olayı kullanarak dar hesaplar peşinde. 15 aydır Suriye politikası konusunda Türk halkının desteğini alamamıştı. Şimdi bu olayı fırsat bilerek hükümetler arasındaki düşmanlığı halklar arası düşmanlığa çevirmek istiyor. Bu çok tehlikelidir.

– Uçakta biri astronot adayı iki başarılı pilot vardı. Bilerek düşürmedik dediğinize göre, onların ailelerine bir mesajınız olacak mı?

Erdoğan’ın politikaları Suriye halkına gözyaşı, kan ve yıkımdan başka bir şey getirmiyor, ama biz Türk halkı için yine de en iyisini düşünmeye devam ediyoruz. Tartışmasız gerçek, Türk halkının bizim kardeşimiz olduğudur. Dolayısıyla bir vatandaşınızın ölmesi benim kardeşimin ölmesi demektir. Ailelerine en içten ve en sıcak duygularla başsağlığı diliyorum. Pilotlardan birisinin babasının, “Benim oğlum öldü, ama ben savaş istemiyorum” sözlerinden çok etkilendim. Onun duygularını paylaşıyor, bu onurlu tavrının önünde saygıyla eğiliyorum.

‘Arayacak Türk komutan yok’

– Pilotların ailelerinden ve Türk halkından özür dilemeyi düşünmüyor musunuz?

Bu iki pilot bir askeri uçağın içindeydi. İki askeri kurum arasında ilişki olsaydı belki bunlar doğrudan konuşulabilirdi. Ancak ordular arasında her türlü ilişki Türkiye tarafından yasaklanmış durumda.

– Bu olay sırasında mı yasaklandı?

Hayır, bir süreden beri. Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı değişiminden bu yana hükümet Türk ordusunun bizimle her türlü ilişkisini kestirmiş durumda. Oysa komşu ülkeler arasında her zaman bu tür olaylar yaşanır ve bu nedenle de silahlı kuvvetler arasında diyalog olması gerekirdi. Ama ne yazık ki şu anda bizim Türk ordusundan acil bir durumda arayabileceğimiz tek bir komutan telefonu bile yok. Olağanüstü durumlarda konuşmamız gerektiğinde kimseye ulaşamayacağız. Nitekim bu olayda Türkiye’nin askeri ataşesine ulaşalım dedik. Ona gelen talimat gereği “Dışişleri Bakanlığı ile konuşun” şeklinde yanıt verdi. Bu konuyu kapatırken şunu da hatırlatayım. Türk tarafı olayın başlangıcında bizim, “Gelin komisyon kuralım” teklifimizi kabul etmiş olsaydı, belki de tüm bu sorunlar yaşanmamış olacaktı. Ama ne ilginçtir ki biz, “Gelin Lazkiye’de yani uçağın düşürüldüğü yerde toplanalım” deyince Türk hükümeti Ankara’da toplanması konusunda ısrar etti ve toplanamadı. O komisyon toplanabilse belki de bu kadar büyümeyecekti bu mesele.

‘Sınıra yığınak yapmayacağız’

– Türkiye askeri angajman kurallarını değiştirdi. Artık ülkenizi düşman olarak görüyor. Füzelerin yönü Suriye’ye çevrildi. Ne yapacaksınız?

Türkiye ile ilişkilerde iki çok kötü dönem yaşadık. Birincisi 50’lerin ortasında Bağdat Paktı döneminde yine Türkiye sınırımızda yığınak yapmış, mayınlar döşemişti. İkinci ise Öcalan krizi dönemiydi. Her iki olayda da Türkiye’ye düşman gibi bakmadık. Ne yığınak yaptık ne karşılık verdik. Şimdi de Erdoğan hükümeti ne yaparsa yapsın Türkiye sınırına yığınak yapmadık ve yapmayacağız. Türk halkı dostumuzdur ve bizi anlayacaktır. Türkiye hükümetinin Suriye’ye düşman olmasının bir önemi yok. Eğer Türk halkı düşmanlık beslemeye başlarsa işte o zaman sorun var demektir.

‘Kendi ülkemde beni vuramazsın’

– Yeni angajman kurallarına göre Türkiye sınırına yaklaşan askeri unsurlarınız vurulacak. Böyle bir hareketin karşılığı ne olur?

Hiçbir devlet kendi sınırlarına tecavüz olmadığı sürece başka bir devletin silahlı gücüne o ülkenin sınırları içinde ateş edemez.

– Ya ederse?

Bizim topraklarımızda bize yapılacak bir eylem Suriye’ye yönelik bir saldırı olarak algılanır. Öyle bir şey olduğunda değerlendiririz, ama öyle bir noktaya gelmesini hiç arzu etmem.

Cenevre kararları

‘İstediğim cümle metinde’

Esad ile görüşmemizden bir gün önce BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan başkanlığında Cenevre’de yapılan görüşmelerde ilk kez BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi, Suriye’de bir “Geçiş Hükümeti” kurulması konsunda ortak bir metinde uzlaşı sağladı. Görüşmede Esad’a toplantıyı ve alınan karaları da sorma fırsatı bulduk. Şu yanıtları verdi:

– Cenevre’de Kofi Annan liderliğinde yapılan toplantıdan ‘Suriye’de geçiş hükümeti’ kararı çıktı. Varılan mutabakatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Henüz ne Annan ne de Rusya tarafıyla konuştum. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ile Annan’ın konuşmasında çok net ifadeler vardı. Birincisi her şeye Suriye halkı karar verecek. İkincisi, her tür şiddetin durması şart.

Silahlı grupların silahsızlandırılması isteniyor. Bu işin içinde kanlı eller var. Dışarıda da bazı güçler sorumlu diyor Annan. Biz de bunların hepsini savunuyoruz zaten. Dışarıda söylenen sözler ve alınan kararlar ilgilendirmez. Biz kendi halkımızın ne diyeceğine bakarız.

– Metinde sizi rahatsız eden unsurlar var mı?

Suriye’nin egemenliğinin korunduğu çatı altında her şeyi konuşuruz. Kimsenin egemenliğimize müdahalesine izin vermeyiz. İçişlerimize karışan herhangi bir davranışı kabul etmeyiz. Suriye halkının karar vereceğinin söylenmesi, beni memnun etti. Benim de söylemim bu zaten.

– Siz Lavrov’un açıklamalarından memnunsunuz, ama Clinton da “Esad gitmeli” diyor. Hangisini daha çok dinliyorsunuz?

Ben genel olarak Amerikan yöneticilerinin hiçbir sözünü ciddiye almam. Çünkü ABD başından beri bize düşman. Her söylemleri ve davranışlarında belli. Onlar teröristlerden yana.

– Cenevre belgesinde sizin gitmenizi ima eden bir madde var mı?

Beni ilgilendiren tek şey, o metinde yer alıyor. O cümle de şu: Suriye’nin geleceğine Suriye halkı karar verecek. O cümle oldu mu, bize yeter. Dış müdahale mi istiyorsunuz? Yoksa Suriye halkının egemenlik haklarına saygı mı göstereceksiniz? Belge dış müdahaleden söz etmiyor. Suriye halkının kararına saygı vurgusu var. O da benim için yeterli.

– Geçici hükümetin Esad’la mı Esad’sız mı olacağı tartışması var. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?

Uluslararası ve bölgesel söylemler beni ilgilendirmez. Yok Esad’lıymış, yok Esad’sızmış. Dışarıdan empoze edilen hiçbir şeyi kabul etmeyiz. Her şeyi kendi iç dinamiklerimizle belirleriz. Ben kişisel olarak koltuğu düşünmüş olsaydım Amerikan telkin ve talimatlarını yerine getirirdim. Petro-dolarların peşinde koşardım ve kendi ilkelerim ve ulusal tutumumdan vazgeçerdim. Ama daha önemlisi ülkemde füze kalkanı kurmasına izin verirdim.         
 

‘Ülkem kurtulacaksa bir gün bile durmam’

– Görevi hangi koşulda bırakırsınız? “Bu süreç yeter ki işlesin, gerekirse ben görevi bırakırım. Ben olmasam da olur” diyebiliyor musunuz?

Evet tabii ki. Benim kalmam ve gitmemle halkım ve ülkem kurtuluyorsa niye tutunayım ki. Bir gün bile kalmam. Tersi doğruysa yani halk beni istemiyorsa o zaman da zaten seçim var. Halk istiyorsa beni gönderir.

– Ölene kadar bu koltukta oturacak mısınız?

Asla koltuk merakım olmadı. Benim yaşam biçimim bir şeyler yapabilmek, üretmek üzerinedir. Kişisel olarak da bir odada insanlar benden rahatsız oluyorsa çeker giderim de. Ülkemde de milyonlarca insan beni istemediğinde tabii ki giderim. İstenmediğim yerde niye oturayım?

3 Temmuz 2012

(Yeşil Gazete)

Edirne yeşili korumak için birleşti

0

Edirne’nin 1. Murat Mahallesi’nde devam eden ağaç sökümüne karşı yerel halk harekete geçti.

Edirne 1. Murat Mahallesi’ndeki yeşil alanda çam ağaçlarının sökülmesi ve yerine büyük bir inşaatın başlaması üzerine, Edirne Kent Konseyi’nin çağrısı ve sivil toplum kurumlarının katılımıyla 2 Temmuz 2012 günü bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıda, yerel kurum ve grupların konuyla ilgili tepkilerini dile getirdikleri ve ortak hareket etme kararı aldıkları bildirildi.

Toplantıdan çıkan sonuç bildirisinde “Halka ait olan yeşil alanların yok edilmesine ve amacı dışında kullanılmasına karşı ortak hareket etme kararı aldık” deniyor.

Edirne halkı, toplantıda alınan kararla ilk aşamada 1. Murat Mahallesindeki  yeşil alanda yapılan inşaat ile ilgili olarak, uzun vadede ise yeşil alanların kullanımı ile ilgili genel uygunsuzluklar hakkında Edirne İdare Mahkemesi’ne yürütmeyi durdurma talepli dava açmaya hazırlanıyor. Ayrıca, ilerleyen süreçte sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmaya da karar verildi.

1. Murat Mahallesi’nde yaşayanların da mahallerindeki ağaçların sökümüne tepkili oldukları belirtiliyor. Bu tepkiyi göstermek ve hareketi büyütmek için 6 Temmuz 2012 Cumartesi günü saat 12:00’da ağaçların söküldüğü alanda bir basın açıklaması yapılmasına karar verildiği bildiriliyor.

(Yeşil Gazete)

Dereler ve nehirler için ıslanma vakti

İlk defa bazı Avrupa ülkelerinde başlayarak hızla yaygınlaşan “Büyük atlama” (Big Jump) eylemlemesi, 8 Temmuz’da İstanbul’da gerçekleştirilecek.

Eylemlemeyi Türkiye’de organize edenlerden Mithat Marul “2005 yılından beri Avrupa’nın birçok ülkesinde, nehirlerin toplumların ortak yaşamı için vazgeçilmez değerini göstermek, nehirlerle tekrar bir araya gelmek için temmuz ayının ikinci Pazar günü aynı saatte nehirlere ve onların beslediği göl ve denizlere atlıyoruz.” diyor.

Marul, geçtiğimiz yıl Alakır, Burdur, Halfeti ve Hasankeyf’te atladıklarını, bu sene daha çok nehirde ve daha kalabalık atlamak istediklerini belirterek “Özgür nehirler için seslerini daha çok çıkarmamız gerektiğini” söylüyor.

İstanbul’da 8 Temmuz’da gerçekleştirilecek Büyük Atlama için geçtiğimiz günlerde Taksim Gezi Parkı’nda bir araya gelerek açık bir “Fikir Atölyesi” yapan düzenleyiciler, etkinlik için 8 Temmuz Pazar günü saat 14:00’de Burgazada İskele’de buluşulması kararını verdiler. “Büyük Atlama” ise aynı gün saat 16:00’da Burgazada Kalpazankayalar’da gerçekleştirilecek.

Katılmak ve katkı vermek isteyenler, İstanbul’daki eylemleme için facebook sayfasında paylaşılan iletişim bilgileri üzerinden irtibata geçebilirler.

(Yeşil Gazete)

Kemal Sunal’ı 12 yıl önce bugün kaybetmiştik

Kemal Sunal’ın hayatta olmadığına kimi inandırabilirsiniz ki. Filmleri hergün televizyonda, bazı günler birkaç kanalda aynı anda yayınlanıyor iken türk sinemasının en büyük komedyeninin ölmüş olduğuna inanmak gerçekten çok güç. Kemal Sunal 12 yıl önce bugün 3 Temmuz 2000’de Balalayka filminin çekimleri için Gürcistan’a gitmek üzere bindiği uçakta kalp krizi geçirerek hayata veda etmişti.

11 Kasım 1944 yılında İstanbul Küçükpazar’da dünyaya gelen Ali Kemal Sunal lise tahsilini Vefa Lisesinde yaptı, bu nedenle hayatı boyunca Vefaspor takımını destekledi.

Sinemaya nasıl başladığını ise verdiği bir röportajında şöyle dile getirmişti, “Nasıl oldu bilmem, ben kendimi sahici bir sahnede seyircilerin arasında buldum. Ses Tiyatrosu’ndaki ilk rolüm çok kısaydı. Üç dakika sahnede ya kalıyor ya kalmıyordum. Öyle pek bir şey söylediğimi de hatırlamıyorum. Sahnenin bir ucundan girip öbür ucundan çıkıyordum. Ne yaptığımı da pek hatırlamıyorum, ama seyirci kahkahadan kırılıyor. Bu da benim hoşuma gitmişti. Bildiğiniz gibi o gün bugündür insanları güldürmeyi seviyorum”

İnsanları güldürmeye Ses Tiyatrosu’ndaki o kısa rolünde başlayan Kemal Sunal o günden sonra insanları güldürmeye devam etti, o derece ki hayatta olmadığı 12 yılın sonrasında bile insanları güldürmeye devam ediyor.

Onun yarattığı tiplemeleri anımsamak için yukarıda sözlerini alıntılamak için yaptığımız gibi wikipedia’ya başvurmamıza bile gerek yok. Pekçok filminde kullandığı ve neredeyse onunla özdeşleşen Şaban karakteri, “Garip” filminde ne iş bulsa yapan ama sokakta bulduğu bebeğe bakmak için hayata dört elle sarılan Kemal, “Ye kürküm ye” uyarlaması “Politzei”‘de Almanya’daki gurbetçilerin hayatına doğru bir perspektiften bakan Ali Ekber, “Düttürü Dünya”da ekmeğini sanatında çıkarma peşinde koşan klarnet ustası Dütdüt Mehmet, “Yoksul” filminde bir işhanının içinde çaycılık yaparken bir toplumun anatomisini de gözlerimizin önüne seren Yoksul, sinema tarihimizin en önemli politik taşlamalarından olan Aziz Nesin’in aynı adlı eserinden uyarlanan “Zübük”teki İbrahim Zübükzade, “Kılıbık” filminde herkesin eline vur ağzındakini al tarzı pısırık biri zannettiği ama ailesine oğluna zarar geldiğinde tüm mahalleye kafa tutan Kamil ve bu satırlara sığdırmakta zorlanacağımız her biri çok özenerek çizilmiş daha pekçok karakter.

Ülkenin siyasi anlamda en sert zamanlarında filmlerinde en sert ifadeleri söyleyebilmiş, ülkeyi yönetenlere “Davaro” filmindeki “Faşo Ağa” repliği ile halkın sesini iletebilmiş bir sinema sanatçısıdır Kemal Sunal. Peşpeşe çektiği Bekçiler, Kapıcılar ve Çöpçüler Kralı filmleri ile sürekli hor görülen üç mesleğin insanlarını ve onların hayatlarını tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.

70’li yıllarda başladığı ancak yarım bırakmak zorunda kaldığı akademik kariyerine de 20 küsur yıl sonra 1994’de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde kaldığı yerden devam etmiştir. Bitirme tezi olarak Doçent Dr. Şükran Esen danışmanlığında hazırladığı ve kendi sinemasına eğilen, “Tv ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” daha sonra kitap olarakta yayınlanmıştır.

Yaşamı sırasında kendi filmleri hakkındaki acımasız eleştirilere hiçbir zaman cevap vermemiş bu sinema üstadını bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyoruz. Cenazesine katılan yüzbinler onun adına kendi şahsına yapılan eleştirilere gereken yanıtı vermişlerdi.

(Yeşil Gazete)