Ana Sayfa Blog Sayfa 4661

‘Arafat zehirlendi’

0

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün efsanevi lideri Yaser Arafat’ın ölümüyle ilgili kafaları karıştıran bir iddia ortaya atıldı. Tedavi için götürüldüğü Fransa’daki bir hastanede 2004’te hayatını kaybeden Arafat zehirlenmiş olabilir. Bu iddia El Cezire kanalına ait.

Katar merkezli kanal, İsviçre’nin Lozan kentindeki Radyofizik Enstitüsü’nde dokuz aydır analizi yapılan Yaser Arafat’a ait diş fırçası, kıyafet ve ünlü kefiye üzerinde radyoaktif polonyum maddesine rastlandığını duyurdu. Kanal, Filistin liderinden geriye kalan eşyaların Arafat’ın halen hayattaki dul eşi Süha tarafından kendilerine verildiğini bildirdi. Haberde, ayrıca Süha Arafat’ın kesin bulgulara ulaşılması için eşinin mezarının açılmasını istediği kaydedildi.

11 Kasım 2004’te hayatını kaybeden Yaser Arafat’ın ölüm nedeni hiçbir zaman kesin olarak açıklanmamıştı.

Yüksek düzeyli bir radyoaktif madde olan polonyum, ilk kez ünlü KGB ajanı Aleksander Litvinenko’nun 2006 yılındaki şüpheli ölümü sonrasında gündeme gelmişti. Yapılan soruşturma neticesinde, Kremlin muhalifi Litvinenko’nun, çayına katılan polonyumdan zehirlendiği anlaşılmıştı.

Bir cinayet aleti olarak konut – Ayşe Çavdar

Olur ya yağmur yağar, o kadar çok yağar ki sel alır şehri… Kapılardan, bacalardan içeri sızar sular ve boğar çocukları… Doğa ya da tanrı… Elbet bir bildikleri vardır. İnsana sorumluluk yükleyen ise bilmedikleri değil, bilip de bilmezlikten geldikleridir…

Samsun’u sel aldı dün akşam. 4 çocuk, dere yatağına inşa edilmiş TOKİkondularda hayatlarını kaybettiler. Her yağmur damlası ateş olup düştü evlatlarını kaybeden ailelerin yüreğine. TOKİ olağanüstü toplantı yaptı hemen ardından. Zira bahsedilen Fransız balkonları ve alüminyum korklukları ile benzerlerinden “farklı” diye sunulan bir projeydi. Olağanüstü toplantı öncesinde basının sorularını cevaplayan TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, dere yatağına bunca kalabalık konut yapmanın doğru olup olmadığı sorularına “Biz de bunun cevabını arıyoruz” diye karşılık verdi. Bu cevabın, proje akledilmeden evvel aranması gerektiğini bilmiyor muydu sanki?

TOKİ, yeni çıkan Afet Yasası’yla tüm Türkiye’yi yıkıp yeniden inşa edecek. 2004’ten bu yana bir Türk mucizesi olarak memleket şehirlerinin ve ekonomisinin en önemli aktörü ve nihayetinde başbakanlık kurumu altında çalışan kâr amaçlı bir şirket. TOKİ’nin besi kaynağı ise kullandığı bütün o kamu kaynaklarının (araziler, fonlar, bizim vergilerimizi teminat göstererek aldığı uluslararası krediler vs.) ötesinde “başımızı sokacak bir evimiz” olsun, “bizim olsun, temiz olsun, güvenli olsun” ideolojisi. İlk bakışta hiç de yanlış gelmiyor kulağa ama bu ideolojik taleplerin her biri aynı zamanda bir cinayet sebebi: Çünkü TOKİ bu talepleri hızla ve en ucuza karşılamak için gözü kapkara adımlar atıyor günbegün…

Samsun’daki selde ölen iki kız çocuğunun kimlikleri henüz tespit edilemedi. Tespit edilebilenlerden 16 yaşındaki Mücahit Yazıcı, 9 yaşındaki Bedirhan Yazıcı, 1.5 yaşındaki Hüseyin Yılmaz ve 5 yaşındaki Abdullah Yılmaz, iki yıl önce TOKİ’nin tamamlayıp büyük bir gururla anahtarlarını teslim ettiği Kuzey Yıldızı Konutları’nda yaşıyorlardı.  TOKİ bugüne kadar milyonlarca kez her coğrafyaya aynı mimariyle, aynı koşullarda yaşanacakmışcasına konut inşa ettiği için eleştirildi. Eleştiriler genellikle TOKİ yetkililerince mimarinin estetik boyutu ön plana çıkartılarak savuşturuldu. TOKİ Osmanlı ve Selçuklu mimarilerini örnek alarak tasarlayacaktı bundan sonraki konutları. Oysa asıl mesele TOKİ’nin doğaya ve coğrafi koşullara kör bakışıydı. Hem sadece iklim koşullarına, coğrafyanın eğimlerine değil, insan doğasına da meydan okuyordu sanki TOKİ. Amacı yaşanabilir konut yapmak değil, nasıl olursa olsun konut yapmak ve inşaat sektörü aracılığıyla ekonomide bir dinamizm yaratmaktı. Oldu da… Ekonomimiz artık bir hayli dinamik. Akşam uyuduğunuz mahallede, sabah kalktığınızda kocaman bir gökdelen ya da bir dizi konut bloğu görebilirsiniz. Ve Samsun’daki vaka gösteriyor ki o bloklardan birinde her anlamda boğulup ölebilirsiniz de… Sel basar canınızdan, hafakanlar basar akıl sağlığınızdan olursunuz…

Bugün yayınlanan haberlerde Kuzey Yıldızı Konutları’nın inşa edildiği alanın tariflerine yer veriliyor bol miktarda. Bürokratik akılla işbirliği halindeki müteahhit aklının içinde yaşadığımız konutları nasıl bir suç mahalline dönüştürdüğünü görmüş oluyoruz son derece grafik ayrıntılarla: Konutların kuzeyinde ve batısında iki kol halinde akıyor Mert Irmağı, güneyde Samsun-Amasya yolu, doğusunda ise 19 Mayıs Stadyumu ile Küçük Sanayi Sitesi var. Üstelik dün gece selin bastığı konutlar bütün projenin yalnızca ilk etabını oluşturuyor. Dere kanallarla yer altına çekilip üstüne peyzaj düzenlemesi yapılarak konutların rekreasyon alanına dönüştürülmüş.

Bu aslında kabaca şu demek: Altta bir kanal, üste atılan betondan arta kalan yerlerde üç-beş çiçek ve ağaç… Yağmur yağmasın, dere akmasın, toprak kaymasın… Yani TOKi oraya inşaat yaptı diye doğa dursun yerli yerince, kendisine yapılan bunca hakaretamiz müdahale karşısında suskun kalsın…

Benzer bir sel 2009’da İstanbul’da olmuştu. Başakşehir’i güzelleştirmek ve daha da değerli kılmak için yapılan Sular Vadisi’nin altındaki kanala çekilen Ayazma Deresi isyan etmişti. 21 milyon Euro harcanarak yapılan park sular altında kalmış, parkın sonundaki endüstri alanından servis aracıyla kaçmaya çalışan 7 işçi kadın hayatını kaybetmişti. Kimse o 7 işçi kadının ölümünden Başakşehir’i ve Sular Vadisi’ni inşa eden KİPTAŞ’ı ve TOKİ’yi sorumlu tutmadı. Şimdi de TOKİ sorumluluğu büyük bir ihtimalle birkaç yerel yetkiliyle taşeron firmaya atacak. TOKİ hepimizi büyük bir hızla adına “konut” dediği tabutluklara yerleştirirken içimizde bir his “bunda bir yanlışlık var” diyecek demesine de yanlışlığın gerçek adresini tespit etmeyi kimsenin gözü yemeyecek…

Ayşe Çavdar – www.uzuncorap.com

 

 

Ulaş Gökçe: “Kıbrıs’ta sürdürülebilir çevrenin olmazsa olmazı Kıbrıs sorununun çözümü”

Ulaş Gökçe

Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ın 1 Temmuz’da başlayan AB Dönem Başkanlığı nedeniyle Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunmaması halinde AB ile ilişkileri dondurma kararı Kıbrıslılar tarafından nasıl karşılanıyor? Daha önemlisi Kıbrıslılar yaşadıkları ülke, dünya ve gelecek konusunda neler düşünüyorlar?

Yeşiller Partisi Kıbrıs Temsilcisi Yelda Çubukçu İliç, Yeşil Gazete için Kıbrıslıların sosyal hayatı, politik duruşları ve geleceğe dair umutları hakkındaki görüşlerini aktarmak amacıyla bir dizi röportaj hazırlamaya başladı. İlk olarak Kuzey Kıbrıs, Doğu Akdeniz Üniversitesi Akademik Personel Sendikası (DAÜ-SEN) Başkanı Ulaş Gökçe ile konuştuk.

Sendikanızın geçmişini ve kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

Doğu Akdeniz Üniversitesi Akademik Personel Sendikası 1984 yılında Mağusa, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde kuruldu. Kuruluşumuzdan bugün temel amacımız çalışanlarımızın iş güvencesi ile özlük haklarını korumak, özerk ve demokratik bir DAÜ kurmaktır. Bunun yanında, elbette, ülkemizin birleşmesi ve emek mücadelesi ile uluslararası dayanışmada yerimizi alıyoruz. Bugün itibariyle Üniversite çalışanlarının büyük bir çoğunluğu üyemizdir. Sendikamız ile işveren arasında toplu iş sözleşmesi vardır. Sendikamız Kıbrıslı Rum meslektaşlarımızın itirazına rağmen dünyanın en büyük uluslararası emek örgütlenmesi olan Eğitim Enternasyonali’ne 3 yıldan beridir üyedir.

Ben ise Rus Dili ve Edebiyatı uzmanıyım. Kiev’de öğrenim gördüm. 2003-2006 yılları arasında üç dönem Sendika başkanlığı, sonrasında sekreterya görevleri ve 2012 yılında yeniden başkan seçilinceye kadar genel sekreterlik yaptım.

Çevre konusunda bir sendikacı olarak düşünceleriniz nedir?

Son beş yılda çevreci hareketlerin emek mücadelesiyle buluştuğunu görmekteyiz. Bunun yanında toplumsal cinsiyet eşitliğinden, LGBT haklarından, insan ve hayvan haklarından yana tüm hareketlerin emek ile aynı saflara geldiğini görmekteyiz. Aklın yolu bir. Emeğin de, kadının da, mahallemizin kedisinin de, ağacın üstündeki baykuşun da temel çelişkisinin canlı herşeyin sömürüsünü öngören kapitalizmle olduğunu nihayet hepimiz anlamaya başladık. Özelleştirmelerin, devletin sosyal sorumluluklarından uzaklaşması, emeğin sömürüsü, kadının istismarı, savaşlar tek bir kaynağa sahip. Bize hor gören, ezen ve yaşam alanlarımızı daraltan kapitalizme karşı tek cephede mücadele etmek en akıllıca yol olacaktır. Çünkü öyle bir dünya istiyoruz ki kadın, işçi, kedi ve lezbiyen kar-zarar ilişkisi dışında değerlendirilsin ve anlamını, hakkını bulabilsin.

Kıbrıs’ta sürdürülebilir çevre için ne yapılmalıdır?

Kıbrıs’ta sürdürülebilir çevre olgusunun olmazsa olmazı Kıbrıs sorununun çözümünden geçer. Kıbrıs sorunun çözümü enerji kaynaklarının daha etkin ve doğru kullanımını sağlayacak; ülkede konuşlandırılan ve sayısı 100 bini geçen orduların halen yarattığı ve bir savaşla yaratabileceği çevre felaketini önleyecektir. Ancak çözüm günü gelene kadar her iki toplum da şu an bulunduğu toprağın suyuna, ağacına, insanına, hayvanına sahip çıkmakla görevlidir.

Örgütünüzün, çevre hareketleri içindeki yeri nedir?

Biz çevre hareketinin bağımsız kalmasını savunuyoruz. Bu yüzden sendikal hareket çevreci dostlara maddi ve manevi destek oluyor ancak çevrecilerilerin bağımsız kalmasına da özen gösteriyorlar. Çevre o kadar hassas bir konu ki; çevreciler bazen emek hareketi ile çelişir tavır içinde de olabilecek özgürlüğe sahip olmalıdırlar. Her konuda olduğu gibi, çevre konusunda da bağımsız, sivil inisiyatifler çok daha başarılı olabiliyor. Bunun en son örneğini Kuzey Kıbrıs’ta kurulması düşünülen Petrol Dolum Tesisi konusunda yaşadık. Bağımsız çevre platformuun bu tesisin kurulmasına karşı verdiği mücadele o kadar etkili oldu ki hükümet kararından vazgeçti. Bu başarıyı sivil, bürokrasiden arınmış ancak diğer sivil toplum örgütlerinin müdahalesiz desteğini almış mücadeleye borçluyuz.

Türkiye çevre hareketlerini takip ediyor musunuz? Bu konuda düşünceleriniz nedir?

Türkiye çevre hareketinin mücadelesini yakından takip ediyoruz ve destekliyoruz. Türkiye, çevreye adeta savaş ilan edilen, kapitalizmin en çirkinin çevreyi yutmaya çalıştığı bir ülke. Yoldaşlarımızın çevre konusundaki çok zorlu mücadelesi ancak takdir edilebilir. Çevreciler Türkiye’nin geleceğinin teminatıdır. Son dönemde çeşitli sol eğilimlerle çevre hareketinin ortak platform arayışları bize yeni bir umut doğurmuştur. Umarız bu arayışlar ciddi, ortak örgüt kurulmasıyla sona erer. Türkiye için çevre duyarlılığı yüksek olan emek eksenli parti değil; emekle eşit olan çevreci bir parti hayati öneme sahip olacaktır.

Son olarak Kıbrıs-Türkiye ilişkileri hakkında neler söylersiniz?

Kıbrıslılar, bağımsız, savaşsız ve sömürüsüz bir adayı çoktan hakettiler. Umudumuz Türkiye’nin barıştan, emekten ve çevreden yana tüm ilerici unsurlarının Kıbrıs konusundaki duyarlılıklarını artırmaları yönündedir. Kıbrıslıların kendi iradeleriyle yaşamalarına destek vermek, barışa katkı koymak insan hakkını savunma meselesidir.

Röportaj: Yelda Çubukçu İliç – Yeşil Gazete (Kuzey Kıbrıs)

Futbol, tutku ve ırkçılık – Ali Yurttagül

Bugünlerde tüm
futbol dünyası Avrupa Şampiyonası’na kilitlenmiş durumda. Kulak verirseniz
futbol severlerin kalp çarpıntılarını duyabilir, tansiyonlarının yüksekten
uçtuğunu yüzlerinden okuyabilirsiniz. Binlerce insanı arenalarda ve
milyonlarcasını ekran karşısında buluşturan bu spora “tutulmamak”,
hayranlık duymamak mümkün değil.

Futbolu bu denli çekici kılan olguyu bir iki özelliğe indirgemek mümkün
olmadığı gibi, sadece “spor” üzerinden açıklamak da mümkün değil.
Futbol, spor olduğu kadar sosyal bir olgu, kolektif olduğu kadar bireysel,
benlik odağı olduğu kadar politik dinamiklerin sentezini yansıtır. Bu yüzden bu
spora olan tutkuyu tek boyutla anlamaya, anlatmaya çalışmak mümkün olmadığı
gibi, bu tutkunun derinliklerinde sadece spor görmekte doğru olmaz. Modern
endüstri toplumu ve şehirleşmenin ürünü olan bu sporun toplumsal etkinliğini
bugünlerde kimseye anlatmaya gerek yoktur sanıyorum. Uzatmayalım; futbol
sportif, politik, kültürel, ticarî ve sosyal bir olgudur. Siyasi partiler
futbol federasyonu yanında küçük dernekler gibidir. Toplumu bu kadar kapsamlı
etkileyen bir sporun, temel siyasi çelişkileri yansıtmaması mümkün olmadığı
gibi, bu çelişkilerin futbol ile farklı bir ifade zemini bulduğu da yadsınamaz.
Arenada ve dışarıda gözlenen şiddet ve ırkçılık örneğinde olduğu gibi… Son
günlerde Almanya aşırı sağının, yani Nazilerin, Mesut Özil’e yönelik
yürüttükleri çirkin ve kapsamlı kampanya bu açıdan ilginç bir örnektir. Niçin
Mesut Özil sorusuna gelmeden milyonların tutkusu futbola ve bu sporu siyasi ve
sosyal çelişkilerin odak noktası yapan özelliklerine biraz yakından bakalım.

Futbolda “tutku” olgusunu anlamak isteyenlere Hürriyet
gazetesinin Türkiye’nin önemli iki “spor yazarı” Hasan Cemal ve
Cengiz Çandar ile yaptığı oldukça detaylı mülakatı okumalarını tavsiye ederim.
Futbolun bu iki gazetecinin hayatında kapsadığı yer ve önemi rasyonel bir
yaklaşımla anlamak mümkün değil. Bu mülakat, ayrıca, özel hayatlarındaki yeri
ve önemine de ışık tutuyor. Cengiz Çandar’ın Fenerbahçe ve şike konusundaki
yazıları örneğin oldukça ilginçtir. Duru ve objektif olmaktan uzak olduğu için
değil, Fenerbahçe “kulübünün”, yani milyonların hislerini
seslendirdiği, “haksızlığa” başkaldırdığı için. Ona göre haksızlık
kulübün kusursuzluğundan değil, “herkesin” yaptığı bu hatanın
“sadece” Fener’e faturası kesilerek üzerine gidilmesinde yatmaktadır.
Çandar’ın futbol üzerine yazı ve yorumlarını çekici kılan işte bu özelliğinden,
tutku ve taraflılığından kaynaklanıyor. Hasan Cemal’in Galatasaraylı olduğu
bilinir. Yazılarını okuduğunuzda onun Barcelona’yı
da tuttuğunu anlarsınız. Galatasaray tutkusu çocukluğundan gelir, hissidir.
“Barça” tutkusu futbolun estetik ve sanat boyutuna tutkusunu
yansıtır, olgundur.

Temel insan hakları ve Türkiye’de demokratikleşme sürecinde verdikleri
mücadeleleri ile tanınan bu iki yazarın milli takım ile ilişkilerini, salt
milliyetçi tutkular ile açıklayamazsınız. Onlar için milli takım, bir bakıma
Fener, Cim Bom’dur, milyonlarca insan için olduğu gibi. Hamburg-Fenerbahçe
maçında Galatasaraylıların,
Hamburg desteği ne kadar
normalse, milli takım desteği de o kadar normal. Bu ilişkide, yalın bir futbol
tutkusu yatar, bireyin bir grup ile özdeşleştiği, grup ile hissettiği ve sıcak
bir dayanışma içerisinde olduğu bir andır bu. Beşiktaş’ın sahasında oynadığı
zaman, “Çarşı”nın trafiği durdurarak sahaya akışını izleyenler bu
tutkunun caddeye dökülüşünü “Çarşı” olgusu ile futbol tutkusunun
örtüştüğü anı yaşarlar. Erdoğan’ın, Galatasaray’a karşı tutum takındığı günlerde,
Çarşı’nın siyaha değil, sarı kırmızıya bürünmesi ve destek vermesi futbol
tutkusunun hassasiyetini yansıtır.

Birçok pozitif özelliğine değindiğimiz bu spor ve taraftarlarının ırkçı
ve ayrımcı düşüncelere açık olması biraz abes gelebilir, fakat toplumla örtüşen
futbol için bir bakıma normaldir. Zira futbol sadece seyirci kitlesi ile değil,
spor kulüpleri ile toplumsal değerleri yansıtan hareketlerdir. Irkçılık
sanıldığı gibi taraftarlar arasında görülebilen “marjinal” bir olgu
değil, onu yer yer kulüp yönetimlerinin tavırlarında da izlemek mümkündür. Uruguay’ın dünya futbolunun ilk yıllarında elde
ettiği şampiyonluğuna, takımında siyah bir oyuncu olduğu için itiraz eden Brezilya Futbol
Federasyonu dönemin ırkçı düşüncelerini ne kadar berrak temsil ediyorsa, 80’li
yıllarda Alman Futbol Federasyonu da benzer hislerle hareket ediyordu.
Avrupa’nın büyük futbol ulusu Almanya, o yıllarda, göçmenlere uygulanan
“geri dönüş” primleri gibi, milli takımın “Alman” olmasına
özen gösteriyor, göçmen kökenli oyuncularına pek yer vermiyordu. Fransa’da
Zidane ile değişmeye başlayan benzer tavır, Almanya’da Theo Zwanziger’in
Federasyon başkanı seçilmesi ile değişti. Theo Zwanziger sadece Federasyon’un
ayrımcı tutumunun Almanya için politik sakıncalarını değil, futbolun azınlıkların
topluma entegrasyonu için oluşturduğu şans ve olanakları gören ilk yönetici
oldu. Almanya’da Mesut Özil gibi Türkiye kökenli yıldızların parlaması, kısmen
Theo Zwanziger’in eseridir. Zidane’ın futbolunu “siyahların fiziki
üstünlükleri biliniyordu” diyerek yorumlayan Le Pen, büyük oyuncunun
zekasını küçümsemekle kalmıyor, Fransız olmadığına dikkati çekiyordu. Le Pen
için Zidane “Fransız” olmadığı gibi, Neonaziler için Mesut Özil de
“Alman” değildir.

 

FUTBOL İLE POLİTİKANIN
KESİŞİM NOKTASI

“Neden Özil?”
sorusuna biraz yakından baktığınızda, sürdürülen kampanyanın kaynak ve
hedeflerine de ışık tutmak mümkün oluyor. Özil, takımda tek “yabancı”
kökenli oyuncu değil. Göze çarpan ilk olgu Özil’in takımda Zidane gibi bir
konumda olması ve futbol estetiğini yaratıcı bir şekilde uygulaması ve
sergilemesidir. Takımdaki bu özelliği onu sadece görünür kılmıyor, kitleler
tarafından benimsenmesini, “biz” olgusunun odak noktası olmasını
sağlıyor. Bu yüzden “ari ırk” saplantısı olan aşırı sağ, Türkiye
kökenli Özil’i “ayrışımın” odak noktası yapmak istiyor. Bremen’den
Madrid’e geçmiş olması, yani Almanya liginde oynamaması işlerini
kolaylaştırıyor.

Futbol ile politikanın
örtüştüğü bu nokta, iki açıdan oldukça önemlidir. Futbol açısından baktığımızda
giderek evrenselleşen futbolun bu tür ırkçı dürtüleri çoktan aştığı için pek
bir tehlike oluşturduğunu sanmıyoruz. Özil ne kadar Alman’sa, o kadar Türk veya
İspanyol bir oyuncudur. Onu oyuncu olarak “milli” bir formaya
indirgemek ne Türk ne de İspanyol seyirci için mümkün değildir. Bu yüzden
futbol açısından kaygı duymaya gerek yoktur. Politik açıdan Özil’in Almanya ve
Almanya’da yaşayan Türkler ve genel olarak göçmenler için önemli misyonunu
gözden kaçırmamak gerekir. Özil, milli takımdaki başarıları ile politikacıların
on yıllardır başaramadıkları önyargılı “Türk algısını” değiştirdi ve
Almanya’daki Türkler gerçeğini görünür kıldı. Üç milyona yakın
“Türk’ün” Almanya’nın parçası ve başarı öyküsü içinde yer aldığını
sergiledi. Türkiye, Mesut Özil’e bu açıdan bakar, onun Almanya ve Almanya’da
yaşayan milyonlarca genç için önemine dikkat ederse, sadece ırkçı hareketlere
karşı tavır koymakla kalmaz, futbol ve bu spor tutkusu ile büyüyen milyonlarca
genç insanın evrensel insan ve spor değerleri ile yetişmesini sağlar. Türkiye’de
futbol severler Mesut’a, futbol ve misyonuna olanak bulduklarında (Dünya
Kupası’nda mümkün olur umarız) alkış tutabilirlerse, sadece politika değil,
futbol için de en doğru mesajı vermiş olurlar.

 

Ali Yurttagül – Zaman

Mc Donald’s Kuzey Kore’ye giriyor (mu?)

0

Kuzey Kore’nin yeni lideri Kim Jong Un, kısıtlamaları hafifletme kararı kapsamında, ülkede hamburger ve pizza tüketimine kapıları açtı.

Yani, cep telefonu ve topuklu ayakkabı özgürlüğünü, pizza ve hamburger takip edecek. Artık restoranlarda, pizza ve hamburger servis edilebilecek. Amaç, resmi açıklamadaki ifadeyle “Dünyadaki ünlü lezzetleri Korelilerden esirgememek.” Kim Jong Un, babası hayatta iken sunduğu yasa teklifiyle, kadınların pantolon giyme yasağının kalkmasına da önayak olmuştu. Yasakları hafifletme yoluna giden Kim Jong Un’un, babasının aksine, büyükbabası gibi daha ılımlı bir politika izleyerek gençleri etkilemeyi hedef aldığı söyleniyor.

(Milliyet)

Yeşillerin ve korsanların zaferi: AP’de ACTA reddedildi

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu oylamada

Avrupa Parlamentosu, ACTA olarak bilinen Ticarette Sahtecilikle Mücadele Anlaşması’nı (ACTA) onaylamadı.

Strasbourg’daki parlamento oturumunda hararetli tartışmaların ardından yapılan oylamada ACTA, 39 “Evet“e karşı 478 “Hayır” oyuyla reddedildi.

ACTA, fikri mülkiyet haklarının korunması için sahte tüketim mallarının sıkı denetlenmesini ve internetten yasa dışı yollarla video ve müzik eserlerinin indirilmesinin, paylaşılmasının kontrol altına alınmasını hedefliyordu.

Anlaşma internet özgürlüğünü kısıtlayacağı kaygıları nedeniyle tartışmalara yol açmış, birçok ülkede protesto gösterileri düzenlenmişti.

Yeşiller: 2 yıllık kampanyanın zaferi

Avrupa Parlamentosu Yeşil milletvekilleri'nden "Merhaba demokrasi, güle güle ACTA" dövizleri. Reinhard Bütikhofer, Daniel Cohn Bendit, Claude Turmes, Rebecca Harms görüntüde.

Yasanın reddi için iki yıldır sokak eylemleri ve imza kampanyaları da dahil olmak üzer büyük bir  kampanya yürüten Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu da sonuçtan memnun. Yeşiller, kararın Avrupa yurttaşlarının zaferi olduğunu belirtiyorlar.

Britanya Korsan Partisi lideri Loz Kaye de sonucun dijital haklar açısından büyük bir zafer olduğunu ve demokrasinin özel çıkarlara ve karanlık köşelerde yapılan lobi çalışmalarına üstün geldiğini söyledi.

Euronews, European Parliament News, European Greens ve Computer Business Review’dan derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)

Tour de France’da Orchies – Boulogne-sur-Mer etabı Sagan’ın

0

Fransa Bisiklet Turunda Orchies – Boulogne-sur-Mer arasında koşulan 3. etabı Peter Sagan kazandı. Sagan son metrelerdeki müthiş atağıyla bitiş çizgisini en önde geçen isim oldu.

Slovak sporcu bu yılki ikinci etap galibiyetini elde ederken, sarı mayo İsviçreli Cancellara’da kaldı.

Öte yandan Belaruslu bisikletçi Kanstantsin Siutsou bu yıl Tur’a veda eden ilk isim oldu. 197 kilometrelik etabın bitimine 50 kilometre kala kaza yaparak yarış dışı kaldı. Siutsou’nun çekilmesi Fransa Bisiklet Turu’nu kazanması beklenen ilk Britanyalı olan takım arkadaşı Bradley Wiggins’i de kötü yönde etkiledi.

Tur’un dördüncü etabı bugün Abbeville – Rouen arasında koşuluyor.

(eurosport)

Suriye’de yangın çıktı, Türkiye’ye sıçradı

Suriye’nin Lazkiye kentine bağlı Keseb kasabası civarında orman yangını çıktı. Yangın, Türkiye sınırına sıçradı.

Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı köylerin karşısında bulunan ormanlık alanda henüz belirlenemeyen nedenle yangın çıktı. Suriyeli yetkililerin müdahale etmediği yangın, ters rüzgar nedeniyle Türkiye’ye doğru büyüyor. Şimdilik 1 hektarlık orman yanmış görünüyor.

Yayladağı yangın söndürme ekipleri, Türkiye tarafına sıçrayan ve Yayladağı Sınır Kapısı’na yakın bir bölgede olduğu belirtilen yangına müdahale ediyor.

Yangının, Suriye tarafından muhaliflerin gizlenmesini ve Türkiye’ye sığınmasını önlemek amacıyla kasıtlı olarak çıkarıldığı öne sürüldü. Fakat iddia henüz doğrulanmadı.

(Yeşil Gazete / AA)

Saraybosna Film Festivalin’de 3 Türk filmi

Bu haftasonu başlayacak 18. Saraybosna Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde 3 türk filmi de büyük ödüle ulaşmaya çabalayacak. 6 – 14 Temmuz tarihleri arasında düzenlenecek festivalde yönetmenliğini Emin Alper’in yaptığı “Tepenin Ardı“, “İki Dil Bir Bavul” ile dikkatleri çeken Orhan Eskiköy ile Zeynel Doğan’ın yeni projeleri “Babamın Sesi” ve Belmin Söylemez’in yönettiği “Şimdiki Zaman” 18. festivalde “Saraybosna’nın Kalbi”ni kazanabilmek için mücadele edecek.

(Yeşil Gazete)

Pilotlar bulundu!

Suriye’nin 22 Haziran’da düşürdüğü Türk jetinin iki pilotu bulundu. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada Yüzbaşı Gökhan Ertan ve Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy’un naaşlarının denizin dibinde bulunduğunu duyuruldu.

Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması:

”22 Haziran 2012 tarihinde, Doğu Akdeniz’de, uluslararası hava sahasında, Suriye tarafından düşürülen Hava Kuvvetleri Komutanlığımıza ait RF-4 uçağının enkazının ve pilotlarının bulunması maksadıyla sürdürülen çalışmalarda; pilotlarımız Hv.Plt.Yzb. Gökhan ERTAN ve Hv.Plt.Tğm. Hasan Hüseyin AKSOY’un naaşları deniz dibinde tespit edilmiş ve naaşların gemiye alınması çalışması devam etmektedir.

Şehitlerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine, yakınlarına ve silah arkadaşlarına başsağlığı dileriz.”