Ana Sayfa Blog Sayfa 4577

Liberaller – Gürbüz Özaltınlı

 Türkiye, “küçük bir gecikmeyle” 21. yüzyılın başında yeni bir kavramla tanıştı: Liberaller.

Kavramın popülerleşmesi, saldırgan bir dille olumsuzlanması, küçümsenmesi üzerine yürüdü. Otoriter devletçi paradigmanın sözcüleri, çoğunluğu Marksist köklerden gelen laik aydınlardan yükselen özgürlükçü eleştirilere, artık iyice aşınmış boş hamasetleriyle söz yetiştirmeye çalışırlarken “liboş”kavramını icat ettiler. Tam onların meşrebine uygun bir sakillikti doğrusu. Şimdi gülünç geliyor ama o sıralar “entelektüel” hâkimiyetlerinden fazlaca emindiler. Kavganın büyüğünün, İslami tonlar üzerine yükselen Anadolu güçleriyle “medenileşmenin” taşıyıcısı saydıkları kendileri arasında cereyan ettiğini düşünüyorlardı. Devlet katlarında üretilen hukuk, ahlak tanımaz stratejilere fikrî cephane ikmaliyle meşguldüler. Koftular, acımasızdılar, gerçeklik duygusundan yoksundular. Aynı zamanda şaşkındılar. Kendileri gibi yaşayan, Batı değerlerine yaslanan, İslami ritüellerle ve gelenekle mesafeli bir grup aydının sesinin, yükselen Anadolu’nun talepleriyle uyuştuğunu görmekten rahatsızdılar. Buram buram maskülen cinsiyetçilik kokan bu maço ağızla demokratlara saldırdılar. Onlara çok uygundu. Çünkü, aynı zamanda lümpendiler. Şimdi de lümpenler, değişen bir şey yok. Değişen şey “liboş” dediklerinin sözünün ağırlığının yanında kendilerinin esamisinin okunmuyor oluşu. Muhalif siyaset de, onların küflü dilinden kendini sıyırıyor. Kavgayı kaybettiler.

Biz “liberal” kavramıyla böyle tanıştık.

Peki, kimdi bu liberaller, ne istiyorlardı? Uzun, ağdalı açıklamalara girişecek değilim. Yapılan şey; insan haklarına saygılı, toplumsal çatışmaları şiddetsiz medeni yollarla çözmeyi öngören, özgürlüklerin uygulanabilir olduğu, yüksek standartlı demokratik bir siyasal düzenin ve kültürün savunusuydu.

Aslında liberalizm kavramını iyi bilenler, liberal öğretinin çok daha geniş alanları tartışan, kendi içinde saçaklanan, geniş bir söz alanına sahip olduğunu da bilirler. Fakat, Türkiye’de siyaseten demokrat olmanız, Batı’da çok daha fazla katmanları ifade eden liberalizmin savunucusu sayılmanız için yeterli. Kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok saygın ismin de bu kimlik altında sınıflandırıldığına tanık oluyoruz. Kavramların yolculuğuna akıl ermiyor. Dilin kendine has bir özerkliği var. Biz şimdilik bu duraktayız. Demokrasiyi savunan laiklerin liberal sayıldığı bir durak bu. İleride kavramlar nasıl renklenir, içeriklenir bilinmez. Çok da önemi yok bunun kanımca.

Liberaller yalnız statünün sözcülerini şaşırtmadılar. Daha geniş kesimler de liberal olarak kimliklendirilen aydınları kafalarındaki alışılmış siyasi haritada nereye yerleştireceklerini bilemediler. Çünkü Türkiye, siyasal angajmanı olmayan, ilke ve değerler üzerinden konuşan, özgür, eleştirel sesi tanımıyordu. Her sözün, meydanı dolduran siyasi aktörlerle ilişkilendirilerek anlamlandırılması alışkanlığından geliyorduk. Denebilir ki, “liberal” aydınların bizzat kendileri için de yeni bir konumdu bu. Onlar da çoğunlukla “siyasal stratejiler”in sözcülüğü geleneğinden geliyorlardı. Özellikle 90’lı yılların ideolojik angajmanları allak bullak ettiği, bir dönemin tayin edici siyasi aktörlerini sahneden sildiği koşullarda, kendilerini yeniden konumlandırdılar. Deyim yerindeyse özgürleştiler.

Biz aydının özgürleşmesinin çarpıcı sonuçlarıyla yüzleşiyoruz şimdi. Ortaya çıkan şey yeni bir siyaset değil, etkin bir eleştiridir.

Bu eleştiri, gücünü sadece aydının “entelektüel” derinliğinden ya da yaratıcılığından almıyor. Onun asıl gücü bağımsız bir vicdanı ve ahlakı çıplak biçimde temsil edebilmesinde. Vicdan ve ahlak asla kimilerinin sandığı kadar göreli bir kavram değil. Elbette hepimiz zamana ve koşullara göre değerlerin farklılaştığını, “makbul” ahlak ve vicdanın içeriklerinin değiştiğini biliriz. Ancak, her zaman toplumun büyük çoğunluğunu kapsayan bir zihinsel zeminin varlığından da haberdarızdır. Hırsızlık, yalan, kibir, güçlünün güçsüzü ezmesi, ikiyüzlülük, çıkarlarına göre çelişik standartlara başvurmak, sözünde durmamak… Bu evrensel standartları çeşitlendirmek elimizdedir. İşte bir tek aydını, arkasında milyonlarca insanın oyu bulunan siyasetçiyi silkeleyecek aktör durumuna getiren tam da bu değerler üstünden konuşabilme özgürlüğüdür. Çünkü, hepimiz biliyoruz ki, siyasetin zayıf karnı ahlak ve vicdandır. Bu zayıflık onun tabiatında vardır. Siyasetçinin kim olduğu çok önemli değildir.


“Reel politika”
: İşin büyüsü bu sözcükte gizlidir. Bütün vicdani ve ahlaki değerlerle reel siyasetin arasında, siyasetçinin “güçlü kişiliği” ile aşamayacağı bir gerilim vardır. Siyasetçi, konjonktürün aktörüdür. Koşullara göre kamu ahlakının ve vicdanın diliyle konuşabilir. Bu onun için bir şanstır ve o şans onun inandırıcılığını güçlendirir, onu idolleştirir. Ancak güç kavgasının koşulları hep aynı kalmaz. Konumlar ve çıkarlar kaygandır, yer değiştirir. Biz aynı siyasetçinin bütün güç enstrümanlarına başvurmaktan kaçınmadığına tanık olabiliriz. Yalan söyleyebilir, bilgi gizleyebilir, devletin zor kullanma tekeliyle karşısındaki (güçsüzü) ezmeye yönelebilir, çıkarlarına bağlı olarak bir sorunda toplumu ikna etmek için savunduklarını başka bir konumda reddedebilir.

İşte daha düne kadar “dost” olan kimi kalem erbabının bugün en lümpeninden, kerliferlisine kadar liberallere sayıp dökmeye başlamasının da sırrı burada yatıyor. Bakmayın koca koca laflara. Ucuz küçümseme oyunlarına. Sorunun düğüm noktası siyasal güce angajmandır. Özgür olanla bağımlı olanın farkıdır.

Bir tek kere Uludere’yi yazmamış olan, işkenceci polisi görmeyen, meslektaşı kudretlilerce azarlanınca haysiyetsizce susan, hayatı bağımlığın gölgesinde geçen “aydınlar” demokratları sevmiyorlar.

Neden sevsinler?

Siyaset her koşulda vicdan ve ahlakın sesini seviyor mu?

Gürbüz Özaltınlı – Taraf

Cami balkonu meselesi – Cem Erciyes

Orhan Pamuk’un ‘cami balkonu’ meselesini İlber Ortaylı nereden okumuş, bulmak mümkün olmadı

Nedense bu ülke bazı insanlardan nefret ediyor. Onların ‘dayak yemesinden’ özel bir zevk alınıyor. Her birine duyulan nefretin sebeplerini bulmak zor değil, ama bunlar o kadar ipe sapa gelmez ve tutarsız şeyler ki kabullenmek imkânsız. O nedenle hepsi de meşhur olan bu insanları ‘nedensiz nefret özneleri’ diye tanımlamak mümkün.

Nefret özneliğinde bir numaralı isim Orhan Pamuk. 30 Ağustos’ta Takvim gazetesi ‘Pamuk’a 2. Tokat’ manşetiyle çıktı. Milli bayram dolayısıyla milliyetçilerin, ulusalcıların garantili nefret öznesi Orhan Pamuk’u şöyle bir dövmek iyi fikir gibi gelmiş olmalı. Hani Metin Akpınar “Pamuk kimmiş ya, zaten romanları da okunmuyor” demişti ya. İkinci hamle de İlber Ortaylı’dan gelmiş ve Ortaylı “Ne İngilizce ne Türkçe biliyor” demiş. Haberde ‘Takvim’e konuştuğu’ söylenen Ortaylı’nın sözlerini hatırlayalım: “Genocide’i soykırım anlamında kullanıyor. Oysa doğrusu ‘zorunlu yer değiştirme’dir. Kendisi İngilizce bilmediği gibi Türkçeyi de bilmiyor! Bir kitabında ‘imam ikindi namazı saatinde cami balkonuna çıkarak ezan okudu’ yazıyor. Bir kere namaz saati olmaz, vakti olur. Cami balkonu yoktur minare şerefesi vardır! Ezanı da imam değil müezzin okur. Bu örnekle de sabittir ki yaşadığı bir toplumun kültüründen haberi olmayan bir yazar, Nobel de alsa doğru eserler ortaya koyamaz.”

Tabii bu sözler o gün sosyal medyada ikinci bir dalgaya dönüştü, Orhan Pamuk sevmezlerin, ona haddini bildiren İlber Hoca’ya olan hayranlığını katladı. İkinci dalga diyorum çünkü Ortaylı aslında bunları 2006’da söylemişti. O zaman da internet sozlüklerinde epey ‘entry’ yapılmıştı; hâlâ duruyor…

Pamuk aleyhinde artık söylene söylene eprimiş, ‘okunmuyor’, ‘Türkçesi bozuk’ filan gibi yargılarla birlikte bu ‘cami balkonu’ meselesini de duymuşluğum vardı. Ama bir şehir efsanesi olarak ciddiye almadığım bu sözün, Prof. Ortaylı tarafından gazete manşetlerine taşındığını görünce nereden çıktığını merak ettim. Bir de baktım ki, yine Ortaylı’dan çıkmış. Ortaylı, 2006 yılında Adana Seyhan’da düzenlenen bir konferansta neredeyse kelimesi kelimesine aynı şeyleri söylemiş. O zaman, Melih Aşık da bunu köşesine taşımış ve sosyal medyada da epey ilgi görmüş. Muhtemelen Takvim gazetesi de Ortaylı’nın 2006’daki sözlerini hatırlayarak, Pamuk’a bir tokat daha attırmaya karar vermiş….

Benim esas merak ettiğim, Orhan Pamuk’un bu cümleleri nerede ve hangi bağlamda yazdığıydı. Bütün kitaplarını yeniden kelime kelime taramaya kalkışmadım tabii. Ama sağ olsun yayıncısı, bilgisayar marifetiyle bunu benim için yaptı. Yazı ve konuşmaları dahil bütün kitaplarını taradılar ama söz konusu bölümü bulamadılar. Bir tek ‘namaz ve saat’ kelimeleri ‘Kar’ romanının 95. sayfasında yan yana geliyor. “Onlar namaz saatini bekleyip uzun uzun dedikodu ederken…” diye, o kadar…

Sordum soruşturdum… İşin ilginci bütün edebiyat dünyası da bu meseleyi hatırlıyor ve Pamuk’un bunu yazdığına emin. Ama hangi kitapta ve hangi bağlamda onu bilen yok. İletişim Yayınları, yazarın kitaplarında hiçbir değişiklik yapmadığını söylüyor. Yine de her ihtimale karşı Can Yayınları’ndan çıkan bazı kitapların ilk baskılarına da baktırdım, yine yok… Görünüyor ki bu ‘cami balkonu’ meselesi bir şehir efsanesinden ibaret.

Öyleyse Türkiye’nin en ünlü tarihçisi de okumadığı ama bir yerlerden duyduğu bu şehir efsanesini köpürtmüş duruma düşüyor ki, bu ayrıca vahim. Umarım Ortaylı, bu sözleri hangi kitapta okuduğunu açıklar, mesele bir şehir efsanesi olmaktan çıkar, biz de belki o bölümün bağlamını ya da yazarın Türkçeyle ilişkisini filan konuşup bir edebiyat tartışması yapma fırsatı buluruz.

Orhan Pamuk ise bu konuda sessiz. Eh ne de olsa, Nobel Ödülü aldığı hafta, Türkiyeli aydınların Çiçek Bar’da basın toplantısı yapıp, “Hayır, Orhan bu ödülü hak etmemiştir” dediği bir ülkenin yazarı o…

Özellikle dünya çapında ün kazanan sanatçılara yönelik bu nedensiz nefretin ana kaynağı ‘görüş farkı’. Çok güzel romanlar yazdıkları, filmler çekip besteler yaptıkları için sevdiğimiz insanlar, hoşumuza gitmeyen şeyler söyleyince Türkiye’nin gururu olmaktan çıkıp hemen ‘nefret öznesi’ne dönüşüyorlar.

Bu rezalet, bambaşka görüşlere sahip bir başka sanatçı, Fazıl Say için de tekrar edip duruyor. Dünya çapında bir müzisyen olduğu için onun hiç ağzını açmaması, konser salonundan dışarı çıkmaması gerekiyor sanki. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; Fazıl Say’a yapılan saldırılara çok üzülen, ona yakın olduğunu bildiğim bazı arkadaşlarımın da twitter’daki Orhan Pamuk tsunamisinde neşeyle sörf yaptıklarını gördüm ve gözlerime inanamadım… Anladım ki, ünlü sanatçıyı dövmenin dayanılmaz hafifliği, demek ki herkes için geçerli.

Cem Erciyes – Radikal

“Game of Thrones” Emmy’leri topladı

Hayali bir dünyadaki iktidar mücadelesini anlatan “Game Of Thrones” dizisi Cumartesi akşamı yapılan “”Creative Arts Emmys Ödülleri” töreninde aldığı 6 ödülle gecenin kazananı olmayı başardı. “Primetime Emmy ödülleri” töreni 23 Eylül’de gerçekleştirilecek.

HBO tarafından yayımlanan “Game of Thrones” en iyi görsel efekt, en iyi kostümün de aralarında bulunduğu 6 farklı kategoride ödüllendirildi.

Gecenin sunuculuğunu aralarında “Two and a Half Man”den Kate Bates ve “Saturday Night Live”den Jimmy Fallon’un da bulunduğu dört tv yıldızı üstlendi.

Emmy’nmin galibi “Game of Thrones”un 3. sezonu bu akşam yayınlanacak bölüm ile başlıyor

(Yeşil Gazete)

Jehan Barbur’un son albümü “Sarı” dört günlüğüne fizy.org’da

Jehan Barbur’un 14 Eylül Cuma günü çıkan 3. solo albümü “Sarı”nın tamamı dört gün boyunca fizy.org/#s/ dan online olarak dinlenebilir. Jehan Barbur konu ile ilgili kendi twitter ve facebook adreslerinden yaptığı açıklamada  “Henüz albüme ulaşamamış arkadaşlar! Levent Erim’in göz ardı edilemez desteğiyle 4 gün boyunca http://fizy.org/ burdayız. Ama yine de albümü edinmeniz ve CDden güzel güzel dinlemeniz dileğiyle” dedi.

Önceki iki albümünde olduğu gibi yapımcılığını yine Ada Müziğin üstlendiği, Jehan Barbur’un üçüncü albümü ”Sarı” nın prodüktörlüğünü ise sanatçının kendisi üstlendi.

Uyan ve Hayat albümlerinde olduğu gibi ‘’Sarı’’ albümünde de şarkıların birçoğunun sözü ve bestesi Jehan Barbur’a ait.  Kendi parçaları dışında, albümde bir Bülent Ortaçgil şarkısı olan “Dalyan Deltası”’na yeni bir yorumla yer verildi, ayrıca müziği Cahit Berkay’a ait olan “Kırık Bir Aşk Hikayesi”  adlı parça Jehan Barbur’un yazdığı sözlerle albüme dahil edildi. Bu albümde, sanatçının, albüme adını veren SARI adlı bir de şiiri bulunuyor.11 parçanın yer aldığı albüm de düzenlemeleri Cenk Erdoğan, Jehan Barbur, Kemal Evrim Aslan, Çağrı Sertel ve Mert Önal yaptı.

Bu albüme enstrümanlarıyla hayat verenler ise;
Akustik, çelik telli, naylon telli, perdesiz gitarlar ve electronic programming:  Cenk Erdoğan , Akustik gitarlar: Kemal Evrim Aslan , Elektrik Gitar: Berkant Çelen , Bas Gitar: Murat Çopur , Perdesiz Bas Gitar: Alp Ersönmez , Perdesiz Bas Gitar: Orhan Deniz, Davul ve Ziller: Mert Önal , Davul: Onur Başkurt , Fender Rhodes: Çağrı Sertel , Buzuki, Lavta, Banjo, Cura: Buzuki Orhan Osman , Perküsyonlar: Kerem Sefil , Trombon: Bulut Gülen , Çello: Çağ Erçağ , Elektrik piyano: Evrim Tüzün , Geri Vokaller: Mert Önal , Düet: Göktay Göksu

Albümün kayıtları Erim Arkman tarafından Kadıköy Müzik’te yapıldı. kayıtlara Barış Erduran asistanlık etti.. Tüm akustik gitar kayıtları ise Cenk Erdoğan tarafından Studio UNDO’ da gerçekleştirildi.  Buzuki Orhan Osman enstrüman kayıtlarını kendi stüdyosunda yaptı.Albüm mixleri Nino Moschella tarafından San Francisco Bird & Egg Studios’da, mastering ise Mike Wells tarafından Los Angeles’ta yapıldı.

(Yeşil Gazete)

Hrant Dink Ödülü İsmail Beşikçi’ye

Uluslararası Hrant Dink Ödülü dün akşam Cemal Reşit Rey Salonu’nda düzenlenen tören ile sahiplerini buldu. Bu yıl dördüncüsü verilen ödül İsmail Beşikçi ve Rusya’dan Uluslararası Memorial Topluluğu’na verildi.

Açılışını Zuhal Olcay’ın sunuculuğunu ise Mert Fırat’ın yaptığı törende, ödül komitesi adına konuşma yapan Ali Bayramoğlu, Hrant Dink’in adının ve ödüllerinin, bir kez daha, ayrımcılık ve şiddetten arınmış, özgür, adil ve temiz bir dünya için çalışan, risk alan, ezber bozan kişilerle buluştuğunu belirtti.

Açılış konuşmalarının ardından, Majak Toşikyan’ın (Cenk Taşkan) Hrant Dink için bestelediği ve sözleri Bercuhi Berberyan’a ait olan oratoryo, ilk kez seyirciyle buluştu. Şef Hagop Mamigonyan yönetiminde toplam bir saatlik eserin yalnızca dört bölümü seslendirilirken, Lusavoriç Korosu^yla birlikte, solistler Kevork Tavityan, Aylin Ateş ve Petro’ya senfonik orkestra ve piyano eşlik etti.

Ödüllere geçilmeden önce, “Işıklar” adı altında, dünyanın dört bir yanında ve Türkiye’de, attıkları önemli adımlarla geleceğe dair umudu çoğaltan kişi ve kurumlar selamlandı.

Ödülün bu yılki jürisinde Ahmet Altan, Tim Garton Ash, Emma Bonino, Lydia Cacho, Rakel Dink, Costa Gavras, Nilüfer Göle, Alexander Iskandaryan ve Etyen Mahçupyanbulunuyordu.

4. Uluslararası Hrant Dink ödülü, Kürt sorununun toplumsal ve siyasi çözümü için yaşamı boyunca mücadele vermiş İsmail Beşikçi‘ye verildi. Beşikçi, yaşamının uzunca bir bölümünü tehdit altında geçirmesine rağmen, sözünü sakınmadığı, toplumun sorunlarıyla yüzleşmesi için araştırmalar yaptığı, mücadele ettiği ve toplumu dönüştürmeyi sürdürdüğü için ödüle layık görüldü. İsmail Beşikçi’ye ödülünü, jüri üyeleri Rakel Dink ve Etyen Mahçupyan verdi.

Ödülün diğer kazananı ise, kurulduğu 1990’lardan bu yana, totaliter devletin insan hakları ihlalleriyle yüzleşmesi için tarih ve hafıza çalışmaları yürüten Memorial topluluğuna verildi. Tarihle yüzleşme konusunda uğraş veren, devletin insan hakları ihlalleriyle ilgili delil toplayan uluslararası topluluk adına ödülü Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov aldı.

Anna Politkovskaya

Alexander Cherkasov, ödülün aynı zamanda ülkesinin Kafkaslar ve Çeçenistan’da yürüttüğü savaş hakkında yazan ve Moskova’da 7 Ekim 2007 tarihinde öldürülen Anna Politkovskaya‘ya da verildiğini ifade etti. Hrant Dink ödülünün solcular, çevreciler ve askeri suç mağdurlarını savunan ve Moskova’da, 19 Ocak 2009 tarihinde öldürülen gazeteci avukat Stanislav Merkelev’in yanısıra, Memorial’da 15 yıldır birlikte çalıştığı arkadaşı olduğunu belirttiği ve 15 Temmuz 2009’da kaçırılıp öldürülen Natalya Estemirova‘ya da verildiğini

Natalya Estemirova

belirtti.

Ödüllerin verilmesine geçilmeden önce “Işıklar” kategorisinde selamlanan kurumlar arasında, Batı Şeria’daki “Bil’in” adlı Filistin köyünün direnişi, Romanların hakları için çalışan Macaristan’daki Romedia Vakfı, İngiltere’de ırkçılıkla mücadele eden NEFRET DEĞİL ÜMİT inisiyatifi, Ermenistan’daki LGBTT haklarını savunan “Pink Armenia”, şiddet mağduru çocuklarla çalışan Bosna Hersek’ten Masa Mirkovic, insan hakları ticaretiyle mücadele eden Mumbai’den Triveni Acharya,  göçmen çocukların topluma entegrasyonu için çalışan Lübnanlı Amerikalı Mark Kabban, sağlık projeleri geliştiren Amerika’dan Dr. Benjamin LaBrot ve Uganda’dan James Kityo ile, Türkiye’den Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, Bianet’in “Bu benim kararım” kampanyası, LGBTT Aileleri İstanbul Grubu, Yalnız Değilsin Van Kampanyası ve Türkiye’deki “Dışarıda Deli Dalgalar” inisiyatifi yer aldı.

 

(Agos)

 

 

 

 

Neşet Ertaş’a hastane bahçesinden moral konseri

İzmir Müzisyenler Derneği üyeleri, Neşet Ertaş’ın tedavi gördüğü hastanenin bahçesinde çeşitli türküleri seslendirerek sanatçıya moral desteği verdi.

Medical Park İzmir Hastanesi Onkoloji Servisi’nde tedavisi süren Neşet Ertaş için hastaneye gelen İzmir Müzisyenler Derneği üyeleri, Ertaş’ın hastanedeki odasının bulunduğu bahçe tarafında Ertaş’ın türkülerini seslendirdi.

Dernek üyeleri verdikleri mini konserin ardından kağıtlara yazdıkları geçmiş olsun dileklerini, maket saz şeklindeki kutunun içerisine koyarak, Ertaş’a iletilmek üzere menajerine verdi.

Dernek üyeleri adına gazetecilere açıklama yapan Oktay Çaparoğlu, Neşet Ertaş’a acil şifalar dilemek için hastaneye geldiklerini söyledi. Müzik piyasasındaki yozlaşmaya rağmen Neşet Ertaş gibi önemli bir üstadın Türkiye’ye örnek olduğunu kaydeden Çaparoğlu, ”Bu süreçte onun bir tebessümü bizi çok mutlu eder. Umarız kendisi bir an önce sağlığına kavuşur ve bir etkinliğimizde bizimle birlikte olur” dedi.

(Sabah)

Alex artık Lefter ile yan yana

0

Fenerbahçe’nin Brezilyalı futbolcusu Alex de Souza’nın heykelinin açılışı gerçekleşti. Sarı-lacivertli takımın emektar ismi törende göz yaşlarına hakim olamadı.

14 Eylül 1977’de Curitiba’da dünyaya gelen kaptan Alex dün 35. yaş gününü kutladı. F.Bahçeli taraftarlar Alex’e doğum günü hediyesi bir gün sonra Kadıköy’de bulunan Yoğurtçu Parkı’nda verdi.

1907 ÜNİFEB, Fenerbahçeliler Derneği, Cefakar Kanaryalar ve Vamos Bien taraftar gruplarının yaptırdığı heykelinişn açılış töreninde konuşan Brezilyalı futbolcu gözyaşlarına hakim olmakta zaman zaman güçlük çekti.  “”Emegi

Alex konuşması sırasında gözyaşlarına hakim olamadı

gecen herkese cok tesekkur ediyorum. Kalbimin en derinlerinden cok tesekkur ediyorum. Ben bu kulübün, bu tarihin küçücük bir parçasıyım.  Fenerbahçe bana Zico ile alışma şansını sundu. Lefter ile tanıştığım gün hayatımın en güzel günüydü” şeklinde konuştu. Alex’in gözyaşları içinde yaptığı bu konuşma son günlerde teknik direktör Aykut Kocaman ve başkan Aziz Yıldırım ile yaşadığı sorunlar göz önüne getirildiğinde veda sözleri olarak algılandı.

Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın katılmadığı törende Alex’in heykeli, efsane futbolcu Lefter’in 2009’da dikilen heykelinin 50 metre yakınında yer aldı.

(Yeşil Gazete)

 

İBB Şehir Tiyatroları, Ekim ayında 4 yeni oyunla perdelerini açıyor

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 2012-2013 Sezonu’na 3 Ekim 2012 tarihinde başlıyor.

İBB Şehir Tiyatroları, Ekim ayında geçen sezon beğeniyle izlenen oyunlarına 4 yeni oyun ekleyerek seyircisinin karşısına çıkıyor.

Samuel Beckett’in yazdığı Şahika Tekand’ın yönettiği Oyun, Anton Çehov’un yazdığı Engin Alkan’ın yönettiği Vişne Bahçesi, Duşan Kovaçeviç’in yazdığı M. Nurullah Tuncer’in yönettiği Dar Ayakkabıyla Yaşamak, Can Doğan’ın yazıp yönettiği, 3 yaş üstü çocuklara hitap eden Ali Baba ve Kırk Haramiler adlı oyunlar, İBB Şehir Tiyatroları repertuarına katılıyor.

Yeni oyunların konuları ise şöyle:

Vişne Bahçesi; Aristokrat bir ailenin son fertleri tüm servetlerini tüketmişlerdir. Ellerinde kalan son şey olan Vişne bahçesiyle çevrili çiftlikleri ise borçlarından ötürü satılmak üzeredir. Üretmeye ve çalışmaya alışık olmayan bu insanlar; kapılarını sıkıca kapadıkları evlerinde, servetlerinin son kırıntılarını tüketirken, dışarıda yaşanan büyük değişim, sadece o ünlü vişne bahçelerini değil, eskiden olduğu gibi sürdürebileceklerini sandıkları yaşamlarını da tehdit etmektedir. Çehov, “değişim” denilen süreci sorgularken, 19. yüzyıl sonu Rus aristokrasisinin çözülüşüne ve çöküşüne tanıklığa çağırıyor. Anton Çehov’un yazdığı, Engin Alkan’ın yönettiği oyunda Hümay Güldağ, Aslı Nimet Altaylar, Berna Adıgüzel, Zafer Kırşan, Engin Alkan, Erhan Abir, Emre Şen, Hüseyin Tuncel, Işıl Zeynep Tangör, Murat Üzen, Selin Türkmen, Ahhan Şener, Çağlar Polat, Samet Hafızoğlu, Başak Erzi, Zeynep Ceren Gedikali rol alıyor. Vişne Bahçesi, 3-7 Ekim 2012 tarihleri arasında Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde…

Dar Ayakkabıyla Yaşamak; Özelleştirilerek kapatılan bir ayakkabı fabrikasında, beş işçinin haklarını almak için başlattığı açlık grevi ve medyanın bu direnişi bir tür ölüm oyununa dönüştürerek reyting almak için düzenlediği şov… İşveren ve medyanın işbirliği sonrasında yaşanan ölüm-kalım mücadelesi… “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” Duşan Kovaçeviç tarafından ilk defa Zvezdora Tiyatrosunda seyirciyle buluştu. 2011 yılında “en iyi metin” ödülünü alan oyun Sırbistan dışında ilk defa İBB Şehir Tiyatroları’nda sahneleniyor. Duşan Kovaçeviç’in yazdığı oyunu M. Nurullah Tuncer yönetiyor. Bora Seçkin, Müge Akyamaç, İbrahim Can, Nihat Alpteki, Yeliz Gerçek, Bennu Yıldırımlar, Tankut Yıldız, Volkan Ayhan – Çağrı Hün – Uskan Çelebi’nin rol aldığı Dar Ayakkabıyla Yaşamak, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde 3-14 Ekim 2012 tarihleri arasında sahnelenecek.

İBB Şehir Tiyatroları’nın bir diğer yeni oyunu; Samuel Beckett’in yazdığı, Şahika Tekand’ın yönettiği 18. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında da sahnelenen Oyun; Beckett’in sahne ve radyo için yazdığı oyunlardan derlenen Oyun, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen değişimler, yeni toplumsal yapılanmalar sonucunda, bireyin duyduğu yalnızlık ve çaresizliği yansıtıyor. Oyun, günümüz insanının değişmeyen ve günden güne çoğalan çelişkilerini, yaşamın artan yükünü kaldıramayışlarını yalın ve çarpıcı bir üslupla sahneye taşıyor. Oyunda; Ali Gökmen Altuğ, Göksel Arslan, Aslı Aybars, Pelin Budak, Burçak Çöllü, Seda Fettahoğlu, Yeliz Gerçek, Ozan Gözel, Nurdan Gür, Nurdan Kalınağa, Aslıhan Kandemir, Selen Kartay, Yeşim Koçak, Buket Yanmaz Kubilay, Mehmet Okuroğlu, Özge Özder, Özgür Tanık, Esin Umulu, Ali Mert Yavuzcan, Çağlar Yiğitoğulları rol alıyor. Oyun, 17-21 Ekim 2012 tarihleri arasında Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyircisiyle buluşuyor.

Ali Baba ve Kırk Haramiler; Ali Baba, karısı ve oğluyla yaşayan yoksul bir oduncudur. Bir gün ormanda dolaşırken, bir mağaraya gizlice girip çıkan kırk haramileri görür. Kırk haramiler hırsızlık yaparak elde ettikleri hazineleri bu mağaranın içinde saklarlar. Ali Baba onları bir süre izler ve haramiler çıktıktan sonra mağaraya girer. Yıllardır hayalini kurduğu zenginlik karşısında durmaktadır. Ama Ali Baba çalınarak elde edilmiş bu zenginliğe aldanmayacak ve oyunun sonunda haramilere gereken dersi verecektir. İyi – kötü çatışmasını konu alan oyun, eğlenceli müzikal formuyla çocuk izleyicisiyle buluşuyor. Can Doğan’ın yazıp yönettiği çocuk oyununda Can Ertuğrul, Cem Uras, Defne Gürmen Üstün, Deniz Evrenol, Doğan Şirin, Erhan Özçelik, İbrahim Gündoğan, Melisa Demirhan, Ömer Barış Bakova, Özgür Atkın, Selin İşcan, Tuğçe Açıkgöz, Uğur Dilbaz, Yasemin Gezgin rol alıyor. Ali Baba ve Kırk Haramiler, 13-14-20-21-27-28 Ekim – 3-4 Kasım 2012 tarihleri arasında Ümraniye Sahnesi’nde izlenebilir.

Biletler 10 Eylül 2012 Pazartesi günü saat 11.00’den itibaren İBB Şehir Tiyatroları gişeleri ve www.ibst.gov.tr web adresinden satışa sunulmuştur.

(Tiyatro Dünyası.com)

Çaykara’da HES isyanı

Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Karaçam beldesinde yapılan Hidroelektrik Santralinin (HES) yapımına karşı çıkan yöre sakinleri, iş makinesini ve bir aracı yaktı.

Trabzon’un Çaykara İlçesi’nde bulunan Karaçam Beldesi Derebaşı Hidroelektrik Santrali şantiyesi, santralin kurulmasına karşı çıkan yöre sakinleri tarafından basıldı. Dün gece saat 04.00 sularında santralin yol çalışmasında yer alan şantiyeye gelen yüzü kapalı 10 kişilik bir grup, şantiyeye ait bir kepçe ile bir aracı ateşe verdi. Olay esnasında güvenlikçi ve işçiler ile grup arasında kavga çıktı. Olay sonrasında bölgede inceleme başlatan jandarma, 3 kişiyi gözaltına aldı.

Olayla ilgili konuşan Trabzon Valisi Recep Kızılcık, şunları söyledi:

“İnşaatta kullanılan bir iş makinesi ile bir binek araca, inşaata karşı çıkanlar tarafından molotof kokteyli atıldı. Yangın sonucu iş makinesi kullanılamaz hale gelirken, binek araç da zarar meydana geldi. Saldırı, HES inşaatına karşı çıkan kişiler tarafından yapıldığı tespit edildi. Güvenlik güçlerimiz olayın ardından, eylemi gerçekleştiren sekiz kişinin kimliklerini belirledi. Yapılan çalışmalar sonucunda dört kişi gözaltına alındı. Diğer kişilerin yakalanması için başlatılan çalışma ise sürüyor.”

Kızılcık, gözaltında olan kişilerin sorgularının devam ettiğini de sözlerine ekledi.

(Emek Dünyası)

Murat Kanatlı: “AB, Türkiye’ye karşı etkin bir yaptırım ortaya koyamıyor”

Yeşil Gazete için Kıbrıslıların sosyal hayatı, politik duruşları ve geleceğe dair umutları hakkındaki görüşlerini aktarmak amacıyla yaptığımız söyleşilere, Kuzey Kıbrıs’ta bulunan ama Kuzey Kıbrıs’taki seçimleri boykot eden Yeni Kıbrıs Partisi’nin yürütme kurulu sekreteri Murat Kanatlı ile devam ediyoruz.

Avrupa Birliği’ne bakış açınız nedir?

YKP (Yeni Kıbrıs Partisi) , kurulduğu günden itibaren Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğinin, Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olacağına inanmaktadır. Bununla birlikte mevcut AB’ye, yapısı ve politikalarına karşı YKP’nin tavrı eleştireldir. Son yaptığımız 11. Kurultayda aldığımız kararda diğer konular yanında AB ile ilgili de YKP’nin ne düşündüğünü anlatan bölüm vardı. Orada şunu demiştik:

“YKP, neo-liberal politikaları eksiksiz şekilde uygulamayı önüne hedef koyan, sınırları kapatılmış bir Avrupa’yı reddeder. YKP, başka bir Avrupa talep etmektedir. YKP, aktif olarak militarizme ve savaşlara karşı çıkan, militanca barışı savunan bir Avrupa talep ediyor. Talep edilen; yoksulluğa karşı aktif mücadele eden, emeğin haklarını koruyan, kamusal haklara saygılı, tüm zenginliklerin adil paylaşımını savunan, tüm dünya halklarının barış, demokrasi ve eşitlik mücadelelerine uluslararası dayanışma ile katkı koyan bir Avrupa’dır.

Bizim Avrupa’mız, daha fazla demokrasi, emekçilere tam istihdam ve sosyal güvenlik, ırkçılıkla mücadele ve göçmenler için eşit haklar, kadınlara ve eşcinsellere yönelik her türlü ayrımcılığa son verme ve eşit fırsatlar vaad eden bir Avrupa’dır.

Bizim Avrupa’mız, farklı bölgelerarası dayanışma getiren, dil ve kültür çeşitliliğine saygı gösteren, evrensellik macerasını kucaklayan ve tektipleştirilmeyi reddeden bir Avrupa’dır.

Bizim Avrupa’mızda istihdamın, ücretlerin ve emekliliğin korunması tüm Avrupa kurumlarının ilk önceliği olacak. Avrupa kurumları tüm spekülatif finansal işlemlerin vergilendirilmesi ve Avrupa bölgesindeki vergi cennetlerinin ortadan kaldırılması için mücadele edecektir.

Böylesi bir Avrupa, kendini barışa ve iklim değişikliği ile mücadeleye adamakta; yoksul ülkelerle dayanışmayı ortaya koymakta ve insan haklarının, sosyal hakların ve ekoloji mücadelesinin küreselleşmesini desteklemektedir. Böylesi bir Avrupa’da, lağvedilmesi gereken NATO’nun genişlemesi değil, tüm Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik sisteminin oluşturulması ve tüm Avrupa’nın işbirliğini sağlanması ana hedef olacaktır. YKP, emeğin sosyal Avrupası’nın kurulması için mücadele eder.”

Avrupa Birliği ve Kıbrıs ilişkileri konusunda neler söyleyeceksiniz?

AB – Kıbrıs ilişkileri, diğer birçok uluslararası ilişkilerde olduğu gibi güce dayanmaktadır. Burada güçle ilgili anlatılan her türlüsüdür; ekonomik, strateji, askeri her alandaki güç ilişkileri ile şekillenmektedir bu uluslararası ilişkiler. Türkiye, 1974’te adayı işgal etmiş, tıpkı Balkanlarda şu anda kabul edildiği çerçevede bir etnik temizlik yapmış, kuzeyde bir vasallık kurmuş, birçok savaş suçu işlemiş olmasına rağmen, AB, Türkiye’ye karşı etkin bir yaptırım ortaya koyamıyor.

Zaten genişlemeden sonra AB’nin her türlü dış politikada zayıflığı genel kabul gören bir yaklaşım. Bunun yanında AB içindeki devletlerin yönetimlerinin de AB’nin sorunlara yaklaşımını etkilediği bir gerçek. Bu nedenle Kıbrıs – AB ilişkileri, AB organlarının diğer başka konularda olduğu gibi dağınık, aralarında koordinasyonu zayıf bir durumdadır tespitini yapıyoruz.

Komisyon ile Avrupa Parlamentosunun yapmaya çalıştıkları arasında sorunlar olduğunu, en azından pratik anlamda sorunlar olduğunu yaşayıp görmekteyiz. Zaten Avrupa Parlamentosu kendi içinde de Kıbrıs ile ilgili ciddi şekilde bölünmüş durumda. Bu nedenle teknik olarak tüm Kıbrıs AB toprağı olmasına rağmen üçte birinde kontrol kendinde değil, genişleme prosedürü sürdürdüğü Türkiye’nin işgali altında.  Hem de askeri ve sivil denetimi altında.

AB üyesi ve dönem başkanı Kıbrıs’ı, Türkiye resmi olarak tanımadığını iddia etmesine rağmen, AB üyesi ülkeler bu konuda etkin bir politika izleyemiyor.  Ancak Kıbrıs – AB ilişkileri, üye ülkelerin elinde Türkiye-AB ilişiklerine müdahale edecek bir araç gibi de kullanılmaktadır. Bu nedenle tek bir AB-Kıbrıs ilişkisinden bahsetmek zor gibi gelmekte…

Ya, Kıbrıs Turkiye ilişkileri?

1958’deki Türkiye’deki Özel Harp Dairesinin hazırladığı planın adı Kıbrıs İstirdat Planı idi, yani Kıbrıs’ın geri alınması. Bu irredentist bir politika olmasına rağmen, Türkiye içindeki barış yanlısı, savaş karşıtları arasında bile uzun süre çok tepki görmedi…

Türkiye 1974 yılında adaya düzenlediği 2 safhalı operasyon ile Kıbrıs’ı işgal etti, hemen arkasından nüfus taşımaya başladı. Nüfus taşınması Türkiye’de hala yoğun olarak tartışılmakta ve kimi zaman Kıbrıslıları suçlayacak bir noktaya gelmektedir. Bu konuyu Avrupa Parlamentosundaki bir sunumda anlatmıştık, oradan yeniden alıntı yapmak gerekirse

“TÜBİTAK için Yrd. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma yaptı. Bu araştırma içindeki bazı yorumlar Türkiye resmi tezlerini taşısa da önemli durum tespitleri yapmaktadır. Bu araştırma Türkiye’den göçü 3 evreye ayırmaktadır.

İlk göç dalgası ile tespit şu şekildedir: 1975’in sonlarında başlayan bu göç dalgası 1980’lerin başlarında kadar sürmüştür. İlk dalga göçmenler Türkiye’nin belli yerlerinden, bütün bir köy ahalisi ya da köysel mahalle halinde otobüslerle alınarak Mersin Limanına götürülmüş, oradan da gemilerle Gazi Mağusa Limanına taşınmışlardır. İkinci göç dalgasının 1980’lerden 1999’a kadar sürdüğü, üçüncü dalganın ise 2000’lerden günümüze kadar sürmekte olduğu tespiti yapılmaktadır.

1981 yılı sonrası Kıbrıs’ın kuzeyindeki politik ortam muhalefet yönündeydi. Araştırmada bu konuya yer verilmemesine rağmen ikinci dalgayı tetikleyen unsurlar aktarılırken bunu da okumak mümkündür:

Diğer yandan Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a ikinci göç dalgasının yükselmesinde bu dönemde yapılan yasal düzenlemeler ve Türkiye ile KKTC arasında yapılan ikili anlaşmalar da önemli rol oynamıştır. Bunlar arasında, 1987 yılında KKTC ile Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşması (KKTC’nin Türkiye’den İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile belli vasıflarda işgücü talebi); 1991’de imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC vatandaşlarının iki ülke arasındaki seyahatlerde pasaport yerine kimlik belgesi ile giriş-çıkış yapabilmelerine olanak sağlayan anlaşma ve KKTC’de, Kıbrıs Lirası yerine Türk Lirasının kullanılmasına dair yasal düzenleme bulunmaktadır.

Bu ikili anlaşmalar ve yasal düzenlemeler iki ülke arasında nüfus hareketliliğini destekleyici etki yaparken, aynı zamanda da Kuzey Kıbrıs’a gelen göçmenlerin niteliği üzerinde de belirleyici olmuştur. Bu dönemde gelen nüfusa hızlı vatandaşlık verilerek o dönemdeki seçim sonuçları üzerinde belirleyici olunmaya çalışılmıştı.

Üçüncü dalga ise tam anlamı ile ekonomik iç göçtür: Bu dalganın öncekilerden en önemli farkı, yalnızca Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki bağlamlara bağımlı olarak oluşmuş bir işgücü hareketi olmayışı, aynı zamanda enformel emeğin küresel hareketliliğinin bütün özelliklerini taşıyan bir işgücü hareketi olmasıdır. 1990’lardan itibaren, Türkiye’de, iç göçlerde yeni bir evre olarak Güney ve Güneydoğu illerinden, metropoliten alanlara yoğun nüfus hareketleri yaşanmaktadır. Bu nüfus hareketi, becerisiz ucuz işgücü niteliği ile belli kentlerde yoğunlaşmaktadır. Bu kentler arasında yer alan Adana, Mersin ve Antalya’nın yeni yoksulluk alanlarında biriken bu emeğin bir kısmı, daha önce kurulmuş göçmenlik ağları üzerinden Kuzey Kıbrıs’a kaymaktadır. Diğer yandan bu yeni göçlerin kaynağı olan Güneydoğu’da açığa çıkan emeğin bir kısmı ise doğrudan Kuzey Kıbrıs’a yönelmektedir. Bu doğrudan harekette Güneydoğu ile Kıbrıs arasında önceden kurulmuş göçmenlik ağlarının yanında, özellikle Kuzey Kıbrıs’taki inşaat ve tarım sektörüne vasıfsız emek sağlayan taşeronlar etkili olmaktadır.

Araştırma bu nüfus akışının birbiri ile ilişkisini de ortaya koymaktadır:

Birinci ve ikinci dalgalarla oluşan kentsel göçmen mahalleleri, bu üçüncü dalga ile gelen, çoğu zaman enforel işgücü konumundaki yoksul göçmenler için tutunma mekanları olmaktadır.
Bu nedenle Türkiye’den kuzeye nüfus akışı Avrupa ve dünyadaki günümüz ekonomik göçlerinden farklıdır. Özellikle ilk göç dalgası ki net bir nüfus taşımadır:

Tarım İşgücü Protokolünün 1975 şubatında imzalanmasının hemen ardından, Türkiye’de iskan müdürlükleri ve valiler aracılığı ile Kıbrıs’ta iskan edilebilecek köylerde duyurular yapılmasına, Kuzey Kıbrıs’ta ise Türkiye’den gelecek göçmenlerin yerleştirilme hazırlıklarına başlanmıştır.

1975 şubatında yapılan protokolden hemen sonra, Türkiye’de toprakları baraj gölü altında kalmış ya da kalacağı için iskan kararı bulunan, heyelan bölgesi ilan edilmiş olan ve orman içinde kalmış olan köylerin bulunduğu 14 ilde valiler aracılığı ile Kıbrıs’a göçmen alınacağı duyuruları yapılmıştır. Bu bölgelerde bu konu ile görevlendirilmiş iskan memurları, muhtarlar aracılığı ile köylülere, hangi koşullarda göç edeceklerine, nereye yerleştirileceklerine, sahip olacakları sosyal haklara, kendilerine verilecek tarım arazisi ve evlere dair bilgiler vermiş ve göçü teşvik edici konuşmalar yapmışlardır. Bu konuşmalarda göçmenlerin dilerlerse devletin onları geri getireceği garantisi de verilmiştir.

Tüm bu aktarılanlar Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus aktardığını, taşıdığını, taşınmasını teşvik ettiğini göstermektedir. Tüm bunlar Kıbrıs’ta 1974’te Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesini çift yönlü olarak ihlal edildiğinin kanıtıdır.”

Ancak bu nüfus taşınması ile kalınmadı. Şu aşamada özelleştirme adı ile kamusal alanların TC sermayesine devrini yaşıyoruz. Tarikatların Kıbrıs’ın kuzeyine yerleşmesini yaşıyoruz… Yani Türkiye kelimenin her anlamı ile Kıbrıs’ın kuzeyini kendi topraklarına katma ile ilgili gerekli tüm alt yapıyı tamamlamış sayılabilir. Tek beklediği uygun bir uluslararası ortam… Bu nedenle Kıbrıs Türkiye ilişiklerini bu çerçevede okumak lazım.

Tabii Kıbrıs dediğimiz yalnız kuzey değil… Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili de tavır, sürekli Kıbrıslı Rumları iten kakan, mahalle kabadayısı havası var… Türkiye Kıbrıs konusunu kendi içindeki milliyetçiliği yükseltmek için de kullanmakta..

Kuzeyi ayrıca pis işlerini çevirdiği arka bahçesi olarak kullanıyor Türkiye… Bu nedenle bu defakto durumun tartışılmaması için de, Kıbrıslı Rumlarla sertliğe dayanan, sözel ve psikolojik şiddete dayanan bir politika izliyor. Son doğal gaz/petrol aramaları ile ilgili bölgeye savaş gemisi gönderilmesi gibi unsurlarla bize hep savaşa ne kadar yaklaştığımız hatırlatılmakta… Buna rağmen Türkiye’deki savaş karşıtları Suriye’ye, Irak’a gösterdikleri hassasiyeti, kendi işgalci orduları söz konusu olunca Kıbrıs’a gösteremiyorlar…

Bu noktada Türkiye’deki ÖDP, SDP, BDP, EMEP ve Sosyalist Parti ile süren önemli çalışmalarımız var, umarım bu şekilde Türkiye kamuoyuna Kıbrıs konusunu daha iyi anlatırız. Geçmişte Yeşiller Partisi ile de temaslarımız olmuştu ama maalesef ilerletemedik.

Sizin ve genel olarak Kuzey Kıbrıs halkının resmi politikaya bakışı ne şekilde?

Kıbrıs’ta yaşayanlar için statüko sürdürülemez durumdadır. Kıbrıs sorunun yarattığı tüm sorunlardan dolayı kuzeyde yaşam çekilemez haldedir. Bu nedenle resmi politika sürekli çark etmekte, ancak TC elçiliği burada Türkiye’deki il valiliği gibi harekete ederek, burada yaşayanların iradelerini çiğneyerek statükoyu güncel ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirmektedir. Bu nedenle eskiden resmi tarih tezi ve milliyetçilik sosu ile servis edilmiş Denktaş eli ile yürütülen politikalar bir miktar çalışır gibi gözüküyor olsa bile artık bu politikalar işlemiyor.

Kimse vatan millet nutuklarına pirim vermiyor ama insanların ekmekleri, aşları politik birer silaha dönmüş durumda. Mevcut rejim taşıma suyla döndürülmeye çalışıyor ama kolay değil, sürekli eylemlilik hali bundan… Ancak TC gibi, 40 bin kişilik ordusu ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm kurumları kontrol eden bürokratik mekanizması nedeni ile etkin bir toplumsal muhalefet de oluşturulamıyor…

Şimdiki görüşmelerin gidişatı ne durumdadır?

Kıbrıs sorunu ile görüşmeler çoktan kesildi. Referandum sonrası yapılan, yalnız günü kurtarmaya yönelik, mış gibi yapılan görüşmeler… Bu nedenle bunun üzerinde konuşmaya bile değmez…

Son olarak, Türk dış politikası çözüm konusunda takoz koyarsa ne gibi sonuçlar doğar?

Türkiye hali hazırda takoz koymuş durumda, görüşmelerin ilerleyebilmesi için herkesin hemfikir olduğu Güven Artırıcı Önlemlerin uygulanması noktasında TC adım atmıyor… Bir zamanlar 40 bin kişinin yaşadığı Mağusa’nın yanındaki turistik bölge Maraş’ın iadesine TC takoz koymakta, bu da AB ile doğrudan ticareti bloklamakta. Özal’ın 80’lerde önerdiği 10 bin asker çekilmesi zaman zaman masada, ama Erdoğan, hep Özal’ın izinde olduğunu söylemesine rağmen, bu konuda diğer konularda olduğu gibi aragon tavrını sürdürmekte…

Savaşta kaybolanlarla ilgili aramalar sürmesine rağmen Türkiye yeteri kadar enformasyon paylaşımı yapmamakta, toplu mezar olması yüksek ihtimal olan askeri bölge içindeki yerlere girişi hala engellemekte… Daha birçok konuda yıllardır Türkiye takoz zaten koymuş durumda. Mevcuttaki iki kişinin masada karşılıklı oturmasını görüşme varmış gibi algılamamak gerek…

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Yelda İliç – Kuzey Kıbrıs